Bir
kunduracının az eğitimli 14 yaşındaki oğlu Andrew Jackson Davis, 1840 yılında,
ABD’nin New York eyaletinin Blooming Grove kasabasında, insanların
hastalıklarını “gayptan haber verme” yoluyla teşhis edebildiğini iddia
ettiğinde, başlangıçta pek fazla ciddiye alınmamış ve “az kaçık” olarak
nitelendirilmişti.
Fakat,
sonraki yıllarda ülke sathında çok meşhur olacak, ciddi bilim adamları onunla
ilgili uzun tartışmalar yapacaklar ve yazacağı 30 kitaptan bazıları
peynir ekmek gibi satılacaktı.
Davis, 18 yaşına geldiğinde, dünyadaki yaşamla ilgili çalışmalarının gaybdan aldığı manevî mesajlara dayandığını söyleyecekti.
Hayatı başkalarınınkine benzemeyen garipliklerle doluydu.. Bir defasında yarı trans halinde evinden çıkıp gitmiş ve ertesi sabah 60 km uzaktaki dağlarda kendisine gelmişti.
Söylediğine göre, orada, o gün için
hayatta olmayan iki kişiyle tanışıp konuşmuştu: Yüzyıllar öncesinin hekim-filozofu Galen (Calinus,
ö. MS 216) ve artık hayatta olmayan İsveçli “bilim adamı, ilahiyatçı, filozof, rahip” Emanuel
Swedenborg (ö. 1772).
*
Davis’in bunları yaşadığı tarihten 145 yıl sonra, İstanbul
Üniversitesi’nin bir öğrencisi, yazdığı doktora tezinde, “ABD’nin Davis’i
varsa, bizim de Muhyiddin ibn Arabî’miz var” anlamına gelen şeyler yazacaktı:
İbn Arabî, Ekim 1200 tarihinde, 36 yaşındayken, Kuzey Afrika’da Ebu Yahya
adlı bir emîrin katibinin evinde misafir olmuş, “aynı gece meşhur sufîlerden
es-Sülemî’nin (ö. 1021) ruhunun temessül ettiğine (maddî bir şekilde
göründüğüne) şahit olmuş ve bu ruh ile konuşmuştu”. (Bkz. Kâzım Yıldırım, İbnü’l-Arabi
ve Sistemi, doktora tezi, İstanbul: İstanbul Üni. Sosyal Bilimler Ens.,
1989, s. 36.)
İki üç yıl sonra Mekke’de de benzer bir macera yaşayacak, fakat bu defa
bir sufî yerine bir halife-sultan oğluyla sohbet edecekti:
“Mekke’deyken, Ahmed es-Sebtî ‘nin (Harun er-Reşid’in
oğlu) ruhu İbnü’l-Arabî’ye tecessüd etmiş (maddî şekilde görünmüş) idi.” (A.g.e.,
s. 37.)
*
Davis, “gayb”dan aldığı mesajları The
Principles of Nature, Her Divine Revelations, and a Voice to Mankind (Doğanın
İlkeleri, İlahî Vahiyleri, ve İnsanlığa Bir Sesleniş” adıyla kitaplaştırdığında
21 yaşındaydı.
Takvimler 1847 yılını gösteriyordu.
New York Üniversitesi profesörlerinden Dr. George Bush, bu kitapla ilgili olarak şunları söyleyecekti:
"Bir bütün olarak ele alındığında, eser evrenin felsefesinin derin ve ayrıntılı bir tartışmasıdır ve kavramsal ihtişamı, ilkesel sağlamlığı, örneklerinin netliği, düzenleme düzeni ve konularının ansiklopedik çeşitliliği açısından, hiçbir zihnin bu esere bigane kalabileceğini sanmıyorum."
Benzer
parlak laflar doğuda da Muhyiddin ibn Arabî adlı şarlatanın akla ziyan
kitapları için söylenmekteydi.
*
Hakan Yılmaz Çebi, kitabın yazılış
hikayesini şöyle özetliyor:
“1845 yılında
bir Mayıs günü bir görüntüyü yaşadı ve yanındakilere büyük bir eseri
yazdırmakla görevlendirildiğini bildirdi. Aynı görüntüyü birkaç defa daha
görünce New York a gidip bu görevi yerine getirme çalışmalarına koyuldu. Uykuya
benzer bir durum içindeyken kendisine gelen ilhamları yanındakilere
aktarıyordu. Bu çalışma gerçekten bir yazdırma maratonuydu, öteki dünyadan
aktarılan sözlerin kağıda geçirilmesi 1845 Kasımından 1847 Ocak ayına kadar tam
15 ay sürdü. Böylece ortaya bir kitap çıktı, insanlığın iyiliğine hizmet etmek
isteyen ayrıntılı bir ispritizma öğretisi ve yine bu doğrultuda bir doğa
felsefesiydi bu. Adı şöyleydi: Doğanın İlkeleri, Tanrısal Vahiyleri ve
İnsanlığa Bir Sesleniş.
“Davis’in
eseri dünyaya toplu bir bakıştı. Ona göre evren bir bütün, sürekli
hareket halinde bir makineydi. Bu bütünün içinde aşağıdan yukarı basamaklara
doğru kesiksiz bir evrim vardı. Burada benzeşme ve her yerde aynı nitelikte
geçerli olma ilkelerine dayanan bir düzen işlemekteydi.”
(Hakan Yılmaz Çebi, Metafizik İstihbarat, İstanbul: Çınaraltı Y., 2021, s. 128.)
Davis’in sözlerini, zampara şeyh İbn
Arabî’nin bir takipçisi tercüme etmiş olsaydı herhalde “basamak” yerine
“mertebe” tabirini kullanırdı. Evrenin bir bütün oluşu düşüncesini de vahdet-i
vücud kavramıyla ifade ederdi.
Belki de, bir zamanlar
doğuda zampara şeyh İbn Arabî’yi “hakikat”i insanlara açıklamakla
görevlendirmiş olan “iyi saatte olsunlar” Yeni Dünya’yı da boş bırakmamışlar,
orası için de Davis’i uygun görmüşlerdi.
Ancak, Davis’i Harun Reşid’in oğlunun
ruhunun ziyaret etmesi uygun düşmezdi. Onun yerine Davis’i, ABD için yerli ve
milli bir isim olan Benjamin Franklin'in ruhu şereflendirmişti:
“Davis ruhlar
ülkesi hakkında edindiği bunca bilgiyi kime borçlu olduğunu da saklamıyordu;
her şeyi Benjamin Franklin’den öğrenmişti, öteki
dünyanın incelenmesi için gerekli anahtarları kendisine veren oydu, onun
yardımıyla yeryüzünde eşyaları hareket ettirmek ve bu yolla insanları uyarmak
imkânını elde etmişti.” (Çebi, s. 128-9)
*
Davis’in kitabı kısa sürede üstüste pekçok baskı yaptı ve tarzının cazibesi ile dikkat çekerek olağanüstü bir eser olarak nitelendirildi.
Baskı
sayısı 40’ı bulacaktı.
Kayda değer bir öğrenim görmemiş, sadece bir yıl okula gitmiş olan bu 21
yaşındaki eski kunduracı çırağı, bilimsel kavramları yazılarında felsefî bir
üslupla ve oldukça edebî bir dille ifade ediyor, evrenin başlangıcı ve yapısı
hakkında alışılmadık açıklamalar yapıyordu,
Mesela, kitabının yaratılışla ilgili bölümü şu parlak cümlelerle başlamaktaydı:
"Başlangıçta Univercoelum sınırsız, tanımlanamaz
ve hayal edilemez bir Sıvı Ateş okyanusuydu. En güçlü ve hırslı hayal gücü bile
onun yüksekliği ve derinliği, uzunluğu ve genişliği hakkında yeterli bir kavrayış oluşturmaya ve kavram geliştirmeye muktedir değildir. Sıvı maddenin tek bir geniş alanı vardı.
Sınırları yoktu - kavranamazdı - ve nitelikleri ve özleri anlaşılmazdı. Bu, Madde’nin orijinal
durumuydu. Biçimleri yoktu, çünkü sadece tek bir Biçim’di. Hareketleri yoktu,
ama bir Hareket sonsuzluğuydu. Parçaları yoktu, çünkü bir Bütün’dü. Parçacıklar
yoktu, ama Bütün tek bir Parçacık’tı. Güneşler yoktu, ama o tek bir Ebedi Güneş’ti.
Başlangıcı ve sonu yoktu. Daireleri yoktu, çünkü tek bir Sonsuz Daire’ydi.
Bağlantısız bir gücü yoktu, ama tüm Güc’ün özüydü. Kavranamaz büyüklüğü ve
yapısı, kuvvetleri değil, sadece Her Şeye Gücü Yeten Gücü geliştirecek şekildeydi.
"Madde ve Güç bir Bütün olarak, ayrılmaz bir
şekilde var oluyordu. Madde, Uzay’ın enginliği boyunca tüm güneşleri, tüm
dünyaları ve dünya sistemlerini üretecek öze sahipti. Bu dünyaların her birinde
var olacak tüm şeyleri üretecek niteliklere sahipti. Güç, Bilgelik ve İyilik,
Adalet, Merhamet ve Hakikat’i içeriyordu. Uzayın enginliği boyunca sergilenen,
dünyaları ve dünya sistemlerini kontrol eden ve Hareket, Yaşam, Duygu ve Zekâ
üreten ve bunların yüzeylerine tarafsızca Nihai Varlıklar olarak dağıtılmasını
sağlayan orijinal ve temel İlke’yi içeriyordu."
Böylece ABD, kendi Muhyiddin ibn Arabî’sine kavuşmuş oluyordu.
Takvimler 1851’i gösterirken Davis 25 yaşındaki bir genç olarak bu defa “Ruhlarla İlişki Kurmanın Felsefesi” adlı eserini yayınladı.
Eser (ABD nüfusunun çok az olduğu bir zamanda) milyonlarca adet satıldığı
gibi Avrupa dillerine de tercüme edildi.
*
Sadece ilk kitabı bile Davis'i ünlü yapmaya yetmiş ve kısa sürede
etrafında bir grup hayran ve meraklının toplanmasını sağlamıştı.
Aralarında çağın seçkin bazı isimlerinin de bulunduğu bir hayran topluluğu,
Davisciliğin sözcüsü olarak, 4 Aralık 1847'de Univercoelum adlı
dergiyi yayınlamaya başladılar.
Bunu başka yayınlar izleyecekti.
Zampara şeyh İbn Arabî, Davis kadar
şanslı değildi.. Matbaa mevcut olmadığı için kitapları basılamıyordu.
Ancak, ölümünden 737 yıl sonra,
İngiliz keferesi onu hatırlayacak, Müslümanlar’ın onun kadr ü kıymetini
yeterince bilmediklerini düşünerek Ibn Arabi Society adlı bir müessese
kuracaklar, kitaplarının yazmalarını toplayıp araştırmacıların istifadesine
sunacaklar, müslüman akademisyen ve yazarların onun kitaplarına yönelmesiini
sağlamak için özel bir dergi çıkaracak ve düzenli biçimde sempozyumlar
tertipleyeceklerdi.
Amerikalılar’ın sonradan unuttukları Davis’ e göstermedikleri
vefayı hristiyan İngilizler, İbn Arabî’ye göstereceklerdi.
*
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, doğru Tanrı inancına
(sahih uluhiyet akidesine) aykırı bulduğu vahdet-i vücud anlayışının, özellikle Muhyiddin
ibn Arabî’yi gözlerinde büyütüp yüceltenler tarafından savunulmakta olduğuna dikkat çekiyor. (Bkz. Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm
ve’l-Âlem min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Murselîn, C. 1, 2. b., Beyrut: Dâru
İhyâi't-Türasi'l-Arabî, 1981,
s. 366.)
Evet, işin temelinde, bu sahtekâr zampara şeyhe safça hüsnüzanda bulunma ve onu aptalca gözde büyütülme yatıyor..
O kadar ki, şeyh-i ekber (en büyük şeyh) diyebilmişler.
Şeyhülislam’a göre, böylesi bir büyüklük hurafe ve
efsunuyla çalışmaz hale getirilmemiş, kendi haline bırakılmış olsa, aklın
vahdet-i vücud vehmine itibar etmesi mümkün değildir. (A.g.e., s.
367.)
Zaten, akılla savunulabilmesi de mümkün değil. Ancak
“Şeyh-i Ekber’in keşfine göre durum bu” diyerek savunabiliyor, onun
zırvalarını düşüncesiz papağanlar gibi tekrarlıyorlar.
*
Şeyhülislam şunu diyor:
“Vahdet-i vücud meselesi hakkında yakın zamanlarda kalem
oynatanlar, konunun etrafında uzaktan dolaşıp durmuşlar, kapısını aşıp içeriye
girmek bir tarafa, tıklatmayı bile başaramamışlardır. Yaşadığımız günlerin
verimsizliği ve cehaletin tuğyanından dolayı bu karmaşık mesele hakkında Iraklı
bir şair ile Mısırlı bir yazar birşeyler yazmış durumdalar. Farz-ı muhal, olmaz
ya, hadi öyle oldu diyelim, vahdet-i vücud gereği bütün mevcudat ve mahlukat,
herşey birleşik tek bir bütün olsa, ve bu bütün o iki yazarı da içerseydi, o
ikisinin aklığının bozukluğu, geriye kalanların aklını ifsad etmeye yeter de
artardı.” (s. 367)
Bu akıl bozukluğu maalesef bütün vahdet-i vücutçuların
ortak derdi.
Bu derdin gerisindeki asıl etkene baktığımızda ise,
zampara şeyhin palavra ve zırvalarına inanmaya müheyya bir saflık ve/veya
aptallık görüyoruz.
Hurafe ve efsanelere genelde cahil halk tabakasının
itibar ettiği, mektep medrese görmüş olanların akıllarını kullanarak bunlardan
uzak duracakları zannedilir.
Ancak, vahdet-i vücud meselesi, bu ön kabulün yanlış
olduğunu (ya da istisnalarının bulunduğunu) gösteriyor.
Vahdet-i vücud hurafesine (Şeyhülislam’ın dediği gibi
akıllarını kendi haline bıraktıkları için) avam meyletmiyor.. Bunun için
“tahsilli cehalet” ya da “tahsîl-i cehalet” gerekiyor.
“Tahkik” i bırakıp “taklid” bataklığında boğulmayı kabul
etmeden, Endülüslü zampara şeyhin akılsız taklitçisi olmayı seçmeden, vahdet-i vücutçuluk zırvasını benimsemek mümkün
olmuyor.
*
Bu taklitçiliği sağlayan ise, zampara şeyhin anlattığı
keşflere, kerametlere duyulan hayranlık.
Keşf ve keramet diye anlattığı saçmalıklar için iki
ihtimal var.
Birincisi, bunları düşünüp taşınıp uydurmuş olması..
İnsanlar hayal güçlerini kullandıklarında neler yazmıyorlar ki.. Tuğla
kalınlığındaki romanlar, hikaye ve masal kitapları, çağımızın sonu gelmez dizi
senaryoları insandaki bu uydurmacılık yeteneğinin ürünü.
İkinci ihtimal ise, Endülüslü zamparanın cinlerin
oyuncağı haline gelmiş olması.
*
Evet, cinlerden bahsediyoruz.
Cinler, bizi gören, fakat bizim göremediğimiz akıllı ve
şuurlu varlıklar.. Şeytanlar dediğimiz varlıklar, cinler. (İnsanların bir kısmı
da şeytanlaşıyorlar.)
Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Senden önce, hiçbir
resûl ve hiçbir nebî göndermedik ki, o bir temennîde bulunduğu zaman, şeytan
onun temennîsine (ümniyyesine) bir şey atmış olmasın! Allah, şeytanın attığını
derhâl giderir; sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Çünki Allah, Alîm
(herşeyi bilen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır." (Hac, 22/52)
Ayette
şu ifade geçiyor: “… izâ temennâ elkâ eş-şeytânu fî umniyyetihî…”.
Temenna, temennî, ünniyye; bunlar aynı kökten türemiş kelimeler..
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır Hoca, bu ayeti tefsir ederken şunları söylüyor (Hak Dini Kur’an
Dili, C. 4, haz.: Asım Cüneyd Köksal ve Murat Kaya, İstanbul 2022, s.
164-5):
… temenninin esası gönlün arzu ettiği şeyi nefs ü hayalde takdir ve tasvir eylemektir. Ve bununla nefiste
hasıl olan surete “ümniyye” veya “münye” denilir ki
Fransızca “ideal” tabir olunur.
Son zamanlarda bu kelime felsefede ehemmiyet kesbetmiş ve “idealizm” namıyla bir
meslek-i felsefînin teşekkülüne menşe’ olmuş ve sanki uydurma olduğu belli olmak için lisanımıza tercemesinde “mefkûre” kelimesi uydurulmuş ve şuyu‘ bulmuştur. Şu halde “temenni” bir ümniyye
beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün hakikatin aslı “ene”de [“ben”de, “benlik”te] olduğunu farz ettiklerinden nefsin münyesini [nefsanî tahayyülatını] her hakikatin menşe’i gibi farz
ederler ve muvaffak olmuş büyük adamları hep idealci telakkī eylerler. Bununla
ulûhiyet [tanrılık] ve nübüvvet [peygamberlik] meselesini de hallettiklerine zahib
olarak peygamberi bir ideal kurmuş, bir zaman [oturup] programını yapmakla uğraşmış, sonra da nübüvvet davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi gostermek isterler. Fakat Kur’an
bilhassa bu ayet ile anlatıyor ki nübüvvet ve risalet
[elçilik] bir ümniyye işi değildir. وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى. اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰى [O hevasından konuşmaz. O ancak
indirilmiş bir vahiydir] [en-Necm 53/3-4] olan peygambere
temenni yakışmaz. Çünkü vahiy tamamen emr-i Hak’tır. Ümniyyeye [insan icadı davalara, ideallere] ise Şeytan karışır. Başkaları şoyle dursun nebî ve resul bile
hasbe’l-beşeriyye [insanlık icabı] temennide bulunduğu vakit “elkâ’ş-şeytâne fî ümniyyetihî” ümniyyesine şeytan ilkāat yapar, hak olmayan şüpheler karıştırır. Ümniyye heva ve
hayalden, isabetsizlikten hali kalmaz. Demek kipeygamberlerin ismeti, yakīni, vahiy haysiyetiyledir. Yoksa [salt kendi] ictihadıyla hareket ettiği zaman hata mümkündür….
*
Evet, merhum Elmalılı Hoca’nın sözleri böyle..
Peygamberlerin içtihatları ile ulemanın içtihatları arasındaki fark ise, peygamberlerin içtihatlarındaki hataların vahiyle mutlaka düzeltiliyor
olmasıdır.
Alimlere gelince, onların içtihatları düzeltilmez.. Şayet ehliyet
sahibi biri tarafından ihlasla ve
usulüne uygun olarak yapılmışsa hatalı da olsa ondan
bir sevap alınır. Ehil olmayan hadsizlerin ehil olanlara başvurmaksızın yaptıkları içtihatlar
(reformlar, güncellemeler vs.) ise hederdir.
Elmalılı Hoca’nın yazdıklarından anlaşılabileceği gibi, Kur’an ve Sünnet ile bağdaştırılamayacak olan “ulusal ene (benlik)” eksenli davaların (yani ümniyye ve
temennilerin, ideallerin) bir kıymeti yoktur.
Türkiye’de Türkiyecilik, Türkçülük vs. yapanların, lüzumsuz yere Türkiye Yüzyılı’ndan vs. bahsedenlerin, İslam’ın istikbalini Allahu Teala’nın tevfîkinden soyutlayıp laik (siyasal dinsiz) ve Kemalist Türkiye’nin geleceği parantezine hapsedenlerin anlayamadıkları da (ya da anlamak istemedikleri de) budur.
(Bu söylediklerimiz
Arapçılık, Kürtçülük, İrancılık vs. için de geçerlidir.. Bir Kürt’ün eşit haklara sahip bir vatandaş olarak insanca yaşamak istemesi
doğaldır, fakat Kürtçülük yapması heva ve
hevesin tecessüm etmiş halidir.)
Türk, Türkiye Yüzyılı’ndan bahsettiğinde, Arap “Benim başım kel mi, ben de Arabistan Yüzyılı’mın peşindeyim” dediğinde, diğerleri de
Afganistan Yüzyılı, İran Yüzyılı, Mısır Yüzyılı’nın vs. peşine düştüğünde varılabilecek bir yer yok.
Çünkü Allahu Teala’nın nusreti ve tevfîki refîk olmaz.
(Bu tür söylemler, iç politikada
halkın desteğini almak için elverişli olabilir,
fakat dış politika açısından yakıcı ve yıkıcıdır.. Başka devletlerin ve halkların nefretini
celbe sebep olur.. Dış dünya ile, kendinizi “merkez”e koyan, “kolektif
bencillik” anlamına gelen
etno-sentrik söylemlerle sağlıklı bir ilişki kuramazsınız.. Rusya, Sovyetler döneminde dünyaya Rusçuluk değil, halkların kardeşliği vs. gibi söylemlerle yaklaştı, böylece başka ülkeler halklarından kolayca taraftar ve ajan bulabildi. İngiltere,
parlak zamanlarında İngilizcilik adına değil, uygarlık/medeniyet götürme iddiasıyla işgal
hareketlerine girişti.. ABD de
propagandasını her zaman
demokrasi, insan hakları, halkların kendi kaderlerini belirlemesi, dünya barışı gibi söylemler üzerine kurdu..
Bizim dış dünyaya vaadimiz
Türkiye Yüzyılı olmamalıydı.. Bu söylem, kendi kendisini dinamitleyen, tahrip eden bir söylem.. Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye “Bizim davamız kuru cihangirlik davası değildir, îlâ-yı kelimetillah
davasıdır" demişti.. Dön dolaş “Türkiye, Türklük…”… Bu kafayla
varabileceğimiz bir yer yok.)
Müslümanın ideali ancak îlâ-yı kelimetillah olabilir.
“Ulusal nefs”in heva ve hevesini, “ulusal benlik” davasını bir tarafa bırakamayanlar, şeytanın ilkaatından masun kalmış sayılamazlar.
*
Söz konusu ayetin
mevzumuzla ilgisine gelince..
Peygamberlerin bile temennîlerine, düşüncelerine, içtihatlarına şeytanın ilkaatı musallat
olabiliyorsa, “masum” olmadıklarını kesin olarak
bildiğimiz “kerameti
kendinden menkul” çenebazların keşf hikayelerinin hiçbir kıymet-i harbiyesinin bulunamayacağı, itimada şayan
olamayacakları tebellür eder.
Keşf diye ortaya
attıkları hikayeler Kur’an ve Sünnet’in zaten bildirdiği hususlarsa,
bu keşfleri onların yakîn sahibi olmalarına hizmet eden
birer manevî tecrübe olarak kabul
edilebilir.
Fakat Kur’an ve Sünnet’te yer almayan hususlarda “Bunlar da
dindendir” diyerek konuşuyorlarsa, bid’at üretiyorlar
demektir. Sapıktırlar.
Söyledikleri şeyler Kur’an ve Sünnet’e açıkça mugayir olmasalar bile durum budur.
Dinî konularda
insanın değil bir başkasının, kendisinin keşfine bile
itibar etmemesi, meseleyi Kur’an ve Sünnet’e arzetmesi
gerekir.
Kendi keşfine bile güvenemezsin, şeytanın oyuncağı haline gelmiş olma ihtimalin vardır.
*
Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Ve eğer kulumuza indirdiğimizden
şüphe içindeyseniz, haydi onun benzerinden bir sûre getirin; eğer doğru
kimseler iseniz, Allah'tan başka şâhitlerinizi de çağırın.” (Bakara, 2/23)
Yardıma çağrılabilecek olan şahitlere cinler
de dahil:
“De ki: Yemîn olsun ki, eğer
insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya
gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar,yine onun benzerini getiremezler.”(İsra,
17/88)
*
Birilerinin “ruh çağırma” dedikleri olay aslında “cin
çağırma”.
Birçoklarının “İbrahim” (İbrahim / İçimdeki putları devir)
başlıklı şiiriyle tanıdığı şair Enis
Behiç Koryürek’le ilgili olarak Vikipedi şu bilgileri veriyor:
“Türkiye'de Bedri Ruhselman'ın öncülük ettiği ruh
çağırma (ispritizma) seanslarına katıldı ve bu seanslarda irticalen söylediği
şiirleri yakınları tarafından kaydedildi. 18. yüzyılda Trabzon'da yaşamış Çedikçi
Süleyman Çelebi adlı bir mevlevinin ruhuyla temas
sonucu doğduğunu söylediği bu dini ve dini ve tasavvufi şiirleri 1949'da
kitap olarak yayımladı.”
Evet, cinler,
insanlara şiir ve kitap da yazdırabiliyorlar.
Nevzat
Hafis Yanık ile Muhammet Emin Uzunyaylalı’nın kaleme almış oldukları “Arap
Edebiyatında Cinlere Nispet Edilen Şiirler (Câhiliye İslâmî Dönem)” başlıklı
makalede şunlar söyleniyor (Istanbul Journal of Arabic Studies,
Volume/Cilt: 5,
Issue/Sayı: 2, 2022/2, s. 183):
“Arapların
cinlerle kurguladıkları mitolojik evren tasavvuru hem Câhiliye hem de İslâmî
dönem şiirini etkilemiş, cinlerden aldıkları ilhamla söz söyleyen şairler yahut
cinlere ait olduğu iddia edilen birçok şiir kaynaklarda rivâyet edilmiştir.
Câhiliye dönemi meşhur şairlerinin her birine ilham veren ve şiir öğreten bir
cin olduğuna inanılmış, söz konusu şairlerse çekinmeden bu yerleşik inancı
teyit eder nitelikte sözler söylemiş, dostluk yaptıkları ve kendilerine ilham
veren cinlerden şiirlerinde söz etmişlerdir. İslâmiyet’in yaratılış gayesi ve
fonksiyonlarını açıkça ortaya koyduğu cinler, putperest Arap kültüründeki
biçimini korumaya devam eder bir nitelikle şiir ve şairler üzerindeki
etkilerini İslâmî dönemde de sürdürmüş ve kendilerine nispet edilen birçok
şiirle literatürde yer almaya devam etmişlerdir.”
Ali Yılmaz ise, “Arap Edebiyatında Şeytanlı (Cinli) Şairler” başlıklı makalesinde şunları söylüyor (Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: VI,
Sayı: 2, 2002, s. 263):
… Rivayete göre şair Ubeyd b. el-Abras (Ö. 554) daha
önceleri şair değildi. O uykuda iken bir şeytan ona bir yumak saç getirdi, onu
ağzına attı ve sonra da şöyle dedi: “Kalk!”
O da kalktı ve o andan itibaren şiir söylemeye başladı. Benzer şekilde Küseyyir
(Ö. 723), bir yolculuğunda yanına gelen ve onun karini [yakını] olduğunu
söyleyen bir cin vasıtasıyla şiir söylemeye başladığını anlatmıştır.
… Yine bu konu ile ilgili olarak Ebu’l-‘Alâ
el-Ma’arrî’nin (ö. 1057) Basra’da arkadaşı Hüseyin Ahmet en-Nüktî’ye yazmış
olduğu mektup zikredilebilir. Mektupta el- Ma’arrî şöyle diyor: “Araplarca her
şairin, kendi dilinde şiir söyleyen birer şeytanı olduğu bilinmektedir.”
Faruk Çiftçi’nin konuyla
ilgili makalesi ise “Arap Geleneğinde Şair ve Cin İlişkisi” başlığını taşıyor. Şunları söylüyor (EKEV
Akademi Dergisi, Yıl: 6 Sayı: 13, Güz 2002, s. 318-320):
Arap kültür tarihi, şairlerin cinlerinin olduğu, şayet bu
cinler gelmezse şairlerin iyi şiir söyleyemeyeceği, dillerinin çözülmeyeceği
kanaatinin ifade edildiği örneklere sık sık yer vermektedir. Konuyu, birisi
doğuda diğeri batı yaşamış Arap edebiyatının iki büyük ustasının eserlerinden
örneklerle ortaya koymak mümkündür.
Doğudan seçtiğimiz örnek, Arap edebiyatında önemli bir yere sahip, nesirde bir tür olan makâme tarzının öncüsü Bedî‘u’z-Zaman el-Hemezanî (öl. h.398)’ye ait makâmelerden alınmıştır. Bu makâmelerin her biri geçmişten gelen örf, adet ve inançların tezahürü, edebi ifadeleridir. Bedî‘u’z-Zaman el-Hemezanî, el-Makâmatu’l-İblisiyye adını verdiği makâmesinde, hikâyenin anlatıcısı ve kahramanlarından Îsâ b. Hişâm’ın başından geçen bir olay anlatılmaktadır. Îsâ b. Hişâm, bir devesini kaybettiğini ve onu ararken, içinden ırmaklar akan, ulu ağaçların ve olgun meyvelerin bulunduğu bir vadiye ulaştığını ve orada yaşlı bir adamla karşılaştığını belirtmektedir. Yaşlı adam aralarında geçen konuşmalardan sonra Îsâ b. Hişâm’dan Arap şiirinden bir şeyler bilip bilmediğini sorduğunda, Arap şiirinin en meşhurlarından İmru’u’l-Kays, Lebîd ve Tarafa’dan şiirler okur. Ancak yaşlı adam bu şiirleri beğenmeyerek ona kendi şiirlerinden okumak istediğini belirterek Cerîr’e ait bir şiiri kendi şiiri diye okur. Îsâ b. Hişâm, bu şiirin Cerîr’e ait olduğunu söylediğinde, yaşlı adam: “Hikâyemi senden gizleyip seninle birlikte rahat yaşayacaktım, ancak sen reddettin. Şimdi bana kulak ver. Bizden bir yardımcısı olmayan hiçbir şair yoktur. Bu kasideyi Cerîr’e ben yazdırdım. Ben, şeyh, Ebû Murre’yim diyerek devesini nerede bulacağını da bildirerek ayrılır.
Aynı konu, Bedî‘u’z-Zaman
el-Hemezanî’nin el-Esved adını verdiği makâmesinde yine işlenmektedir. Îsâ b.
Hişâm, hikâyeyi şöyle anlatıyor: “Edindiğim bir servetten dolayı suçlandım ve
nereye gittiğimi bilmeksizin kaçtım. Sonunda bir çöle geldim ve yürüyüşüm beni
bir çadırın gölgesine götürdü. Çadırın kazıkları yanında kendi yaşıtlarıyla
birlikte kumda oynayan bir gençle karşılaştım. Kendi yaşıyla bağdaşan, fakat
irticalen şiir söyleme gücüyle bağdaşmayan bir şiir söylüyordu. Gencin o şiiri
dokuyamayacağını düşündüm ve “Ey Arap genci, bu şiiri başkasından mı okuyorsun,
yoksa kendin mi söylüyorsun?” diye sordum. “Hayır, bilakis kendim söylüyorum”
diye cevap verdi. Sonra şu şiiri okumaya başladı:
“Gerçekten,
her ne kadar yaşım küçük olsa da ve gözler beni hakir görse de
Şeytanım
cin emiridir. Beni şiir sanatının her yerine götürür.
Sonunda
meydana gelen şüpheleri giderir. Dolayısıyla kendi yoluna devam et ve benden
uzaklaş.”
Genç şairin
cevabından ve söylediği beyitlerden de anlaşılmaktadır ki, Cahiliye dönemindeki
şairlerin cinlerle irtibat kurduğu inancı, kendi dönemiyle ve meşhur şairlerle sınırlı
kalmamış, genç bir şair adayının da kabullendiği bir anlayış olarak varlığını sürdürmüştür.
Bu anlayışın
izlerine, Arabistan Yarımadasının binlerce kilometre uzağında yer alan
Endülüs’te de rastlanmaktadır. Endülüs’ün meşhur şiir ve nesir ustalarından İbn
Şuheyd, Bedî‘u’z-Zaman el-Hemezanî’nin makâmelerinden etkilenerek kaleme aldığı
ifade edilen et-Tevâbi‘ ve’z-Zevâbi‘ (Cinler ve
Şeytanlar) adlı risale tarzı eserinde, cinlerin dünyasında bir yolculuğu
anlatmaktadır.
*
Davis’in kitaplarının durumu da böyle
birşey..
Mürşidi Benjamin Franklin’in ruhu
değil, kendisini Franklin olarak tanıtan bir cin..
Cinler insanlar gibi değildir, elektrik gibi, radyo dalgaları
gibi hızlı varlıklardır ve insanların yapamadıkları şeyler ellerinden gelir:
“Cinlerden bir ifrît: ‘(Sen, daha)
makamından kalkmadan önce, ben onu (Saba melikesi Belkıs’ın tahtını) sana
getiririm; ve hakikaten ben, buna gerçekten gücü yeten, (ve bu hususta) güvenilir
biriyimdir” dedi. (Neml, 27/39)
Biz 150 yıl önceki olayları ancak
kitaplardan okuyarak öğrenebiliyoruz, o günün insanlarıyla konuşmuşluğumuz yok.
Yaşayan cinlerin ise birçoğu, uzun ömürlü oldukları için, insanların bin 500 sene önceki konuşmalarına bile kulak vermiş durumdalar. Ayrıca, kendi aralarındaki yaşlılardan öğrendikleri
şeyler de var. Dolayısıyla bunların, medyum diye adlandırılsınlar veya
adlandırılmasınlar, bazı kişilere bazı şeyleri öğretmeleri ve yazdırmaları
mümkündür.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi
ve sellem’in ashaba kıyamete kadar yaşanacak önemli olaylar hakkında birçok şey
söylediği biliniyor. Bunlardan bize ulaşan var, ulaşmayan var.. Ancak,
cinlerden bazılarının bunları biliyor olduklarını ve tarih boyunca gelecekle
ilgili kehanette bulunan bazı kişilere aktardıkları düşünülebilir.
Evet bazı kişiler (keramet/ikram
kabilinden) rüya ya da hatiften ses duyma vs. gibi bazı yollarla (her ne kadar
bunlara kesin biçimde itimat etmemeleri gerekiyorsa da) gelecekle ilgili bazı
bilgilere ulaşabilirler.. Ancak gelecekten haber veren bazı “keramet” ehlinin
cinlerin “ikram”ına nail oldukları kesindir. Cinlerin ise yalan
söylemediklerinden emin olunamaz. Dolayısıyla cinlere güvenerek “keramet”
gösterenleri olaylar her zaman doğrulamaz. (İbn Arabî’nin Mehdî’nin çıkışı için
tarih verdiği ve “çuvalladığı” biliniyor. Fos çıkan “keramet”inin kaynağı
neydi, bilmiyoruz.)
*
İbn Arabî’nin durumu için iki ihtimal
var gibi görünüyor.
Birincisi, Mekînüddin’in genç ve
güzel kızı Nizam için yazdığı aşk şiirlerini ustaca bir kıvraklıkla “ilahî
aşk”ın tecellileri olarak gösterirken sergilediği sahtekârlığı, “cisimleşmiş
ruhlar”la vs. mükalemesi hususunda da sergilemiş, hayal gücünü bir romancı
ustalığıyla kullanmış olması ihtimali var.
İkinci ihtimal ise, bunları gerçekten
yaşamış, bilgili cinler tarafından oyuncak haline getirilip kullanılmış olması.
Üçüncü bir ihtimal yok.. Şayet
yaşadığını söylediği şeyler Allahu Teala’nın bir ikramı (keramet) olsaydı,
içinde küfür ve bid’at anlamına gelen zırvalar, kendini övüp göklere çıkarmalar
ve fos çıkan “keramet”ler bulunmazdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder