TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin” maddesinin Prof. Mahmut Erol Kılıç tarafından kaleme alınmış
bölümünde “Varlık Görüşü” başlığı altında İbn Arabî’den aktarılan
zırvalar üzerinde durmaya devam ediyoruz.
Kılıç
şunları diyor:
Burada şu noktanın unutulmaması çok
önemlidir; İbnü’l-Arabî’ye göre varlıkların vücuda getirilişi, yukarıda
açıklandığı gibi mutlak yokluktan (adem-i mutlak / ex nihilo) halkedilmeyle
değil izâfî yokluktan (adem-i izâfî) izâfî varlığa (vücûd-ı izâfî)
geçişledir. Bundan dolayı İbnü’l-Arabî, “îcâd”
ve “halk” gibi kelimeleri filozoflar ve kelâmcılardan farklı
olarak “zuhûra getirme” anlamında kullanır. Onun vücûd lafzını mahlûkat ve mevcûdat
için kullandığında hakiki mânasıyla değil anlaşılmayı sağlamak
için izâfî veya mecazi mânada kullandığı bilinmelidir. Böylece
sırf anlaşılmak uğruna vücûd zihinde parçalanmakta, bölümlere ayrılmış
olmaktadır. Mevcûdat için kullandığı “vücûd-ı hâdis, vücûd-ı izâfî, vücûd-ı
zıllî, vücûd-ı hayâlî, vücûd-ı mümkin, vücûd-ı imkânî, vücûd-ı müstefâd,
vücûd-ı mukayyed, vücûd-ı müsteâr, vücûd-ı mecâzî” gibi tabirler bu açıdan hep
kurmaca (izâfî) tabirlerdir. Fakat ona göre işin aslına bakılacak olursa vücûdda
mümkin diye bir şey yoktur (İnşâʾü’d-devâʾir, s. 6).
İzâfî vücûd müstakil vücûdu olmayan, mutlak vücûd ile
adem arasında bir mertebedir. Bir yüzü yokluğa, bir yüzü
varlığa yöneliktir. Mutlak vücûd “bir” iken izâfî vücûd çok ve çeşitlidir.
Diğer bir tabirle izâfî vücûd mutlak vücûdun zuhur mahallidir.
Böyle olunca letâfetten [latiflik, incelik] kesâfete [kesifliğe,
yoğunluğa] doğru olan bu tenezzülde [inişte] izâfî vücûd,
mutlak vücûdun ârızî [geçici] sıfatı olan kesâfet mertebesinden ibaret
olur.
*
İbn
Arabî’nin “mutlak vücud”dan (mutlak varlık’tan) kastı, Tanrı..
Yani Allahu Teala.
İzâfî vücud
(varlık) ise, bildiğimiz gözlemlenebilir âlem.
“Latif
mutlak varlık – kesif izafî varlık” filan derken, böylece, bir bakıma, modern
bilimin “enerji-madde” dikotomisine gelmiş oluyoruz.
Günümüz
bilimi, madde ve enerji için şöyle şeyler söylüyor:
“Hatta
denebilir ki madde, enerjinin
letafetini kaybedip kesifleşmiş bir halidir. Maddenin iki temel özelliği kütlesinin olması ve yer
kaplamasıdır. Dolayısıyla madde, "kütlesi olan ve hacim kaplayan
şey" olarak tanımlanır.
Madde ve enerji fizikî varlıklardır, her ikisi de fizik kanunlarına tabidirler
ve gözlenip ölçülebilirler. Ancak maddeden farklı olarak enerji (Güneş'ten
gelen ışık gibi) bir hacim kaplamaz ve durağan kütlesi yoktur (enerjinin E=mc2 formülünden
hesaplanan eşdeğer kütle karşılığı vardır). Yani enerji, kesif olan
maddeden farklı olarak, kütlesi olmayan ve tek başına bir hacim
kaplamayan latif bir varlıktır.”
(https://sorularlaislamiyet.com/bilim-isiginda-madde-enerji-ve-nuraniyet-kavramlarini-aciklar-misiniz)
Peki, bunlardan
hareketle şunu diyebilir miyiz: İbn Arabî, “keşf”iyle bir şey bulmuş..
Bulduğu şey, enerji, fakat o, isimlendirmeyi “mutlak varlık”
diye yapıyor; enerjiyi haşa Allah haline getiriyor.
Bunu
diyebilir miyiz?
Modern
bilimin enerji diye adlandırdığı şey de sonuçta “yaratılmış”
olan birşeydir.. Yaratan (Halik) değildir.
İbn
Arabî’nin mevcudatın (âlemdeki şeylerin) “mutlak varlık” ile
olan ilişkisi ya da onun karşısındaki konumu için söyledikleri, maddenin enerji
karşısındaki konumuna uyuyor, fakat, Kur’an ve
Sünnet’in “mahlukatın Halik karşısındaki konumu hakkında” tebliğ ettiği “hakikat”e
uymuyor.
*
İbn
Arabî’nin kavramsal çerçevesini kullandığınızda olay, mahlukatın “Allah’ın
tezahürleri, taayyünleri ve suretleri” olarak tanrısallaşması haline
geliyor.
Modern
bilimin paradigması ekseninde düşündüğünüzde ise, madde enerjinin
tezahürleri, taayyünleri ve suretleri durumunda olduğu için. “mutlak
varlık”ın modern bilimin “enerji”si gibi birşey olduğunun düşünülmesinin önü
açılıyor.
(Fanatik İbn
Arabîcilerden Ahmet Hulusi, enerjiyi Allahu Teala’nın “kudret” sıfatı yapıyor..
Allahu Teala’nın sıfatları yaratılmış şeyler değildir. Sıfatın mevsuftan
ayrı bir varlığı düşünülemeyeceğine, bir başka deyişle sıfat, zat ile
kaim olduğuna göre, bu anlayış çerçevesinde enerji “mahluk/yaratılan”
olmaktan çıkar, tanrısal birşey haline gelir. Bu durumda madde
de “yoğunlaşmış tanrısal kudret” olarak Allahu Teala’nın “zatından
ayrılamayacak, yaratılmış olmayan” bir sıfatı kabul edilmiş olur.)
Halik-mahluk
ilişkisini bu şekilde tasvir (daha doğrusu tahrif) ettiğinizde, isimlendirme
değişse de olayın mahiyeti değişmiyor: Ortaya “vahdet-i vücud” (mutlakı
ve izafîsi ile varlığın birliği) çıkıyor.
*
Böylece
Allahu Teala’nın “Halik” (Yaratan, Yaratıcı) ismi iptal
edilmiş oluyor.
Bir
defa, halk (yaratma) diye birşey yok.
Nitekim, İbrahim
Hakkı Erzurumî rh. a., Marifetname’sinde vahdet-i
vücutçuluğu eleştirerek, bu anlayışın Allahu Teala’nın “Halik” gibi
isimlerini iptal anlamına geldiğini söylemektedir.
Sözde,
mevcudatı Allahu Teala’nın isimlerinin tecellileri olarak görüyorlar, fakat
hepsi sonuçta O’nun “Halik” isminin iptali için yapılmış gevezelikler..
Halik, halik
olmaktan çıkıyor, mahluk, mahluk olmaktan..
Evet, “zampiriklerin
sonuncusu” İbn Arabî’nin Allah inancı, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin
belirttiği gibi, Ehl-i Sünnet’in Allah inancı değil..
Eski
Yunan sofistlerinin zırvalarını keşf diye pazarlama
kalpazanlığı ve dolandırıcılığı sergiliyor.
*
Böylece İbn
Arabî, mevcut bütün varlıkların (mahlukatın, evrenin) yaratılışını “modern
bilim”le (o günün modern bilimiyle, yani izinden gittiği eski filozofların
yaklaşımıyla) uzlaştırmış oluyordu.
Şöyle:
O günün
modern bilimi “halk”ı (yaratmayı) kabul etmiyor. Evrenin
her zaman hep varolduğunu iddia ediyor.
İbn
Arabî’nin yaklaşımı çerçevesinde de âlem, yaratılmamış, zuhura gelmiş durumda.
O, “mutlak varlık”ın zuhur (zahir oluş, açığa çıkış, görünüş)
mahalli.
Olaya bu
şekilde yaklaştığınızda, zuhur için bir tarih vermeye
gerek kalmıyor. Söz konusu
zuhurun, "mutlak varlık"la beraber “her zaman” yaşanmış olduğunu kabul
etmenin önü açılıyor.
Böylece âlem
(onun Tanrı gibi, daha doğrusu “Tanrı’ya muhtaç olmadan kendi kendine” hep var
olageldiğini savunan müşrikleri memnun edecek şekilde)
tanrısallaşıyor, Tanrı’nın gölgesi, tabiri caizse bir parçası
haline geliyor.
Bu arada
“mutlak vücud” da (daha önce aktardığımız gibi) “bilinemez” ilan
edilince, meydan tümden “âlem”e kalıyor.
*
Burada bir
noktaya dikkat çekmekte fayda var:
Birbirlerine
zıt kutuplarda gibi görülen İbn Arabîciler ile Selefîlerin, Kelamcılara
düşmanlık, onların yöntemini ve sözlerini aşağılayıp küçümseme noktasında
buluştukları görülmektedir.
Bunun yanı
sıra, İbn Arabî’nin (mutlak vücud diye adlandırdığı) Allahu Teala
ile âlemdeki şeyler (mevcudat) arasında kurduğu ilişki, Selefîlerin hepsinde
değilse de önemli bir bölümünde görülen tecsîm ve mücessimelik eğiliminin (müteşabih
“istiva” kavramı çerçevesinde Allahu Teala’ya mekan izafe etme ve O’nu
cisimleştirmeye kalkışmanın) bir benzeri durumundadır.
*
Evet İbn
Arabî, Allahu Teala’yı gerçekten bilmenin (dolayısıyla tahkikî iman sahibi
olmanın) yolu olarak keşfi gösteriyor.
İmdi, “hakikat”e ulaşmanın tek güvenilir yolu (İbn Arabî’nin iddia ettiği gibi) keşf ise, onun laflarının doğru ya da yanlış olduğu da (bu anlayış çerçevesinde) ancak keşfle bilinebilir hale gelir.
Eğer “Kur’an ve
Sünnet vasıtasıyla ulaştığımız bilgi, İbn Arabî’nin laflarının doğruluk
derecesi hakkında karar verebilmemiz hususunda yeterlidir” derseniz, keşfin
lüzumlu birşey olmadığını kabul etmiş olursunuz.
Yok, eğer “İbn
Arabî’nin sözlerinin hak mı batıl mı olduğunu anlamak için bizim de keşf sahibi
olmamız gerekiyor” diyorsanız, o takdirde, Kur’an ve
Sünnet’in hak ile batılı ayırma hususunda yetersiz (hatta gereksiz) olduğunu ileri sürmüş
olursunuz.
Bu da sizin,
iman bakımından sorunlu olduğunuzu gösterir.
Eğer
derseniz ki, “İbn Arabî’nin keşfi, mesela Yeni Zelanda’nın keşfi gibi Kur’an ve
Sünnet’in mesajıyla (onlardaki iman esaslarıyla) alakasız hususlardadır, keşfiyatının doğruluğu, Kur’an ve
Sünnet’e arzedilerek değil, onun gibi keşf sahibi olmakla anlaşılır”, evet
böyle derseniz, o takdirde İbn Arabî’nin keşfiyatının dinî bir
değerinin bulunmadığını, "hakikat" bahsinde esamisinin okunmayacağını kabul etmiş olursunuz.
*
Siz kendiniz
keşf yoluyla bilgi sahibi olamadığınız halde İbn Arabî’nin (keşf ürünü
olduğunu söylediği) laflarını (vahiy gibi) “haber-i sadık” niteliği taşıyan nakil kapsamında
değerlendirmek ve “asla reddedilemez” bilgiler olarak görmekle,
bid’at ehli haline gelmiş olursunuz.
Yani Ehl-i
Sünnet çizgisiyle bir ilişiğiniz kalmamıştır, artık bid’atçisinizdir.
En iyi
ihtimalle böyle..
İbn Arabî’nin
bütün söyledikleri “hak” olsa bile, laflarının hepsini Kur’an ve
Sünnet’e arzedip tek tek sorgulamadan “Madem onun keşfinin ürünü, öyleyse
doğrudur” diyerek kabul ettiğinizde “usul” (esas) açısından bid’atçi hale
gelmiş olursunuz.
Eğer (kendi keşfimiz mevzubahis olmadan) başkalarının “nakl”ine tabi olacaksak, nakil olarak Kur’an ve Sünnet yeterlidir.
Din,
tamamlanmıştır, onda bir eksiklik bulunmamaktadır.. Onda (birilerinin keşfiyle
tamamlanabilecek) eksiklik bulunduğunu kabul etmek küfürdür.
İmanın “keşf
sahiplerine iman” diye bir yedinci şartı yoktur.. Böyle bir şart varmış gibi
konuşmak şirktir, küfürdür.
Bu, Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde belirtilen “haham ve rahiplerin rabler edinilmesi” olgusunu akla getiren bir sapıtmadır. Dalalettir.
*
Zampirik İbn
Arabî kalpazanının “keşf ürünü” diye piyasaya sürdüğü zırvalarının Kur’an
ve Sünnet’e açıkça aykırı olması durumunda onu tasdik ettiğinizde ise, “Yahudi
ve Hristiyanlar’ı karış karış takip edip sarıklı cübbelileri rab edinme”
şirkine ve küfrüne bulaşmış olursunuz.
Böylesi açık
aykırılık durumunda “Bunlara bizim aklımız ermez, vardır bir hikmeti” demek, Kur’an
ve Sünnet konusunda şüphe içinde olmak, yani onların "hakikat"i tam yansıtmadığını, bunun için İbn Arabî gibilerin keşfine ihtiyaç bulunduğunu kabul etmek demektir.
Bu, ya, Kur’an
ve Sünnet’i ("hak ve hakikati" öğretme bakımından) İbn Arabî zamparasının lafları derekesine indirmek, ya da İbn Arabî’nin palavralarını vahiy mertebesine yükseltmek ve kitap diye
yazdığı paçavralarını “Kur’an” seviyesine çıkarmak demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder