“D-v-l” kök harflerinden türemiş olan devlet, Türkçe’ye
Arapça’dan geçmiş bir kelime..
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da kullanılan bu
tabir Kur’an’da geçmekle birlikte (Haşr 59/7), o dönemde bugünkü
anlamını taşımıyordu.
Şu anda Türkçe’de kullandığımız “tedâvül”
kelimesiyle ilişkili bir manada kullanılıyordu; ki bu kelime ile devlet
kelimesi aynı kökten (d-v-l) türemiştir.
Bununla birlikte Araplar, Roma/Bizans ve İran gibi
imparatorlukların varlığının farkındaydılar ve onlardaki “devlet”lik
durumunu ifade eden bir kelimeye sahiptiler: Mülk.
Bu kelimeyle aynı kökten türemiş olan “memleket”
(meliklik, krallık) sözcüğünü bugün de kullanıyorlar. Öyle ki, Suudi
Arabistan Krallığı’nın resmî adı el-Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suûdiyye’dir.
*
Evet, mâlik ve melik (hükümdar,
kral) kelimeleri, “sahip olmak, hâkimiyet/egemenlik, güç, iktidar” anlamlarına
gelen mülk kelimesi ile aynı kökten türemiştir.
Nitekim bu sözcük Kur’an’da
geçmekte, Yusuf Suresi’nde o günkü Mısır hükümdarı için “melik” tabiri
kullanılmaktadır (Yusuf, 12/76).
Dolayısıyla mülk, Araplar’ın o gün dünyada
hakim olan devletler için kullandıkları bir tabirdi, sonradan “devlet”
kelimesiyle ifade edilecek olan olguyu yansıtıyordu.
Mülk diye
adlandırılan, baştaki yöneticinin (kral, padişah, sultan, hakan, sezar, kayzer,
kisra, çar vs. anlamında) melik diye isimlendirildiği bu devlet yapısı, İslam’ın
öngörüp “ideal”
olarak ortaya koyduğu bir siyasal düzene/nizama karşılık gelmiyordu.
*
Nitekim Hz. Peygamber s.a.s., kendisinden sonra hilâfetin
(hilâfetü’n-nübüvve) otuz yıl devam edeceğini, daha sonra idarenin “mülk”e
(mülkün adûdun) dönüşeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 8;
Tirmizî, “Fiten”, 48; Müsned, IV, 273; V, 50,
220-221).
Bu hadîs çerçevesinde mülk (meliklik),
nübüvvet menheci üzere bir hilafeti temsil etmiyor olsa da, yani melik
konumundaki kişiler Peygamber s.a.s.’in halifesi unvanını taşıma liyakati ve
yeterliliğine (ya da hakkına) sahip bulunmuyor olsalar da, yine de başında
bulundukları devlet “müslümanların devleti”ydi, İslam devletiydi.
Bununla birlikte söz konusu melikler kendilerini melik
olarak adlandırmaktan kaçınıyor, hem “meşruiyet”i sağlama hem de kişisel
itibarlarını büyütme noktasından kendilerini halife olarak takdim ediyor ve
öyle adlandırılmak istiyorlardı.
Ancak, hadîs çerçevesinde düşünüldüğünde bu halifelik
iddiası sözde kalıyor, olay özünde “mülk” mahiyetini taşıyordu.
(Öyle ki ashabın “Cennet’le müjdelenenler”inden Sa’d
bin Ebî Vakkas r. a., Muaviye r. a. Hz. Hasan’dan hilafeti devraldığında ona,
biat etmiş olduğu halde, “Ey Melik…” diye hitap etmiş, Muaviye r. a. rica
makamında “Emîrülmüminîn deseydin ne olurdu…” karşılığını vermiştir. Onun bu
şekilde hitap etmesi, söz konusu “otuz yıl” hadisinden kaynaklanıyor olmalıdır.
Türkiye İlahiyat sirkinin duayen canbazı Mehmed Said Hatiboğlu adlı ilmi de
zekâsı da yetersiz şahıs, “cebâbire”/zorbalar kaydı ile ucu
günümüze de dayandığı için olsa gerek, bu hadîs hakkında da şüpheler
uyandırmaya çalışmış... Oryantalist hezeyanları sorgulama söz konusu olduğunda
beyni felçli bir yatalak insan karikatürüne dönüşen, faltaşı gibi açılmış
gözleri sabit bir noktada donup kalmış bitkisel hayat yaşayan bir canlı cenaze
halini alan bu Batı hayranı sürüngen şahsı, inşaallah ilerde “hilafetin
Kureyşîliği” bahsi üzerinde dururken tekrar hatırlayacağız.)
Evet, otuz yıllık bir süreçten sonra ortaya çıkan
meliklik devresinde ortada (devlet başkanlığı düzeyinde) “sahici” bir hilafet
kalmamış olsa da, “Müslümanların devleti”, yani Şeriat ilkelerine bağlı siyasal
ümmet birliği (cemaat) mevcuttu.
Ve Müslümanların bu birliğe (cemaate) bağlılık
göstermeleri, parçalanmamaları gerekiyordu.
*
İşte hadîs-i şerîflerde bu “İslam devletine
bağlılık” durumu “cemaat” kavramı ile ifade edilmiş, ümmet cemaati
terkten, tefrikadan sakındırılmıştır.
Ancak bu sakındırma, o gün “devlet” kurumuna hakim olan hükümet etme biçimine (“mülk"e) bağlılık ile ifade edilmemiştir, çünkü mesele bir
melik’e ya da mülk şeklindeki bir rejime itaat değil, “Müslümanların siyasal
birliğini yansıtan devlet”e bağlı kalma meselesiydi.
Mülk gibi rejim tiplerini (ya da hükümet modellerini)
aşan bu "ümmet devleti" olgusu (sonraki yazılarda inşaallah ayrıntılı biçimde göreceğimiz gibi) hadîslerde cemaat kavramı
ile ifade edilmiştir.
[Merhum Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar’ının ikinci cildinde, Ezher’de talebeyken Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den dinlemiş oldukları bazı tarihî gerçekleri aktarır. Onun anlattığına göre, Şeyhülislam, Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal’i olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya göndermesinin akabinde neler olacağını tahmin ettiği için, onu bundan vazgeçirmeye çalışmış, Vahideddin’in ona cevabı şu olmuştur (s. 58):
“Efendi hazretleri, vaziyet belli; ben vatanımı kurtarmak istiyorum; ne pahasına olursa olsun, vatanımın kurtulmasını istiyorum. Efendi hazretleri, anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz. Onu korumamı istiyorsunuz...”
Buna karşı Şeyhülislam şu cevabı vermiştir:
“Efendim, benim endişem, sizin saltanatınız için değildir. Bugün saltanatınızın temsil ettiği dinimiz içindir. Bendeniz, din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse, yerine bir saltanat daha bulunur. Fakat din giderse, … din daha gelemez. Benim korktuğum budur. Eğer mutlaka, bir zat, bir asker gönderilecekse, başka birini araştıralım. Bana da bir söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislâmıyım. Din cihetinden, sizin kadar ben de mes’ulüm..”]
*
Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebini benimseme, cemaat kavramı
çerçevesinde İslam (Şeriat) devleti idealine ve ümmetin siyasal birliği
ilkesine bağlılığı ifade eder.
Bu ilke, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif
dahi edilemez” bir ilkedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder