Tarihselcilik hurafesinin yeni bir
şey olmadığını, en önce İngilizler’in
etkisi altındaki Hindistan ve Mısır’da ortaya çıktığını biliyoruz.
Aynı şekilde Rusya’nın etkisi altındaki iç Asya beldelerinde de (Musa Carullah
gibi) “yenilikçi/ceditçi” tiplerin türediği biliniyor.
Osmanlı’da ise, meydan boş olmadığı,
gerçek ulemanın eli kolu devlet tarafından bağlanmadığı, baskı altına
alınmadıkları ve yenilikçilerin önüne imkân halıları serilmediği için, böylesi
arayışlar sergileyen tipler sivrilemediler.
Onların türemesine uygun bataklığın
oluşması için öncelikle medreselerin ve onları destekleyen vakıfların
kapatılması, güçlü âlimlerin yetişmesine imkân veren kurumsal yapıların köküne
kibrit suyu dökülmesi, kalan son ulemanın da ellerine bukağı vurulması,
ağızlarının bantlanması, ayaklarına karpuz büyüklüğünde demir gülleler
takılması gerekiyordu.
İşte ancak ondan sonradır ki,
Osmanlı mehterinin afakı inleten haşmetli enstrümanlarının susturulduğu boğucu
sessizlik ortamında, kaşar Yaşar Nuri
ve Mustafa Yoztürk gibi çapsız klarnetçi ve darbukacıların gülünç
zımbırtılarının sesinin duyulmasına imkân veren bir boşluk meydana getirilebildi.
Şimdi birtakım soytarılar bu boşluğu
gönüllerince tepe tepe kullanıyor, yurt sathında tepiniyorlar.
Öyle ki, Nasrettin Hoca’nın taşların
bağlanması, köpeklerin salıverilmesi fıkrasını hatırlatacak şekilde, İslam’ın
ulemadan istediği gerçek “bağımsızlık” tavrını (devletçilik yapmamak, iktidar
sahiplerine karşı dalkavukluk sergilememek, meddahlığa yeltenmemek, onların
önünde eğilmemek, gerektiğinde uyarmak, kâfirlere meyletmemek, Kitap ve Sünnet
ne diyorsa onu dillendirmek, hakkı söyleme konusunda insanların kınamasını veya
övgüsünü dikkate almamak gibi tutumları) sergileyenler, bugün bile devletluların
doğrudan ya da dolaylı baskılarına maruz kalmakta, "İslam’ın
hükümlerinin güncellenmesi gerekir. 14 yüzyıl öncesinin hükümleri bugün
uygulanamaz. O hükümler bin 400 yıl öncesinde kaldı" diyebilen zalim yöneticilerin baskısıyla
yüzleşmek zorunda kalmaktadırlar.
Buna karşılık, İsveçli gâvurun Kur’an yakmasından farksız bir
cinayeti işleyerek Kur’an’ın tamamının Allah kelamı olamayacağını söyleyebilen Mustafa Yoztürk gibi tipler açıkça ve
dolaylı biçimde desteklenmekte, hatta zırvaları yüzünden tepki aldıklarında
üzülmesinler diye Ankara’daki ihtişamlı binalardan onlara telefon edilip
teselli edilebilmektedirler.
Evet, tarihselcilik unvanlı
zırvaların seslendirilmesi Hindistan’da başladı, fakat orada güçlü âlimler
mevcut olduğu için hakettikleri cevabı hemen aldılar.
Onlara cevap verenlerden merhum Allame Eşref Ali Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla
yayınlanmış olan konferansında şöyle diyordu:
İnsanlardan bazıları şer’î hükümler
içün kendi yanlarından ilel-i ğâiyye [gaye
durumundaki nedenler; makasıdın/maksatların/amaçların neden teşkil etmesi]
uydurmakta, sonra da hükümlerin var olup olmaması hususunda o [kendi kafalarından
belirlerdikleri] illetlere [nedenlere] dayandıklarını zannetmektedirler.
O yüzden bu iddiâ gereğince hakkında nass [anlamı açık ayet ve hadis] gelmiş olan hükümlerde tasarruflarda bulunmaktadırlar. Öyle ki, insanlardan bazısından abdestin gayesinin temizlik olduğunu işittik. Bu gayenin abdest almadan da hâsıl olacağını, bu yüzden abdest almaya asla hâcet kalmayacağını zannetmişler ve abdestsiz namaz kılmaya başlamışlardır.
Bazıları da namazı, ondaki maksadı ahlâkı güzelleştirmek olarak sebeplendirmelerinden [ve kendilerinin zaten temiz
kalpli ve güzel ahlâklı olduklarını düşünmelerinden] dolayı terk etmişlerdir.
Oruç, zekât ve hac emirlerinin
çoğunda işte böyle değiştirmeler yapmışlar ve tasarruflarda bulunmuşlardır.
Yine fâiz ve tasvir/resim yapmak ve
fotoğraf çekmek gibi yasaklarda aynı şekilde (zaruret ölçüsünü aşan) değiştirmeler
ve tasarruflarda bulunmuşlar, Şerîat’ın tamamını iptal etmişlerdir.
Peki bu yeni yaklaşımın fıkhî-itikadî hükmü nedir?
Merhum Tehanevî, yukarıdaki sözlerinin hemen akabinde
bu soruya cevap olacak bir cümle kurmuş bulunuyor:
Bu, açık bir dinden çıkıştır.
Üstelik bu iddiânın [mantık ilmi
çerçevesindeki akıl yürütüşe temel olan] mukaddimelerinin [öncül durumundaki
iddiaların/varsayımların] tamamı bâtıl olup,
onlara dâir hiçbir delîl mevcûd değildir.
Bu hükümlerden
birçoğunun meşrû [şeriat hükmü] kılınmasının sırf taabbud [kulluk] olma imkânı
yok mudur? Bunların emre uymak ve mükellefin imtihan edilmesi
ve sınanmasından başka hiçbir gayesinin bulunmaması mümkün değil midir?!
Evet, merhum Tehanevî “Bu, açık bir dinden çıkıştır” diyerek bu adamları tekfir etmektedir.
Tekfir etmekte, yani dinden çıkarak kâfir olduklarını
söylemektedir.
Bunu söyleyen zat ne Selefî gruptan, ne de Vehhabî..
Yüzlerce cilt kitap yazmış meşhur bir Hanefî-Matüridî âlimi..
Ömrü İslamî ilimleri okutmakla geçmiş bir medrese
hocası, bir müderris..
Aynı zamanda Nakşbendî
tarikatı şeyhi..
Merhum, eleştirilerini şöyle sürdürüyor:
Sonra, onların yanında [ellerinde], şer’î
hükümleri bağlamış oldukları bu illetlerin sadece şu
kasdedilen gayeler oldukları, onlardan başka illetlerin ve gayelerin bulunmadıklarına
dâir hiçbir delîl yoktur.
Mümkündür ki, onların gayeleri,
hükümlere âit türlü sûretlere terettüb eden husûsî eserler (etkenler) olabilir.
Nitekim [şunun gibi ki] ilaçların bazısı [farklı] hâsselere tesîr edicidir
[bilinen ve bilinmeyen başka etkileri vardır].
Sonra mümkündür ki, (şer’î bir hüküm
içün) idrâk ve anlayışları çerçevesinde bir adam bir
illet, başkası da başka bir illet getirir. O hâlde birisinin diğerine üstün
kılınmasının [ve tercih edilmesinin] sebebi nedir? O
takdîrde “İki şey çeliştiğinde [birbirlerini yok edecek şekilde
zıt olduklarında ikisi de] düşerler” kâidesince
iki illet de düşer [Eksi, artıyı götürür, ortada bir
şey kalmaz.]. İkisinin de [kesin illet olmaktan
çıkıp] düşmesiyle, hükümlerin aslı [illetlerin
iptaliyle birlikte] ortadan kalkar. Bir dini
kendisine din edinen akıllı bir kimse hiç bunu söyler mi?!
Mesela bir kimse abdestin hikmet ve maksadının
temizlik olduğunu ileri sürerken bir başkası asıl maksadın suyun vücuda
temasıyla insanda bir dinçlik ve uyanıklık halinin oluşması olduğunu iddia
edebilir. Sonra da böylesi kişiler hem temiz hem de dinç olduklarını düşünerek
abdest almalarının gerekmediği sonucuna varabilirler.
Merhum Tehanevî sözlerini şöyle sürdürüyor:
Bu yanlışın doğurduğu [başka]
yanlışlardan birisi de şudur: İnsanlardan bazısı bu illetleri … fer’î [amelle,
uygulamayla ilgili] hükümlerin isbâtı [ortaya konulması] için zikrederler. Bunda
büyük bir zarar vardır. Çünkü bu illetler takdîrîdirler [itibarîdir, kesinlik taşımaz, zanna
dayanır]. Bu yüzden bunlardan birinde en küçük bir karışıklık ve şüphe vâki
olursa, hükmün aslı bozulur. Bu da şer’î hükümlerin iptali
için muhâlif olan kimselere geniş bir sahanın açılmasıdır.
Açık olan şeylerdendir ki, şer’î
hükümler ilâhî kanunlardan ibârettirler. Kanunların ise [uyma
hususunda] hikmetleri ve sırları araştırılmaz.
Nitekem, beşerin kendi kafasının ürünü olan laik kanunlara
bile, gaye ve hikmetleri anlaşıldığı için değil, salt kanun oldukları için
itaat edilir.
Merhumu dinlemeye devam edelim:
Hiç kimsenin şu [ilahî] kanunları
kaldırıp başka bir kanunu getirmek, yâhud onları değiştirmek, veyâhud da onları
iddiâ edilen şu sırlar ve illetlerin temeli üzerine
bırakmak [başka sır, hikmet ve maksatlarının bulunmadığını iddia etmek] serbestîsi
yoktur. Zîrâ bu serbestî [hak] sadece Şerîat’i koyana
[Allahu Teala’ya] âittir.
Mesela, Türkiye’de kanun
yapma yetkisi TBMM’ye, Meclis’e aittir. Herhangi bir şahıs “Kanunun
gözettiği gaye için şöylesi daha uygundur” diyerek farklı davranamaz, kendiliğinden farklı bir kanun/kural ihdas edemez. Ederse “yetki gasbı” içine girip kendisini TBMM konumuna
çıkarmış olur.
Bu da “hükümeti ve devleti
tanımama” olması itibariyle devlete karşı işlenmiş bir suç kabul edilir.
Böylelerine “Devlet,
şerik kabul etmez. Paralel devlet olmaya kalkışmanız affedilmez bir
suçtur, vatana ihanettir” denilir. Analarından emdikleri süt
burunlarından fitil fitil getirilir.
Nitekim FETÖ’cü
denilen kitleye, bunu bile yapmadıkları, sadece kendi aralarında (ucu
yurtdışına uzanan) paralel bir emir-komuta zinciri oluşturdukları için ihanet
damgası vuruldu. Öyle ki, birçok kişinin bu şekilde “kanun ve devlet tanımaz” olduğu sabit olmasa bile, FETÖ’cülerle bir
şekilde bir bağlantısının bulunması (iltisaklı olması, mesela telefonunda
bylock programının bulunması, veya parasını Bank Asya’da tutmuş olması) “devletçilik tekfiri”ne tabi tutulması
için yeterli oldu.
*
Bu noktada akla, içtihat sırasında illetlerin aranması
(tahkîk-i menat) konusu gelebilir.
Merhum Tehanevî bu konuda şunları söylüyor:
Müctehidlerin bazı
hükümleri belli temel sebeplere bağlamasına
da hiç kimse aldanmasın.
Çünki hükmün, hakkında susulan [Kur’an ve
Sünnet’te hükmü belirtilmeyen] meselelere de geçirilmesine ihtiyâc
vardı. Üstelik onlar [müctehidler] ilimde mütehassıs ve mâhir kimselerdi.
[Yine de tespitleri zannî kalmakta, kesinlik kazanmamaktadır, içtihat
farklılıklarının nedeni budur].
Ancak bizim mevzumuza gelince burada
iki iş de mevcûd değildir.
Yani, birincisi, Allahu Teala’nın hikmetsiz ve boş
emir vermeyeceğine iman etmişsen, tutup kendi yarım aklınla hikmet ve maksat
icat etmene gerek yoktur. Yeni bir hüküm aramıyoruz ki hikmeti illa da arayıp
bulmaya ihtiyacımız olsun.
Eğer işin hikmetini tam olarak anlayacak olsaydın, ve sende isabetli hüküm verme melekesi bulunsaydı, zaten dönüp dolaşıp tekrar Allahu Teala’nın vermiş olduğu emir noktasına
gelecektin.
İkinci olarak, sen tarihselci bir sığır olduğun için,
zaten bu emirlerin hikmetini ve maksadını tam anlamayı sağlayacak kafa da, hüküm vermeni sağlayacak ehliyet de sende
mevcut değildir.
*
Merhum Tehanevî’nin konuşmasını yayına hazırlayan zat
şöyle bir not düşmüş:
Şurası bilinen bir şeydir ki,
meselelerin cüz’îyâtında [ayrıntı ve parçalarında] hükmün hakîkî illetinin bilinmesi, menâtının [dayanağının]
ayıklanması ve hakîkatinin ortaya konması, (zor ve) tehlikeli bir
iştir. Ancak fıkıh ilminde derinleşmek ve İslâmî ilimlerde
iyice zirvelere yükselmekle hâsıl olabilir. …
Sonra bu makamda insanlar arasında
yayılan bir husûsa dikkatli ve uyanık bir şekilde yaklaşmak lâzımdır ki, o da
hükmün, hikmet değil de, ancak illet
üzerine deverân etmesidir. Bu iş âlimler ve ilimde kökleşmiş kimseler için
açıktır ve îzâha muhtâc değildir. Velâkin bugün insanlardan birçoğu illet ile hikmet arasındaki farkı anlayamamaktadırlar.
Ve kendilerince iddiâ edilen hikmetin yok
olmasıyla hükümlerin de değişmesini beklemektedirler. …
(Mesela) Hepimiz bugün müşâhede
etmekteyiz ki, hükümet (devlet), caddelerin kesiştiği yerlere elektrikli işâretler [trafik lambaları] koymuş olup, bir süre kırmızı, bir süre de yeşil yanmaktadır. Sokakta yâhut caddede seyreden
araçların hepsine, şu elektrikli lambalarda kırmızı gördükleri
zaman durmaları, yeşil gördükleri zaman da hareket
etmeleri emredilmiştir.
(Bu örnekteki hikmet ve illet
farkına gelelim.) Arabaları durdurmaktaki hikmet, çarpışmalardan
onları korumaktır. Ancak hükmün illeti lambadaki
rengin kırmızı olmasıdır. O hâlde [yolda] durmanın hükmü
hikmetiyle değil, sadece ve sadece illetiyle beraber deverân etmektedir. İşte
bundan dolayı meselâ bir araba gelse ve durma işâreti olan kırmızı lambanın
yandığını (illetin oluştuğunu) görse, her ne kadar orada herhangi bir çarpışma
tehlikesi bulunmasa da [yani hikmet mevcut
olmasa da] durması, hareketine son vermesi mutlaka gereklidir.
Arabanın şoförünün de “Durma hükmü sadece kazaların önlenmesi içindir
(hikmeti budur); çarpışma tehlikesinin olmadığı [hikmetin bulunmadığı]
yerde, kırmızı ışığın (illetin) bulunmasına rağmen, oradan geçmek
bize serbest olmalıdır” diye düşünmesi, doğru
değildir.
Öyleyse bu misâldeki durmanın hükmü, şu husûsî sûretteki hikmetin ortadan kalkmasına rağmen, yine de devam
eder, hükümde değişiklik olmaz. Çünki illeti --ki o
kırmızı ışıktır-- devâm etmektedir. Hüküm ancak illetin
değişmesiyle [kanun koyucunun yeni bir kanun çıkarıp başka bir illet
belirlemesiyle] değişir [hikmetin ortadan kalktığının düşünülmesiyle değil].
İşte bu sebeple meselâ kanun değişse ve kırmızı ışık yola devam etmenin
câizliği için olsa, yeşil ışık da harekete son verip durmak için olsa, o zaman hüküm tersine döner. Çünkü illet değişmiştir.
İşte şer’î hükümler,
sırf insanlardan bir adamın, yâhut birtakım adamların, o hüküm için husûsî bir sûrette illet olduğunu iddiâ ettikleri maslahatı yâhud hikmeti [o
şer’î hükümlerde] görmemesiyle değişmezler.
Yani böylesi akılsızlar, hikmet (maksat, maslahat) ile illeti ayıramamakta, fıkıh usulünü (İslam hukuku metodolojisini) hiç mi hiç bilmemektedirler.
Bir hükmün illetini ancak şârî’nin (şeriat koyucunun, yasa yapıcı makamın) belirleyebileceğini anlayamamaktadırlar. Böylece, hikmeti anlamaları durumunda (Ki bu kendilerinin zannı) hükümleri (kanunları) istedikleri gibi değiştirebileceklerini, güncelleme yapabileceklerini ileri sürme hadsizliği sergilemektedirler.
Oysa, insanlar emrin hikmetini doğru tespit etseler ve bazen
o emrin ifası sırasında hikmetin ortaya çıkmadığını (trafik lambası örneğinde olduğu gibi) görseler bile, yine de o
emre uymak zorundadırlar.
Bu nokta laik devletler açısından “devletin
otoritesinin tanınması” ve kamu düzeninin sağlanması bağlamında önem taşır.
Din söz konusu olduğunda ise bu gibi hususların yanı
sıra Allahu Teala’ya isyan etmeme, günah işlememe hassasiyeti devreye girer.
Bir şahıs böylesi durumlarda kendi kafasına göre hüküm
verirse heva ve hevesine uymuş, Allahu Teala’ya isyan etmiş olur.
Üstelik Allahu Teala kullarını, “hikmet”lerin varlığı
ve yokluğu (ya da anlaşılıp anlaşılmaması) ile de imtihan edebilir.
Bir insan meseleyi böyle salt maslahat/mefsedet ve makasıd
(maksatlar) ya da hikmet eksenli
olarak ele alırsa, hem hiçbir emri yerine getirmemek, hem de (içki, kumar,
faiz, zina gibi) her yasağı çiğnemek için bir bahane bulmakta çok fazla
zorlanmaz.
*
Tarihselcilik usulsüzlüğünün ve güncellemecilik
omurgasızlık, ilkesizlik, enaniyet, nefsaniyet, hazcılık, pragmatizm,
kıblesizlik ve kaypaklığının insanları getireceği nokta da işte burasıdır.
Güncellemeci tarihselciliğin varacağı son durak ibahîlikten (herşeyi helal, caiz ve
mübah görmekten) ibarettir.
Siz bu tarihselci ve güncellemecilerin “Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem döneminde şu şu hususlardaki serbestî caiz
görülüyordu, ama bugünün bozuk ve karışık şartlarında, fitne fesat ortamında bunun hükmü değişiyor olabilir, birtakım mahzurlar var gibi görünüyor, dolayısıyla
bundan sakınılması iyi olur, ihtiyat iyidir, makasıd ve hikmet bunu gerektiriyor” dediklerine
şahit oldunuz mu?!
Bunların otobanı tek yönlü işliyor, gidiş-geliş diye
iki yön yok.. Sadece gidiş var.
Tek istikamet ibahîlik..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder