2000’li yılların başlarıydı.
Düzenli bir işim yoktu, ve borçluydum.. Talep eden olursa tercüme, tashih ve redaksiyon gibi işler yapıyordum.
Bir gün Üsküdar’daki Yeni Valide Camii’nin müezzini Hafız Hamza Hoca aradı, meal yazıp bastırmış olan bir hocanın benimle görüşmek istediğini söyledi.
Bir akşam evime geldiler.. Hocanın adı Salih Parlak’tı.. 2001 yılında bastırmış olduğu meal "Bilgi Toplumuna Doğru Kur'ân-ı Kerîm Meâl-Tefsiri" adını taşıyordu.
Büyük boy bin 200 sayfaydı.
İlahiyatçı Salih Parlak’ın benden istediği, eserini redakte etmemdi.
Eseri inceleyip katkı sunup sunamayacağıma karar vereceğimi söyledim.
Karar vermem zor olmadı.
Yaptığı çalışma tefsir usûlü bakımından kabul edilemez nitelikteydi.
Istılahat/terminoloji bakımından da arızalıydı.
Ayrıca yazarın modern bilmin verilerine aşırı güveni vardı. Ve bu güvenden evrim teorisi de bir ölçüde nasipleniyordu.
Bu güven sadece fen bilimleri alanıyla da sınırlı değildi. Yazar seküler sosyal bilimlerin etkisi altında laikleşmiş bir dil kullanıyordu.
Hamza Hoca’ya telefon edip kitap üzerinde çalışamayacağımı söyledim.
*
Evrim teorisinin müslümanlaştırılması ya da İslam’ın Darwincileştirilmesi anlamına gelen bir çalışmayla ilk kez karşılaşıyordum ve bir daha da karşılaşacağımı zannetmiyordum.
Yanılmışım.
2010 yılında bu yönde bir “ortak çalışma” yapma teklifi aldım.
Buna gelmeden önce başka şeylerden söz etmem gerekiyor.
2003 yılı Ocak ayı sonlarında, “İslamcı” bir gazetenin (Vakit/Akit) bir muhabiri benimle görüşmek isteyecek, bir zaman sonra bunun (istihbaratçıların tabiriyle) bir “sahte bayrak” (false flag) olayı olduğunu düşünecektim.
Muhabir, iki yıl önce 4 Şubat günü Avustralya’da şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş olan Esad Efendi‘nin vefatının yıldönümü vesilesiyle onunla ilgili bir yazı dizisi hazırlamaktaydı. Server Holding‘ten, merhumla ilgili bilgiler alabileceği kişilerin isimlerini istemiş, onlar da (söylediğine göre) verdikleri listenin en başına benim ismimi yazmışlardı (Bu sözünü unuttuğundan olacak, röportaj için yanıma geldiğinde elindeki listeyi bana gösterecekti, ismim ilk sırada değildi).
Tam da bu yazı dizisinin yayınlandığı sıralarda Arslan Bulut, Yeniçağ gazetesinde “Türk istihbarat kaynakları“na dayanarak merhum hakkında “çok ilginç” iddialar ortaya atacak, Esad Efendi’yi (CIA’le işbirliği içinde geleneksel “trafik kazası” yöntemiyle) şehit etmiş olan İngiliz gizli servisinin “operasyonunun içyüzünü” ve gayesini tüm ayrıntılarıyla anlatacaktı.
*
Bunun yanı sıra Esad Efendi'nin oğlu Muharrem Nureddin de, 4 Şubat gününün gecesinde düzenlenen anma programında, babasının “müphem bir çarpışma neticesi şehid” düşmüş bulunduğunu duyuracaktı.
Aynı sıralarda Nurettin, Arslan Bulut’un müjdesini verip dünyaya duyurduğu gibi, yeni bir siyasal parti kurmuş bulunuyordu: Sağduyu Partisi.
Çok sonraları, evime kadar gelip benimle röportaj yapmış olan bu muhabirin, benim Esad Efendi’ye, Nurettin’in “konumuna” ve Cemaat’e ilişkin “o günkü” düşüncelerimi öğrenmek için gönderilmiş “sahte bayraklı” bir “haberci” olabileceğini düşünecektim.
Çünkü, bu tür röportajlar esnasında söylenen “kayıt/yayın dışı” (off the record) sözler bazen röportajın kendisinden çok daha önemli ve bilgilendirici olabiliyordu.
Ve bana söz konusu muhabir bu nitelikte sorular da yöneltmiş bulunuyordu.
*
Yedi yıl sonra, 2010 senesinde, Boğaz kenarında GASM’da (Gemi Adamları Sınav Merkezi) çalışırken söz konusu muhabirin bir haberi dikkatimi çekecekti.
Çalıştığı yer artık İslamcı bir gazete değildi, yabancı bir dergiydi: Newsweek.
Muhabir, PKK‘nın önde gelen isimlerinden, (şu meşhur Oslo görüşmelerinde MİT heyetiyle yarenlik de eden) Mustafa Karasu ile röportaj yapmış bulunuyordu.
Habere göre, “sözde alevi kimliğiyle” sahabeye dil uzatan “Hüseyin Ali” kod adlı Mustafa Karasu, “PKK’nın İslam dinini iliklerine kadar yaşayan Kürt vatandaşlarımızdan ne kadar uzak bir örgüt olduğunu” da gözler önüne seriyordu.
Muhabir, “Karasu, ‘Bizler Ömerleri ve Osmanları sevmeyiz’ diyerek mezhepçi tarafında dikkatimi çekmeye gayet gösteriyor” diye yazıyordu, fakat benim tahminime göre, söz konusu muhabir, Karasu’yu bu şekilde konuşması için provoke etmiş olmalıydı.
(Diğer bir ihtimal, Abdullah Öcalan'ın Ankara Siyasal'dan arkadaşı olan Karasu'nun da tıpkı Öcalan gibi MİT'le kadîm bir bağlantısının bulunuyor olması ve söz konusu gazetecinin "adrese teslim" olarak ona gitmiş bulunması.. Sivas-Gürünlü bir Alevî olarak Karasu'nun PKK'ya katılmış olması tuhaf.. Alevî ise, ki öyle olduğu anlaşılıyor, yüzde 99 ihtimalle Kürt değildir.. İkincisi, benim memleketim olan Sivas-Gürün'de Kürtçülüğün sosyolojik zemini yok.. Burada Ülkü Ocakları Derneği'nin başkanlığını yapan isimler Kürt'tü.. Türkçe konuşulan köyler genelde CHP'liyken, Kürtçe konuşulan köyler "sağcı" ve MHP'liydi. Mesela, bugün durum değişmiş olsa da, Cem Yılmaz'ın babasının köyü Eskihamal'da 60-70 yıl önce çocuklar Türkçe'yi ilkokulda öğrenmekteydiler ve bu köy neredeyse silme MHP'liydi.. Gürünlü siyasetçi Temel Karamollaoğlu, bu yöredeki "sünnî" CHP'liliğini, Demokrat Parti'nin nüfus cüzdanlarındaki mezhep hanesini kaldırmasına duyulan tepkiye bağlıyordu.. Evet, Gürünlü Alevî Karasu'nun PKK'lılığı tuhaf.)
*
Bundan, o sıralarda GASM‘ın yan taraftaki sınav yapılan bölümünde çalışan ve beni sıkça ziyaret etmeye başlamış olan T. G.‘ye söz etmiş bulunuyordum.
T. G., üniversitede araştırma görevlisiyken Denizcilik Müsteşarlığı’na geçmiş olan bir uzmandı.
İngilizce’si iyi olduğu için Avrupa Birliği ile ilgili projelerde görev almıştı ve şimdi de GASM’daydı.
Ona, “Bu haberden gizli servis operasyonu kokusu geliyor” demiştim, “PKK’nın içine bir ‘Sünnî-Alevî’ ihtilafı ya da ‘nifakı’ sokma gayesiyle hazırlanmış gibi görünüyor”.
Ona, bunun yanlış olduğunu, böylesi bir çatışma başladığında bunun sadece PKK içinde kalmayacağını, diğer Kürtler’e ve hatta bütün Türkiye’ye yayılabileceğini söylemiş bulunuyordum. “Bir kıvılcım, bir çıngı; bir ev yakar”dı ve de “komşunun evini kundaklarsan seninki de yanabilir”di.
Evet PKK gaddar bir terör örgütüydü, fakat onunla mücadele bu şekilde “kendi ayağına kurşun sıkma” anlamına gelebilecek bir “ahmaklık”la yapılmamalıydı.
*
T. G. bir süre sonra, İslam’a olan ilgisinden dolayı akrabalarının dışladığı Adıyamanlı “İslamcı Alevî” bir mimar arkadaşına benden bahsetmiş olduğunu, onun benimle mutlaka tanışmak istediğini söylemiş bulunuyordu.
Görüşmek için, istediğim zaman, istediğim yere gelebilirdi. Israr üzerine, bir akşam iş çıkışı, yolumun üstündeki Beşiktaş iskelesinde üçümüz buluşmuş, bir çay bahçesinde oturup konuşmuştuk.
“İslamcı Alevî” M. Y.’nin elinde Murat Menteş‘in İletişim Yayınları’ndan çıkmış bir kitabı bulunuyordu.
Murat’ı, 1998 yılı yazı bir ara çalıştığı Sağduyu Gazetesi‘nden hatırlıyordum, kültür ve sanat sayfasını hazırlamaktayken fedakârlık yapıp işini İbrahim Tenekeci’ye bırakıp ayrılmış durumdaydı.
*
İslamcı Alevî M. Y. bana, evrim teorisinin Kur’an’da yer aldığını gösteren bir kitap yazmak istediğini, bunun evrimci çevrelere İslam’ın sevdirilmesi bakımından faydalı olacağını, bu konuda kendisine en azından tavsiyelerde bulunma babından yardımcı olmamı arzuladığını söylemiş bulunuyordu.
İstersem kitabı birlikte de yazabilirdik.
Ayrıca İslamî konuları benimle ayrıntılı bir biçimde daha geniş bir vakitte konuşmak istiyordu.
*
Sonraki günlerde bir akşam Kadıköy’de Boğa Meydanı yakınlarındaki evinde üçümüz yine bir araya gelecek, gece geç saatlere kadar konuşacaktık.
Adıyamanlı İslamcı Alevînin kitaplığı çok zengin değildi, 150-200 kadar kitap mevcuttu.
Bu, mesleği mimarlık olan, “İslamcılık”la da yeni tanışmış bir kişinin tartışmalı bir konuda “dinî” mahiyette kitap yazmaya heveslenmesini açıklayabilecek bir entelektüel zemine karşılık gelmiyordu.
*
Bununla birlikte, söz konusu “İslamcı alevî”nin biyografisi, ona sempati duymamı sağlayacak öğeleri fazlasıyla taşıyordu.
Bir Alevînin, hayatının belli bir aşamasında Sünnî olmaya karar verip bütün bir geçmişinin üstüne çizgi çekmesinin, “mahalle“siyle karşı karşıya gelmeyi ve sosyal çevresini yitirmeyi göze almasının onun için ne kadar zor ve trajik birşey olacağını anlayabiliyordum.
Bu tür bir toplumsal afetin, “sosyal deprem”in yıkıntıları altında yalnız kalmanın ne denli yıpratıcı birşey olduğunu yaşayarak öğrenmiştim.
Böylesi şeyleri, yaşamamış olanlar asla anlayamazdı, anladıklarını sansalar bile..
“Yağmur bu kadar inceyken / Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet / Ölüm çok ağır Allah’ım / Ölüm çok ağır affet” dizelerini ancak küçük bir çocukken babasını yitirmiş olan Hüseyin Atlansoy gibi biri “hissederek” yazabilirdi.
*
Evet, “İslamcı Alevî”nin yalnızlığı, akrabaları tarafından dışlanmış olması benim için çok derin ve ince bir anlam taşıyordu.
Aynı zamanda Adıyamanlıydı, benimle aynı coğrafî bölgeye ait kabul edilebilirdi.
Ayrıca, artık İslamcılığın bittiğinin söylendiği, çok az sayıda kişi dışında kimsenin kendisini “İslamcı” olarak görmediği bir zaman diliminde rüzgârın estiği yönün aksine doğru yürümeyi göze alabilmesi de benim için değerli bir tutumdu.
Fakat, “İslam ve evrim” kitap projesi saçmalıktı.
*
Ancak, bu saçma kitap projesi, bir zaman sonra Mustafa İslamoğlu tarafından “Yaratılış ve Evrim” adıyla hayata geçirilecekti.
Müfessir geçinen, meal yazıp pazarlayan Mustafa, Hz. Adem’in “beşer” adı verilen ve “insan“dan başka bir tür olan “hayvansı“ların neslinden geldiğini ileri sürüyordu.
Mustafa’nın “zırva”larını çürütmek için kitap yazmak gerekmiyordu. Yazdıklarını sadece üç (rakamla 3) cümle ile “boşboğazlıkların çöp tenekesi”ne atmak mümkündü.
Âl-i İmrân Suresi’nin 59’uncu ayet-i kerimesinde “Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol’ dedi. O da hemen oluverdi” buyuruluyordu.
Bu durumda, Mustafa’nın “zırva”sı, Yahudiler gibi, Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı haşa gayrimeşru biçimde bir adamın çocuğu olarak dünyaya getirmiş olduğuna inanmayı gerektiriyordu.
Çünkü Hz. İsa’nın durumu Hz. Adem’in durumu gibiydi, ve onun babası vardı.
*
Bu “manyakça” tezi savunabilmiş olan Mustafa, bir zamanlar “Yahudileşme Temayülü” diye bir de kitap yazmış durumdaydı.
Müslümanlar arasında yahudileşme temayülü bulunduğunu bizzat kendi “dönüşüm”ü ile ispatlamayı başarmıştı.
Barbaros Hayrettin Paşa, hatıratında, savaştığı hristiyanların öfkeli hallerini tasvir için, “Kâfirdiler, yahudi oldular” ifadesini kullanıyordu. Mustafa “sapıtmada evrim” merhalelerini, ara duraklara uğramadan hızla atlamış, doğrudan “yahudi” gibi inanma moduna geçebilmişti.
*
Sonraları, söz konusu “İslamcı Alevî”nin “biyografi“sinin, beni “İslam ve evrim” konulu “saçma” bir kitap yazmaya “yönlendirmek” için özel olarak kurgulanmış olduğunu düşünecektim.
Zamanla fark edecektim ki, istihbaratçılar, “eleman”larının “hedef şahıs”lara yaklaşması için “ortak paydalar, ilgi alanları ve benzerlikler icat” ediyorlardı.
Hedef şahsın ilgi alanları, kişilik özellikleri, geçmişindeki travmatik olaylar, sevdiği ve nefret ettiği noktalar, zaafları, arayışları, eksikliğini hissedip ihtiyaç duyduğu şeyler, hassasiyetleri ve zihinsel kodları belirlenip analiz ediliyor, taktikler böylesi bir stratejik anlayış çerçevesinde oluşturuluyordu.
Hobileriniz, fobileriniz, sevdiğiniz renkler, beğendiğiniz mekân ve yapılar, ilgilendiğiniz spor dalları, kültürel ilgileriniz, arkadaş çevreniz, sık uğradığınız yerler, yemek alışkanlıklarınız ve içecek tercihiniz bile dikkate alınıyordu.
*
Mesela, siz eğer İbn Haldun konulu kitap yazmışsanız, sizinle özel bir dostluk kurmak ve güveninizi kazanmak isteyen kişi, bulunduğunuz ortama elinde Mukaddime‘nin tercümesi olduğu halde gelebiliyordu.
Siz eğer Seyyid Kutub‘un “Ente hurrun” şiirini beğeniyorduysanız, başkasıyla konuşurken bir punduna getirip sizin duyacağınız şekilde sözü o şiire getirebiliyorlardı.
Veya sevdiğiniz bir şairin beğendiğiniz mısralarını okuyabiliyorlardı.
Siz falanca yönetmenin veya aktörün filmlerini beğeniyorduysanız ondan bir replik aktarabiliyorlardı.
Siz sahaf raflarını tarayıp beğendiğiniz kitapları alıyorduysanız, size yaklaşmak isteyen kişi de bir gün elinde böylesi sahaf tozu yutmuş kitaplar olduğu halde çıkıp gelebiliyordu.
Siz Mümtaz Turhan’ın 1969 yılında basılmış Kültür Değişmeleri adlı kitabından elinizde iki tane bulunduğu için birini herhangi bir kimseye hediye etmişseniz, size yaklaşmak ve güveninizi kazanmak isteyen kişi, bir zaman sonra aynı kitabın aynı tarihli baskısıyla arz-ı endam edebiliyordu.
Siz bir öğünü simitle geçiştiriyorduysanız karşınızdaki de aynısını yapabiliyordu. Kahve seviyorsanız kahveyi sevebiliyor, maden suyu içiyorsanız onlar da onu içebiliyorlardı.
Sevdiğiniz yemekler ve tatlılar için bile aynı şey geçerli olabiliyordu.
Kılık kıyafette ve beden dilinde bile “aynalama tekniği“ne başvurulabiliyordu.
*
Bu “benzerliğin cazibesi”, aslında yeni keşfedilmiş birşey değildi.
Biliniyordu ki insan, suret ve manada kendisi gibi olanı, kendisine benzeyeni benimserdi.
Onlarla olmak isterdi, onlarda kendisini, kendi dünyasını ve iç âlemini bulurdu, bulacağını düşünürdü.
Bu, Mevlana’nın Mesnevî‘si ve Şeyh Sadî’nin Bostan ve Gülistan‘ı gibi klasik kitaplarda da vurgulanan bir husustu.
Mevlana şöyle demiş bulunuyordu:
“… İki kişi birbiriyle uzlaştı, birbirine sataştı mı, hiç şüphe yok, aralarında bir kadr-i müşterek vardır.
“Kuş ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar. Kendi cinsinden olmayanla sohbet âdeta mezara girmedir” diye cevap verdi.
“Bir hakîm dedi ki: 'Yazıda (yaylada) bir kargayla bir leyleğin beraberce koşup uçmakta olduğunu gördüm.
“Hayret ettim, bakalım aralarındaki kadr-i müştereke ait emare bulabilir miyim, diye hallerini araştırmaya koyuldum.
“Hayretle yanlarına yaklaşınca gördüm ki ikisi de topal!”
Böyleydi.
*
Biz İslamcı Alevî mimar M. Y. ile olan maceramıza dönelim.
Söz konusu görüşmelerimizden sonra bana şöyle bir e-posta göndermişti:
Seyfi Hocam selamlar öncelikle düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim. Darwinizm ile ilgili düşüncelerinize kesinlikle katılıyorum. Bu noktada bilimsel bir iddianın, kamunun ortak tartışma platformunda yer ve biçim kazanması gereken bir savın, bu şekilde kişileştirilmesi sonucundaki ''izm'' li her türlü şirke karşı durmak bilimselliğin gereğidir düşüncesindeyim. Evrim kuramı ile ilgili bilim dünyasının tutumundan bende rahatsızlık duymaktayım. Bu noktada naçizane üzerinde çalışmakta olduğum tez ile birlikte, özellikle bu kavramsal tartışmalar çerçevesindeki düşüncelerimide sizinle paylaşmak isterim. Değerli zamanınızdan benim için ayırabileceğiniz bir kaç saatlik bir süre eminimki çalışmam için ışık tutucu bir rol oynayacaktır. Çalışmamın şablon niteliğindeki bir özetini size gönderiyorum. Zaman bulupta göz atabilirseniz sevinirim. Saygılar O gün ona önce şöyle bir cevap yazdım:
(Devamı için bakınız: https://seyfisay.blogspot.com/2024/04/evrimci-muslumanlarla-nasil-tanistim.html
|
İlk yayın tarihi: 23 Nisan 2024)
|
|