UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 12
Evet,
Uğur Mumcu’nun Kazım Karabekir Anlatıyor adlı kitabını (17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi) okumaya devam ediyoruz.
Önceki
bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün seyahatlerinde Karabekir’i yanında
götürüp kontrol altında tuttuğunu görmüştük.
Mumcu,
bir seyahatleriyle ilgili olarak şunları yazıyor (s. 68):
1 4 Ocak 1 923 günü M. Kemal, Karabekir ve Fevzi Paşa ile trenle izmir'e gider. Gazi o gün çok öfkelidir. Öfkesinin nedeni de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey'in çıkaracağı gazete için Ankara'ya matbaa makinası getirmesidir. [Karabekir’den alıntı:]
“Gazi pek
asabi idi. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, Ankara'ya matbaa
makinası getirmiş .. Tan adında bir gazete
çıkaracakmış, ‘siz hala uyuyorsunuz’ diye yaveri Hüseyin Abbas Bey'e
verdi; veriştirdi. Ve ‘yakın, yıkın’ diye çıkıştı.
“Yalnız
kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aks
edebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.”
Evet, “fikri hür,
irfanı hür, vicdanı hür” olma edebiyatı yapan adamın gerçek yüzü bu.
“Yakın, yıkın”mış..
Adamın bildiği bu: Asın,
kesin, bombalayın!
En iyi bildiği şey yakıp
yıkmaktı, ve bu milletin en başta “namusunu ve dinini” yıkmaya çalıştı.
Ne demişti Karabekir’e:
“Dini
ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar!.
Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce
insanların din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız.” (Mumcu, a.g.e.,
s. 84.)
Zengin ol da, nasıl
olursan ol; adamın felsefesi bu..
“Dini ve namusu kaldırıp
atalım!” Neden?.. “Çünkü zenginleşmeye, para kazanmaya engel..”
Nitekim, önceki
bölümlerde aktardığımız gibi, Hindistan müslümanlarının hilafetin
kurtuluşu için gönderdiği parayı “iç ederek, zimmetine geçirerek”
devasa bir servete sahip oldu.
“Dini ve namusu” olan
Vahideddin ise,
Topkapı, Dolmabahçe ve Yıldız Saraylarındaki değerli emtia ve mücevheratı
yanında götürmediği için İtalya’da sefalet içinde öldü ve tabutuna
borçları yüzünden haciz konuldu.
*
Ali Şükrü Bey için neden “Yakın,
yıkın!” diyor?
Sebebi namuslu ve
dindar olması..
Hırsız ve namussuz
olmaması..
Selanikli’nin onunla mücadele
için bulduğu çözüm de “yakın, yıkın”dan ibaret..
Ne diyordu:
“Hâkimiyet (egemenlik) ve saltanat (siyasal otorite,
iktidar) hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere
[fikir alışverişi, görüşme, seçim ve oylama] ile, münakaşa (fikir
tartışması) ile verilmez. Hâkimiyet (egemenlik),
saltanat (iktidar makamı) kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”
(M. Kemal Atatürk, Nutuk, C. 2, İstanbul: Türk
Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, 1969, 9. b., s. 690-691;
Atay, Çankaya III, s. 149.)
Anlaşılıyor ki adama göre esas olan “hür fikir, hür irfan, hür
vicdan” değil, “kuvvet, kudret ve zor”..
Ve “hayatta en hakiki
mürşit” ilim değil.. Zor..
Fikirsiz ve vicdansız
“zor”.. Zorbalık..
Öyle olduğu için de,
fikirle, müzakere ile, münakaşa ile, ilimle yenemediği, ilzam edip
susturamadığı Ali Şükrü Bey’i, korumalarının komutanı Topal
Osman’a alçakça bir tuzakla öldürtecek, sonra da onun ardında durma
mertliği göstermeyecek, oyuna getirildiğini anlayan Topal Osman’ın kendisini
Çankaya’da muhasara etmesi üzerine çarşaf giyip kadın kılığında
kaçacak (Ki kaçma konusunda bir virtüöz olduğu, Filistin cephesindeki
şahane ricatından biliniyor), ardından da Topal’ı, İsmail Hakkı Tekçe’ye
öldürtecektir.
Topal Osman, yaralı
yakalandığı halde, konuşmasın diye başı kesilerek hunharca
katledilecektir.
*
Tarihçi geçinen bir
aptal “merd-i Kıptî” var: Yusuf Halaçoğlu..
Çok zeki ya, şöyle
birşey demiş:
“Sultan
Vahdettin gerçek
bir haindir. Zaten İstanbul halkı da bunun farkına
varıp, sarayı kuşatıp, Vahdettin'e linç girişiminde bulunuyor. Sarayın
duvarlarına, tramvaylara KAHROLSUN VAHDETTİN yazılıyor. Vahdettin korkuyor
ve İngiliz işgal kuvvetleri komutanı Harrington'dan kendisini saraydan sağ
salim çıkartması için bir plan yapmasını istiyor. Ve İngiliz planıyla
İstanbul'dan kaçırılıyor. Konuyu Atatürk'e maledenlere arzolunur.”
İşte, Sultan
Vahideddin’in Türkiye’yi terk edip gitme nedeni bu..
Biliyor ki kalsa linç edilecek..
Zaten kendisinden önce İçişleri
Bakanı Ali Kemal linç edilmiş..
Adam suçlu mu suçsuz mu,
yargılayıp görelim diye bir düşünce yok.. “Gönderelim ‘bindirilmiş
kıtalar’ı, gidip linç etsinler, yargılama zahmetinden kurtulalım.”
Zihniyet bu..
Biliyorlar ki Ali Kemal kalemi kuvvetli, ikna kabiliyeti yüksek, zeki bir yazar..
Devlet
sırlarını, Selanikli Mustafa Atatürk’ün çevirdiği dolapları bilen
bir siyasetçi..
Anadolu’da ipte
sallandırılan gariban mollalar gibi değil..
Konuşursa, İkinci
Adam İsmet İnönü’nün (memleket sözde çağdaşlaştırılıp özde Selanikli’nin ilkçağ tanrı-krallarına özgü irticaî heykelleriyle doldurulduktan, “çatlak” sesler
susturulduktan sonra) itiraf ettiği bir gerçeği halkın önünde açıklayabilir:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna
karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Dolayısıyla onun bir
mahkemeye çıkarılıp konuşturulmaması, Ali Şükrü Bey gibi kısa
yoldan ahirete gönderilmesi lazım..
O halde gelsin “bindirilmiş
kıtalar”..
Nasıl olsa el altında “İstanbul
halkı olmaya hazır” bir sürü “kiralık katil çete” var..
Sultan Vahideddin’i niçin linç etmeye
çalıştıkları da açık.. Sultan Türkiye’de kalır, Selanikli’nin Anadolu’ya
gitmeden önce kendisine nasıl yağ çektiğini, “Padişahım, birlikte
İngilizler’e öyle bir oyun oynayacağız ki, tarihe geçecek” türünden nasıl mavallar okuduğunu,
böylece İngilizler hesabına kendisini oyuna getirdiğini, aslında İngilizler’in
basit bir piyonu, uşağı ve ajanı haline gelmiş bulunduğunu söyleyebilirdi.
Dolayısıyla, söyleyemeden linç edilip öldürülmesi, siyaset denkleminden düşürülmesi gerekiyordu.
*
Aynı tarihçi
familyasının bir diğer şovmeni, İlber Ortaylı..
Kalite bakımından
kifayetsiz muhteris Yusuf Halaçoğlu şımarığından biraz hallice..
Evet, (bir yazımızda
dile getirdiğimiz gibi), tahfif ile istihfaf arasındaki
farkı bile anlayamayacak kadar Osmanlıca’ya uzak olan bu bilimsel
‘filim’ adam, yakın tarihle ilgili “resmî tarihçiliğin” ezberlerini
bozan “hür fikirli, hür vicdanlı, hür irfanlı” yazarlar hakkında
şunları söylemiş:
“Efendim yeniden
tarih yazan insanlar var Türkiye’de. Ve bunu yazanlar
cahillerdir. Cahildir bunu açıkça söylüyorum. Bunlar böyle
Karadeniz kıyılarında kahve içerken, işte bozkıra bakarken Orta Anadolu’da cır
cır cır konuşurlar, herkes kendine göre, hani meşhur bir lafı vardır ya Boileau’un ‘Ahmak kendine hayran başka bir ahmak
bulur’, böyle bir ‘odiyans’ı (kitlesi) vardır bunların. Yazarlar da
birtakım yerlerde. Daha neler var. Hiçbir memlekette hiçbir demokrasi insanlarının,
askerlerinin ölümü ve sivillerinin çilesi pahasına kazanılmış zaferleri
küçümseyemez. Küçümseyen adamın bütün hayatı gider. Sülalesi lekelenir. Çok
açık bu. İşte Çanakkale’de Alman komutanlarla İngiliz generaller
savaştı, biz oturuyorduk yani böyle. Bunu nasıl söylersin ya? Efendim Atatürk orda
yok idi, var işte komutanlarının adında geçiyor. Ne demek istiyorsun yani, neyi
istiyorsun? O zaman bütün komutasındaki alay, yaşayanlar, şehit
olanlar, gaziler, hepsini sil! Bunu adama söylettirmezler! Bu
memlekette bu söylettiriliyor. Ve bunları dinleyen ahmaklar çıkıyor. Bu hal
böyle devam ederse tehlikeli durum çıkar ortaya. Onun için adlî makamların da
gereken tedbiri alması gerekiyor.”
Görüldüğü gibi lafı
ustaca bir manevrayla adlî makamlara, mahkemelere, hapishanelere getiriyor.
“Hristiyan Ortaçağı”nın
bir Engizisyon mahkemesinden zaman makinası vasıtasıyla ışınlanarak günümüze gönderilmiş
bir dinozor gibi konuşmuş.
İşte bu dinozor
ruhluların “hür fikir, hür vicdan, hür irfan”dan anladıkları bu.
“Ya bizim gibi inanacak,
bizim gibi konuşacaksınız, ya da asarız, keseriz, hapsederiz!”
Selanikli’den miras
kalan despot zihniyet bu..
O da Karabekir'i konuşturmamış, basılan kitabına matbaada el koyup imha ettirmişti.
Asıl garabet şurada: Vatandaş sözde bilim adamı, özde ise bir Engizisyon papazı zihniyetine sahip.. Utanmadan Atatürkçülük Kilisesi'nin laik/seküler papazı rolüne soyunuyor..
Hitler rejiminin Gestapo şefi gibi ahkâm kesiyor.
Adlî makamlara bu şekilde akıl veren adamın herhalde tanıdığı "istihbaratçı"lara da benzer telkin ve tavsiyeleri oluyordur.
Tabiî, birtakım işgüzar Kemalist/Atatürkçü istihbaratçılar buna, "Hocam, adlî makamları harekete geçirmek için kamuoyu baskısı oluşturmamız gerekiyor.. Bu yönde açıklamalar yapın" demiyorlarsa eğer.
*
“Efendim
Türkiye’de yeniden tarih yazan insanlar var”mış.. Böyle diyor.
Doğru, var!
En başta da Selanikli
Mustafa Atatürk geliyor.
Türk tarihi ile ilgili
olarak söylediklerinin yüzde sekseni zırva..
Adlî makamlar eğer Ortaylı’nın
aklıyla hareket ederlerse, önce Selanikli’den başlamak zorunda kalırlar. (Hemen heyecanlanma İlber Bey, aşağıda Selanikli'nin zırvalarından bir demet sunacağız.)
Çünkü, tarihî konularda
konuşma ehliyet ve liyakatine sahip değildi.
Bunu, has adamı Falih
Rıfkı Atay da Çankaya’sında itiraf ediyor:
“Metotlu
felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve
‘zikir’sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince
bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık,
duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde
yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür
eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi.”
Adamda “metodlu
felsefe etüdü” yok.
Teknik terimlerden
habersiz.
Kullandığı
kavramlar tarifsiz/tanımsız, neyi kastettiği belli değil.
Tezekkür ve tefekkürden
nasipsiz..
Tefekkür/düşünce adına
söyledikleri hem “yöntem” bakımından arızalı hem de “ilmî/bilimsel”
değil.
Bunları söyleyen, Falih
Rıfkı..
Adam daha ne desin!
“Bununki kahvehane
muhabbeti” diyecek de, diyemiyor.
Saydığı kusurların
yanına birkaç da övücü ifade eklemiş ki, kendisine “Atatürk düşmanı”
demesinler.
Zeki adam.. Okşar ve
sever gibi görünerek dövmeyi, kerpeten gibi çimdiklemeyi biliyor.
*
İlber Ortaylı Çanakkale örneğini
vermiş, kimi kastettiği bile belli değil..
Varsa öyle konuşan biri, bir
tarihçi olarak açıkça ismini ver, engin bilginle adamı madara
et; işi adlî makamlara havale etme kurnazlığı sergileme..
İşe bakın, Türkiye’de
Çanakkale konusunda tam da öyle konuşan birinin bulunduğuna
şimdiye kadar ben şahit olamadım, nasılsa bu Ortaylı arayıp tarayıp bulmuş..
Unuttuğu ya da gözlerden
sakladığı ise şu, Çanakkale konusunda Selanikli dışındaki komutanları
yok sayanlar bizzat Atatürkçülerin kendileri..
Şimdi millete sorulsa, çoğu kimsenin, Selanikli’nin Çanakkale’de başkomutan olduğunu, savaşın
her safhasını onun yönettiğini, hep onun savaştığını zannettikleri ortaya çıkar..
Halbuki Selanikli
Çanakkale’de savaşan yüzlerce subaydan biri..
Yüzlerce sayfalık bir
kitapta yer alan sıradan bir sayfa.
*
Çanakkale Savaşı ve
zaferi küçümsenecek bir savaş ve zafer değildir, fakat Selanikli’nin o
savaştaki rolü de “resmî tarih”in büyüttüğü ve abarttığı gibi değildir.
Niye Çanakkale’de diğer
komutanların yaptıkları hizmetlerden hiç bahsetmiyor da olayı sadece Selanikli
ve Anafartalar çerçevesinde hatırlıyor ve anıyorsunuz?
Üstelik Selanikli savaş
bitmeden çekip gitmiş, cepheyi terk etmiş..
Ne yazık ki, Çanakkale’de
Selanikli’den daha büyük hizmetler gören kahramanlar, sırf Selanikli’nin ismi
gölgede kalmasın, parlatılsın diye unutturulmuş durumda.
*
Bünyamin Ateş, Burhan
Bozgeyik ve Mustafa Kaplan’ın kaleme aldıkları Gayrı Resmî Yakın
Tarih Ansiklopedisi’nin birinci cildinde (İstanbul: Risale Yayınları,
1993) Çanakkale Savaşı ile ilgili yeterli bilgi mevcut.
Orada bir bölümün
başlığı şöyle (C. 1, s. 55): “Çanakkale Zaferinin gerçek kahramanları Cevad
ve Selahaddin Adil Paşalar unutturuldu!”
Yazarlar, (Selanikli’yi
yere göğe sığdıramayan) Yusuf Hikmet Bayur’dan şu alıntıyı yapmışlar:
“Çörçil’in
(Churchill) bu yazısı bize şunu gösteriyor: Tam zafer, düşmanı
yalnız maddî bakımdan değil, onu manevî bakımdan da yenen ve onda savaşa
devam azmini yok eden zaferdir. Cevad Paşa kuvvetlerinin
Çanakkale’de kazandıkları başarı, bu tür bir zaferdi.”
Selanikli’nin adı
millete besmele gibi öğretiliyor, öğretildi.. Peki Cevad Çobanlı Paşa kimdir, Selahaddin
Adil Paşa kimdir, ne yapmışlardır, bilen var mı?!
Selahaddin Adil Paşa 27
Şubat 1961 tarihinde vefat ettiğinde The Baltimore Sun adlı
İngiliz gazetesi şunu yazmış:
“…
1915 yılında, Çanakkale’de, Birinci Dünya Savaşı’nın
seyrini değiştiren Türk Ordusu Kurmay Başkanı Selahaddin Adil Paşa,
dün Boğaz’da, İstinye’deki evinde vefat etmiştir.” (A.g.e., C. 1, s. 57.)
2 Mart 1961
tarihli London Times ise haberi “Bir kahraman öldü”
başlığıyla vermiş:
“Geçtiğimiz
Pazartesi günü, İstanbul’da vefat ettiği Ankara muhabirimiz tarafından
bildirilen General Selahaddin Adil, 18 Mart 1915 günü İngiliz
filosu (Çanakkale’de) Boğaz’a meşhur saldırısını yaptığı zaman, Türk sahil
bataryalarının kumandanıydı.”
Bir şiirde “Şamil’i
bilmeyen atasını ne bilir?!” diye bir mısra var.
Aynı şekilde “Cevad
Paşa’yı, Selahaddin Adil Paşa’yı bilmeyen, Çanakkale’yi ne bilir?!” diyebiliriz.
Ve onları bilenler, bilinmelerini
isteyenler, İlber Ortaylı gibi imtiyazlı “beyaz Türk”ler tarafından
“cahil” diye aşağılanıyorlar.
Engizisyonla terbiye edilmeleri
isteniyor.
“Cahillik”ten kurtuluş
mümkün tabiî, “resmî tarih”i sorgulamayacak, sana ne denilirse iman
edip tasdik edecek, şu putperestçe hurafeyi amentü bileceksiniz: “Selanikli her
yerde vardı, her yerde hazır ve nazırdı, ondan başkası yok.”
*
Ortaylı’nın Boileau’dan
naklettiği “Ahmak kendine hayran başka bir ahmak bulur”
şeklindeki söze gelince..
Cahil İlber,
o söz öyle değil, şöyle:
“Bir aptal, kendisine hayran olan daha aptal birini her zaman
bulur." (Un
sot trouve toujours un plus sot, qui l'admire.)
Eğer Ortaylı’yı
ahmak/aptal kabul edersek, bahtiyar bir aptal olduğunu itiraf
etmemiz gerekir.. Yüzbinlerce hayran bulmuş şanslı bir aptal..
*
Konudan uzaklaştık, başa
dönelim..
“Efendim
Türkiye’de yeniden tarih yazan insanlar var”mış..
“Cahil-savar” İlber öyle diyor.
Bakalım cahilsavarlığı
Selanikli Mustafa Atatürk söz konusu olduğunda işe yarıyor mu?
Selanikli, 17 Şubat 1923 günü İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı
açış konuşmasında şunları söylüyor:
“Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün çalışma, milletin isteği, emelleri ve gerçek ihtiyaçları açısından
değil, belki şunun bunun özel emellerini, tutkularını karşılamak
açısından gerçekleşmiştir. Örneğin Fatih İstanbul’u
aldıktan sonra, yani Selçuk saltanatı ile Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasına
konduktan sonra, Batı Roma İmparatorluğu’nu da zapt ederek büyük bir saltanat
kurmak istedi. Böyle geniş bir emel izledi. Böyle bir emeli izlemek ve
uygulayabilmek için bütün milleti, ana unsuru arkasından bu hedefe doğru yönlendirdi.
Örneğin Yavuz Sultan Selim, Fatih’in açtığı batı cephesini
sağlamlaştırmakla beraber; bütün Asya’yı birleştirerek büyük bir İslâm
İmparatorluğu meydana getirmek üzere böyle bir siyasî meslek izledi. Ana unsuru bunun arkasından dolaştırdı. Kanuni Süleyman her iki cepheyi en üst derecede
genişletmek, bütün Bahr-i Sefid’i (Akdeniz) bir Osmanlı havuzu haline
getirmek, Hindistan üzerinde gücünü kurmak gibi çok büyük, şahane bir siyaset
izledi. Bu siyasetin uygulanması için ana unsuru kullandı.
Arkadaşlar, bütün bu
işler ve hareketler, doğruluğu araştırılırsa, görülür ki bu büyük, güçlü
padişahlar takip ettikleri dış siyasette kendi
emelleri, hırsları ve arzularına dayanmışlardır. Büyük ve
şahane arzularına dayanmakla beraber iç kuruluşlarını, iç siyasetlerini bu
tutkularından doğmuş olan dış siyasetlerine göre düzenlemek zorunda
kalmışlardır. Halbuki dış siyaset iç teşkilât ve iç siyasete dayandırılmak
mecburiyetindendir. Yani iç teşkilâtının dayanamayacağı genişlik derecesinde
olmamalıdır. Yoksa hayalî dış siyasetler peşinde
dolaşanlar, dayanma noktalarını kendiliğinden kaybederler. Gerçekten Osmanlı
hakanları, asıl olan noktayı unuttular. Duyguları ve emelleri üzerine
bütün hareketleri ve fiilleri yaptılar. İç teşkilâtlarını dış siyasetlerine
uydurmak zorunda kalınca aldıkları memleketlerde bütün unsurları:
dilleri, dinleri, gelenekleri, her şeyi başka başka olan ve birçok milletlerden
ibaret bulunan bu unsurları, olduğu gibi korumaya kalkıştılar ve
onlara bütün bu şeyleri koruyabilecek ayrıcalıklar verdiler. Buna karşın ana unsur, uzun seferler yapmakla zafer meydanlarında ölmekle,
zapt olunan memleketlerin kendisini ve halkını beslemekle ve onlara bekçilik
etmekle kendi kendini yıpratıyordu. Bununla birlikte millet, ana unsur; kendi
evinde, kendi yurdunda ve kendi hayati gereklerini
kazanmak için çalışmaktan tamamen mahrum bir halde bulunuyordu.
Bu tac sahipleri yöneticiler milleti böyle diyar diyar
dolaştırmakla, onlara kendi yurtlarını düşünmeye izin vermemekle de
yetinmiyorlardı. Belki fetihler sonucu elde edilen halkı memnun edebilmek için,
sonra yabancıları memnun edebilmek için doğrudan doğruya, ana unsurun
hukukundan ve hayati ve iktisadî kaynaklarından birçok şeyleri karşılıksız
yardım olarak, hediye olarak onlara veriyorlardı. Örneğin Fatih zamanında
Cenevizliler’e ve Patrik’e verilen ayrıcalıklar ile açılan yol, kendisinden
sonra daima genişlemiş ve sağlamlaştırılmış bulunuyordu. Bu ayrıcalıklar,
devletin en kuvvetli, en büyük zamanında gerçekleşmiş oluyordu. Ancak ve ancak
bir padişah yardımı karşılıksız sunulan bir destek olmak üzere gerçekleşmiş
oluyordu. Hepiniz hatırlayabilirsiniz, Kanunî Sultan Süleyman zamanında
Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle
ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun
anlayışına göre antlaşma, birbirine denk milletler arasında yapılırdı. Halbuki
Venedik o zaman Osmanlı Devleti’ne denk olmak şöyle dursun, onun doğrudan
doğruya koruması altında idi. Bundan dolayı padişah böyle bir devletle antlaşma
yapamazdı; ancak ona yardımlarda bulunabilirdi. Ve yardımlarda bulundu. İşte bu
yardım kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Halbuki
biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi, bir kale içinde kuşatılan, korunma
gereçlerini ve vasıtalarını kullandıktan sonra teslim olmak zorunda olanlar
hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların
yardımını tercüme ederken kullanmış bulundular. Bu ufak ayrıntıyı iki noktadan
tekrar edeyim: Millet hayati gerekleriyle uğraşmaktan
yasaklanmış olarak diyar diyar dolaştırılıyor ve bu yeni
diyarlar halkı, birçok ayrıcalıklara sahip olarak çalışılıyordu. Yani fatihler,
ana unsuru peşine takarak kılıçla fetihler yaparken, kılıç sallarken zapt
olunan memleket halkı kazandıkları ayrıcalıklarla sabana yapışıyorlar; toprak
üzerinde çalışıyorlardı. Arkadaşlar, kılıç ile fetih yapanlar, sabanla fetih
yapanlara yenilmeye ve sonuçta yerlerini bırakmaya mecburdurlar. Nitekim
Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar,
Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişler;
bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve
kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu
bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde böyle
gerçekleşmiştir. Örneğin Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz
çiftçisi girmiştir. Bu medenî sabanla kılıç mücadelesinde sonunda muzaffer olan
sapandır. Ve Kanada’ya sahip oldu. Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur,
sonunda kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya
mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol; gün geçtikçe daha fazla kuvvetlenir ve
daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.”
*
Evet, bunlar, Selanikli’nin lafları..
Selanikli’nin ilk cümlesinden başlayalım (Bunları senin
için yazıyoruz İlber Bey, gözünü kulağını aç):
Şöyle diyor:
“Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün çalışma, milletin isteği, emelleri ve gerçek ihtiyaçları açısından
değil, belki şunun bunun özel emellerini, tutkularını karşılamak
açısından gerçekleşmiştir.”
Üniversite giriş sınavlarına hazırlanan öğrencilere şöyle
bir “tüyo” verilir: İstisna içermeyen, “hep, bütün, hepsi, tamamı” gibi kelimeleri
içeren ifadeler genellikle yanlış olur.
Osmanlı tarihindeki “bütün” gayretler ve
çalışmalar, nasıl böyle olabilir ki?!
Böylesi bir suçlama, sadece, Selanikli’nin Osmanlı’ya
olan düşmanlık ve nefretinin sınırsızlığını gösterir.
Başka da bir anlamı yoktur.
*
Evet, Selanikli, bu mantıksız, gerçek dışı ve
ilmîlikten uzak lafının ardından örnek olarak Fatih Sultan Mehmed‘in İtalya‘ya
(Otranto’ya) yaptırdığı çıkarmayı gösteriyor.
Malum, Otranto, “çizme”nin topuğunda yer alan
bir belde.
Fatih Sultan Mehmed, “bütün milleti, ana unsuru arkasından bu hedefe doğru yönlendirdi”
mi?
Hayır!
Bir defa, kendisi bizzat bu
hedefe yönelmedi ki, millet “arkasından” aynı
hedefe yönelmiş olsun.
Oraya Gedik Ahmet Paşa,
donanma ile gönderildi.
Donanma, “bütün bir millet” midir?
Mesela, Türkiye‘nin şu
anda bir donanması mevcut.. Bu donanma, “bütün bir millet, ana unsur”
mudur?!
Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal‘in
ifadeleri pireyi deve yapıyor.
İlmî değil.
İddiasını ispat için tarihî gerçekleri çarpıtıyor.
Ya da belki biz cahiliz..
Anlayamıyoruz..
Büyük allame, eşsiz tarihçi İlber, cehaletimizi mazur
görsün, lutfedip bizi aydınlatsın!
*
Selanikli’nin, iddiasını ispat için verdiği ikinci
örnek, Yavuz Sultan Selim..
İfadelerinden, tarih bilgisinin son derece eksik ve
yetersiz olduğu anlaşılıyor.
Şöyle diyor:
“Yavuz Sultan Selim, Fatih’in açtığı batı
cephesini sağlamlaştırmakla beraber; bütün Asya’yı birleştirerek büyük bir
İslâm İmparatorluğu meydana getirmek üzere böyle bir siyasî meslek
izledi. Ana unsuru bunun arkasından dolaştırdı.”
Bir defa, Yavuz Sultan Selim’in sekiz yıllık kısa
saltanatında “batı cephesi“ne bakacak vakti olmadı.
Padişah olduğunda ortada bir Safevî (Şah İsmail) tehdidi vardı.
Osmanlı topraklarındaki Şah İsmail yanlıları (ki Şah,
sadece devlet başkanı değil, aynı zamanda Şeyh Safî’nin/Safiyyüddin‘in
torunu bir tarikat şeyhi konumundaydı)
devlete baş kaldırmış, isyan etmiş, üzerlerine gelen Osmanlı ordularıyla
çarpışmış, kısmen başarılı olmuş durumdalardı.
Şah İsmail Doğu Anadolu’yu (Diyarbakır gibi
şehirleri) elinde bulundurduğu gibi, Osmanlı hanedanının akrabalık ve
müttefiklik ilişkisi içinde olduğu Dulkadiroğulları‘nın
topraklarına da ordusunun başında saldırmış bulunuyordu.
*
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ile hesaplaşmak zorundaydı.
Selanikli’nin bakış açısına göre ise, buna lüzum yoktu,
Padişah, “milletin isteği, emelleri ve gerçek ihtiyaçları açısından
değil, belki şunun bunun özel emellerini, tutkularını” gerçekleştirme
siyaseti güdüyordu.
Selanikli için söylenebilecek olan şey şu: Meydanı boş bulmuş, konuşmuş.. Karşısında “O kadar
da değil!” deme cesareti bulunan kimse kalmamış olduğu için aklına ne gelirse
söyleyebilmiş.
Evet, Yavuz Sultan Selim, Şah ile
hesaplaşmak zorundaydı.
Çaldıran‘dan sonra Tebriz‘e kadar
gitmiş, fakat Şah İran içlerine çekildiği için bu meseleyi kökünden halletme
imkânı bulamamıştı.
Şartların elverişsizliği ve askerin isteksizliği yüzünden
İstanbul’a döndü. Fakat niyeti İran üzerine tekrar yürümekti.
Ancak, o arada Şah İsmail, Mısır’daki Memluk devleti ile temasa geçmiş, ahmak Kansu Gavri‘yi pohpoplayarak Yavuz Sultan Selim’e karşı
kışkırtmaya başlamıştı.
Ve bu Kansu Gavri,
Mısır’da rahat durması gerekirken ordusunu toplayıp Suriye‘ye yürüyerek, İran’a gitmek üzere yola çıkmış
olan Yavuz Sultan Selim’e aklınca aba altından sopa göstermeye kalkışmıştı.
Prof. Feridun Emecen’den (Ki, İlber standartlarına göre, Selanikli gibi konuşmadığı için cahil kategorisine giriyor) dinleyelim (TDV İslâm Ansiklopedisi):
“Yavuz Sultan Selim’in
çıkacağı bu yeni seferde asıl hedefinin Memlük Sultanlığı olduğu
yolundaki yerleşmiş bilgiler muhtemelen tam olarak doğru değildir. Diyarbekir
bölgesindeki gelişmeler, Şah İsmâil’in sınırlara inişi ve
bu arada Memlükler’in Halep valisinden gelen mektuplar başlangıçta bu seferin
Safevîler’i hedeflediğini gösterir. Ancak Selim’in harekete geçmesi üzerine
sınırlarında ortaya çıkan çatışmalardan endişe duyan Memlük Sultanı Kansu Gavri’nin ordusunu toplayarak Suriye’ye doğru hareket etmesi
ve Osmanlı birliklerine sınırlarından geçiş izni vermemesi bu
durumu değiştirecektir. Nitekim Yavuz Sultan Selim, Doğu seferi için Edirne’den
İstanbul’a geldiğinde topladığı divanda Memlükler’i değil
Diyarbekir bölgesinde [Şah İsmail’in adamı] Karahan’ın faaliyetlerini gündeme
almış bulunuyordu. Hatta Diyarbekir yöresinden gelen kötü haberler ve
gönderilen bir Osmanlı birliğinin Karahan tarafından bozguna uğratıldığı
yolunda ulaşan bilgiler üzerine gerekli tedbirleri almadığı gerekçesiyle
Vezîriâzam Hersekzâde Ahmed Paşa’yı divanda yumruklamış, sonra da onu görevden
almış (18 Nisan), yerine Hadım Sinan Paşa’yı getirmişti. Sinan Paşa’yı önden
Diyarbekir’e gönderirken kendisi de Memlük sultanından aldığı mektuptaki
endişeleri gidermek için iki elçiyi (Molla Zeyrekzâde Rükneddin ile Karaca
Paşa) yollayarak amacının sadece dinden çıkmış olanları
cezalandırmak olduğunu bildirip dostluktan söz ediyor ve
tüccarlara koyduğu yasağın sebeplerini açıklıyor, bunun Memlük tâcirlerini hedef almadığından söz
ediyordu. Ardından … 5 Haziran 1516’da İstanbul’dan hareket etti.
“26 Haziran’da Akşehir’e
vardığında … gelen bir casustan Memlük sultanının Halep’e geldiği, Osmanlı
askerlerini topraklarından geçirmemek niyetinde olduğu haberleri öğrenilmişti.
Memlük sultanı, her iki hükümdar arasında aracılık yaparak
barış için bu tedbiri aldığını ileri sürerken Yavuz Sultan
Selim bunu düşmanlık olarak niteledi ve Şah İsmâil ile birlikte hareket
ettiği, dolayısıyla peygamberin şeriatını kaldırmak isteyenlere yardımcı
olduğundan onlara benzediği suçlamasında bulundu; bu
yolda fetva dahi aldı. … 30 Temmuz’da Yavuz Sultan Selim
hedefini Memlük sultanı ve Halep olarak resmen ilân etti. 6 Ağustos’ta Malatya
ovasından ayrılarak Halep’e yöneldi.”
*
Selanikli’nin dil
uzattığı üçüncü şahıs, Kanunî Sultan Süleyman..
Şöyle diyor:
“Kanuni Süleyman her iki cepheyi
[batı ve doğu] en üst derecede genişletmek, bütün Bahr-i Sefid’i (Akdeniz) bir Osmanlı havuzu haline
getirmek, Hindistan üzerinde gücünü
kurmak gibi çok büyük, şahane bir siyaset izledi. Bu siyasetin uygulanması
için ana unsuru kullandı.”
Önce, şu ana unsur lafı
üzerinde duralım..
Ana unsurdan kastı, Türkler..
Ancak, Osmanlı Devleti’nde askerlerin sadece Türkler’den
oluşmadığını biliyoruz.
Devşirmeler de var..
Mesela, İnebahtı Savaşı‘nda
Osmanlı donanmasının tümden imha edilmesine engel olan Kılıç Ali Paşa; önceki unvanıyla Uluç Ali Reis…
Aslen, genç yaşta Osmanlı donanmasına esir düşmüş bir İtalyandı..
O savaşta hristiyan donanmasına esir düşen Osmanlı
bürokratı Hindî Mahmud, Sergüzeştnâme adlı manzum esaretnâmesinde
(Türkiye Yazma Eserler Kurumu tarafından yayınlandı), böylesi sonradan müslüman
olmuş uluçlardan esir olanların hristiyanlar tarafından
özellikle dinden dönmeye zorlandıklarını, ve bunu kabul etmedikleri için yakılarak öldürüldüklerini yazmaktadır.
Yani, bu mesele Türklük
meselesi değil..
Fakat, Selanikli’nin meselesi de bizim “bu mesele” değil..
Onun derdi başka..
Onun derdi, Kâzım Karabekir‘e
söylediği şu cümlelerin gösterdiği gibi, (emel ve tutku demeyelim) para, pul ve dünya nimetlerinden ibaretti:
“Dini ve namusu olanlar
kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle
memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu
kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk
olur..”
Gerçekten de, Selanikli Mustafa Atatürk, memleketi zenginleştirmek için
işe dini (İslam’ı) ve namus telakkisini yok etmeye
çalışarak başlamış, fakat dinsizliği ve namussuzluğu hâkim
kılmaya çalışırken milletin zenginleşmesi ile ilgili adımları yeterince
atamamıştı..
Fakat kendisi ve hempaları zenginleştikçe
zenginleşmişlerdi..
“Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin!”
*
Kanunî mevzuuna dönelim..
Onun Akdeniz‘i Türk gölü
haline getirmek gibi özel bir gayesi yoktu (ve bu, hiçbir zaman gerçekleşmedi).
Fakat, yaptıkları, böylesi bir gayenin gerçekleşmesine hizmet edecek
mahiyetteydi.
Bir defa, Oruç ve Hızır (Barbaros) kardeşlerin Osmanlı egemenliğini
kabul etmesi, Osmanlı’nın onlara böylesi bir teklifle gitmesi sonucunda değil,
bizzat kendilerinin öyle hareket etmeyi tercih etmeleri sayesinde gerçekleşti.
Onlar, mesela bir Karamanoğlu gibi
hareket etmediler, ihtiraslarına, emel ve
tutkularına mağlup olmadılar.
Böylece Osmanlı, Kuzey Afrika‘da söz
sahibi oldu.
Yine Kanunî’nin Fas politikasına
bakıldığında, Fas hükümdarının gönlünü yapmak için Cezayir valisini onun arzusu
istikametinde değiştirme tevazuunu bile gösterdiği görülüyor. “Benim içişlerime, egemenlik alamına karışamazsın” vs.
demiyor.
Öte yandan, Kanunî döneminde, Malta’yı geçtik, Kıbrıs ve Girit hâlâ Venedikliler‘in elindeydi. Ve Venedik savaş gemileri
Osmanlı yolcu gemilerine büyük zararlar verebiliyorlardı.
Anadolu’nun burnunun dibindeki Rodos‘un alınması, Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesi
için yetmezdi.
*
Hindistan mevzuuna gelelim..
Selanikli'nin cahilce iddiasının aksine, Osmanlı’nın Hindistan üzerinde egemenlik kurmayı
hedeflemesi diye birşey olmadı, olamazdı.
Arada İran vardı..
Ancak, okyanus sularında yelken açmaya elverişli Portekiz gemilerinin o dönemde Güney Afrika’yı dolanarak Hint Okyanusu‘na ve Kızıldeniz‘e
ulaştıkları biliniyor.
Arap Yarımadası‘nı da tehdit etmeye başlamışlardı. Hatta, bugünkü Kuveyt’te bir kale inşa etmişlerdi (Ki kuveyt,
kalecik anlamına gelmektedir, kût kelimesinin ism-i tasğîridir).
Kanunî’nin, egemenlik hırsı, emel ve tutkuları için değil,
Portekizliler’den zarar gören müslümanlara yardım gayesiyle
doğu ile ilgilendiği doğrudur.
Yine Prof. Emecen’den dinleyelim (TDV İslâm Ansiklopedisi):
“Hadım Süleyman Paşa’ya
Portekizliler’in Hint sularında artan faaliyetlerini önlemek için Süveyş’teki donanma ile hareket etmesini
emretmişti. Çünkü Hindistan’daki küçük müslüman sultanlıklar
Portekizliler’den yakınıyor ve Osmanlı padişahından yardım bekliyordu.”
Kimse Selanikli‘den
mütebahhir bir tarihçi olmasını bekleyemez.
Fakat, yanlış bir iddiayı ispat için kafasından birşeyler
uydurmasa ve Osmanlı padişahlarına “saydırmasaymış eyiymiş”..
Ne dersin İlber efendi, Selanikli için “cahil”
diyebilir miyiz?
*
Selanikli’nin lafları ve cahilce gafları bitmedi..
Bundan sonrasını biraz hızlı geçelim..
Öncelikle şu “milletin ihtiyaçları değil,
şunun bunun özel emelleri, tutkuları” bahsi üzerinde duralım.
Psikologların “yansıtma/projection” (başkasını kendisi gibi zannetme) kavramı üzerinden
birtakım değerlendirmeler yapılabilir belki, fakat psikolog olmadığımız için
bu “bilimsel” bahsi geçelim. (Selanikli “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek belki
bunu isterdi, fakat kalsın.)
Şu kadarını söyleyelim: Mesela şapka devrimi için
ne söylenebilir? Milletin mi ihtiyacıydı, yoksa birilerinin özel emel ve
tutkularının mı sonucuydu?
Cevabı İlber Bey versin.. “Milletin ihtiyacıydı” diye cevap vererek biz
cahilleri irşad etsin.
*
“Dış siyasette kendi emelleri, hırsları ve arzularına dayanma” bahsi de aynı
bakış açısıyla ele alınabilir.
Ancak, bu noktada, Selanikli’nin Osmanlı için yaptığı “iç teşkilâtlarını dış siyasetlerine uydurmak zorunda
kalma” tespitinden de yararlanmak gerekir.
Aynı şey acaba Selanikli için de (belki de daha fazlasıyla)
söz konusu olabilir mi?
Selanikli'nin yaptığı “devrimler”in, memleketin “iç teşkilâtlarını dış siyasetine uydurmak zorunda kalmasından” kaynaklanıp
kaynaklanmadığı sorusu cevap bekliyor.
Benim bir cevabım var, ama söylemeyeceğim.
Cevabı, cahilliğe savaş açmış olan İlber Bey versin..
*
Gelelim Selaniki’nin şu cahilce laflarına:
“… ana unsur, uzun seferler yapmakla zafer meydanlarında ölmekle,
zapt olunan memleketlerin kendisini ve halkını beslemekle ve
onlara bekçilik etmekle kendi kendini yıpratıyordu. Bununla birlikte millet,
ana unsur; kendi evinde, kendi yurdunda ve kendi hayati
gereklerini kazanmak için çalışmaktan tamamen mahrum bir halde bulunuyordu.
Bu tac sahipleri yöneticiler milleti böyle diyar diyar
dolaştırmakla, onlara kendi yurtlarını düşünmeye izin vermemekle de
yetinmiyorlardı. … Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler
sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişler; bizim
milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve
kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir.”
Bunların ardından lafı kılıç ve sabana
getiriyor.
Bir taraftan “ana unsurun, kendisini ve
[sair] halkı beslediğini” iddia ederken, diğer taraftan, çelişkili
biçimde, aynı kitlenin, “kendi hayati gereklerini
kazanmak için çalışmaktan tamamen mahrum” olduğunu
öne sürüyor.
Cahil adam..
Peki, kendi “hayati gereklerini” bile kazanamayan bir
kitle, kendisinin yanı sıra sair halkı bile nasıl besliyordu?
Bunun cevabı yok.
Belki vardır da, ben cahil olduğum için
bilmiyorumdur.
Allah’tan memlekette İlber Bey var.
Belki lutfedip bizi aydınlatır.
*
İmdi, Selçuklular Anadolu’yu
neyle ele geçirdiler, kılıçla mı, sabanla mı?
Buna bir Atatürkçü cevap
versin (Tercihim İlber Ortaylı)..
İkincisi, Türkler esas
itibariyle göçebe bir topluluk, yerleşik hayata yabancı..
Bu mantığa göre, Türkler, Orta Asya‘dayken
kılıcı ellerine alıp batıya doğru yürümek yerine vatan sevgisiyle oldukları
yerde kalıp yerleşik hayata geçseler, ziraatle ve sabanla uğraşsalardı, şimdiye
kadar Amerika’yı bile ele geçirmişlerdi.
Bulgarlar vs. sabanlarına yapışmışlar da, niye onlar bu saban
gücüyle Anadolu’yu ele geçirip Orta Asya’ya doğru gitmemişler?
Ha bir de Kanada, İngilizler ve
Fransızlar örneğini veriyor.
Kanada’ya İngilizler sadece sabanla mı
gittiler?!
Orada Fransızlar’ı gerçekte
sabanla değil, kılıçla yendiler.. Topla tüfekle..
Madem saban tek başına yetiyordu, neden bir Amerikan bağımsızlık savaşı yaşandı ve İngiltere
Amerika’yı kaybetti?
Saban, neden hakimiyeti sağlayamadı?
*
Toplumlar birden bire değişmezler..
Birtakım alışkanlıklar kuşaktan kuşağa geçer..
Nitekim, Osmanlı, “ana unsur” Türkler‘in
göçebeliği yüzünden birçok zorluklar yaşadı.
Bunları askere alma, vergilendirme gibi
hususlarda güçlük yaşıyordu.
Tanzimat döneminde bunları yerleşik hayata zorlama yönünde
adımlar atıldı, fakat yine de tam başarı elde edilemedi.
“Ana unsur”, topyekün cihada hiçbir zaman çıkmadı, fakat Celalî isyanları ile “Ben de varım” demekten de
geri kalmadı.
Yani, Selanikli’nin tabiriyle padişahların ardına düşüp “serserilik” yapmak yerine, Osmanlı’nın tabiriyle eşkıyalık yaptılar.
Olayın aslı, Selanikli’nin “cahil”ce çizdiği karikatürdeki gibi değil.
Osmanlı tümden pîr ü pak, kusurdan ârî, günahsız ve masum değildi elbette,
fakat Selanikli’nin anlattığı gibi de hiçbir zaman olmadı.
*
Sonra, Osmanlı tarihi baştan sona savaş değil
ki..
Arada savaşsız geçen uzun yıllar var..
Kanunî bile son zamanlarında uzun süre sefere
çıkmamış, Zigetvar Seferi‘ne vezirlerin
ısrarı sonucunda çıkmıştı.
Daha sonraki süreçte, “emelsiz, tutkusuz” bir nice padişah, başını sarayın dışına bile uzatmaya üşenerek ya da buna fırsat
bulamadan yaşayıp gitti.
Padişahlar salt emel ve tutku arıyorlardıysa,
saraydaki imkânlar yetmiyor muydu?
*
Selanikli’nin, “aldıkları memleketlerde bütün
unsurları: dilleri, dinleri, gelenekleri, her şeyi başka başka olan ve
birçok milletlerden ibaret bulunan bu unsurları, olduğu gibi korumaya
kalkıştılar” şeklindeki suçlaması ise, aslında bir övgü..
“Birşey aşırılaştığında zıddına inkılab eder, dönüşür” derler.
Yergi de böyledir.
Yukarıda aktardığımız söz, bilge bir insana, medenî/uygar bir şahsa, hele de bir
devlet adamına hiç yakışmaz.
Çünkü, devlet, insanlara hizmet için
vardır.. Onları kendi emel ve tutkularına göre yap-boz tahtasına
çevirmek, cansız ve ruhsuz bir eşya ve nesne gibi
şekillendirmeye çalışmak için değil..
Böylece Selanikli, Osmanlı’nın emperyalist ve sömürgeci mantıkla hareket
etmediğini, ve Cumhuriyet kafasına göre daha özgürlükçü, daha
insanî ve daha “insan haklarına saygılı” olduğunu itiraf etmiş
oluyor.
Allah (c. c.) söyletiyor.
*
Ne yazık ki Selanikli Mustafa Atatürk, Osmanlı
padişahlarında bulduğu “kusur”u işlememek için önünde hammadde olarak bu
memleketteki “ana unsur”u buldu.
Bu milletin dili, dini, gelenekleri, namusu, her şeyi ile uğraştı, millet “olduğu gibi” kalmasın
diye elinden geleni yaptı.
Koruma kanununun gölgesindeki “Türk’e Atatürk propagandası”nın
etkisiyle birileri onu gözlerinde fazla büyütebilir, bir put ya da tanrı yapıp
tapabilirler.
Gerçekte ise, yanlışları doğrularından kat kat fazlaydı.
Zeki (kurnaz), fakat yukarıdaki zırvalarının da ortaya koyduğu gibi cahil bir adamdı.
“Bir aptal, kendisine hayran olan daha aptal birini her zaman bulur" şeklindeki "Boileau kanunu" burada da hükmünü icra etti, onun bu tür saçma ve cahilce lafları yığınla müşteri buldu.
*
İlber Bey kusura bakmasın, Selanikli'nin İstiklal Harbi‘ndeki başarısı da, bir Fatih Sultan Mehmed’in, bir Yavuz
Sultan Selim’in, bir Kanunî Sultan Süleyman’ın başarılarının yanında
büyütülecek birşey değildir.
Hepi topu, Yunan’ın Batı Anadolu‘dan
kovulması ve işgal güçlerinin İstanbul‘dan çekilmesi sürecinde orduların
başında yer almıştır. (Maraş’ı, Urfa’yı ve Anteb’i bile o kurtarmış değil.)
Zaten İkinci Adam İnönü'ye göre başarı aslında Selanikli'ye de değil, İngilizler'e ait:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
Sultan Alparslan ise, bütün bir Anadolu’yu “sabansız, kılıçlı”
Türkler’in önüne sermiştir.
Fatih Sultan Mehmed’in girdiği savaşların ve fethettiği
toprakların haddi hesabı yok. Ölümü bile (tıpkı Kanunî gibi) sefer halindeyken,
savaşa giderken oldu.. Dolmabahçe Sarayı’nda karyolada vefat etmediler.
Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Mısır, Yemen
ve bugünkü Suudi Arabistan topraklarını ele geçirdi.
*
Emel ve tutkuya gelince..
Vefatından altı ay önce, Yavuz’a vezirler, Rodos‘u
fethetme teklifinde bulunmuşlar, o anda sahip olunan barut miktarının buna kâfi
gelmeyeceğini, kuşatmanın onların tahminlerinden daha uzun süreceğini söylemiş,
ve görece genç yaşta olduğu halde, “Bizim bundan sonra seferimiz
ahiretedir” demiştir.
Gerçekten de, Rodos’un fethi, onun belirttiği süre zarfında
mümkün olabilmiştir..
Selanikli, bu padişahları anlayabilecek bir ilmî seviyeye
sahip olabilseydi memlekete daha faydalı olabilir ve sağlıklı değerlendirmeler
yapabilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder