UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 13
Bir
önceki bölümde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in
çıkaracağı Tan gazetesi için Ankara’ya matbaa getirtmiş olduğunu
duyunca “hür fikir” krizine girip “Yakın, yıkın!” diye emirler
yağdırmış olduğunu görmüştük.
Bu
sırada Anadolu’da (yanında Kâzım Karabekir de olduğu halde) seyahat etmektedir.
Uğur
Mumcu, Karabekir’den şu alıntıyı yapıyor (Kazım Karabekir Anlatıyor,
17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi, s. 68):
“15
Ocak'ta
Eskişehir'deyken gelen haberde Afyon mebusu (milletvekili) Şükrü Efendi'nin “Hifâfetin
saltanatı havi olması (içermesi)” hakkında tab ettirdiği (bastırdığı)
risalenin (kitapçığın) bugün Ankara'da intişar ettiği (yayınlandığı)
haberi
geldi.
“Gazi
buna cok kızacak diye beklerken daha cok düşünmeye dalıyordu. Ve hilafetin
lüzumundan bahsediyordu.”
Öncelikle saltanat kavramı üzerinde durmak
gerekiyor.
Şükrü Efendi “hilafetin saltanatı içerdiğini”
söylerken, hilafetin “babadan oğula geçen bir padişahlık/krallık”
olduğunu iddia ediyor değil.
Burada saltanat, “devlet gücü, siyasal otorite,
politik iktidar” anlamına geliyor.
Bu anlamda cumhuriyet rejimi de bir saltanattır.
Demokratik usulle iktidar olan otoriteler de saltanat
sahibi durumundadırlar.
Yani Şükrü Efendi, halifenin siyasal gücü
elinde bulundurması gerektiğini, aksi takdirde hilafetten söz
edilemeyeceğini ifade etmektedir.
O yüzden mesela Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
de, son halife diye bilinen Abdülmecid’in hilafetinden söz
edilemeyeceğini söylemektedir.
*
Biz “saltanat” kelimesini sanki “sad” harfi varmış
gibi telaffuz ediyoruz fakat aslında “sin” harfiyle yazılıyor.
Hans Wehr, Arapça-Almanca sözlüğünde saltanat
(seltanatün) kelimesine şu karşılığı vermiş: “Sultanlık, aynı zamanda bir sultanın
idaresi altındaki devlet işi/durumu (Staatswesen).”
Burada karşımıza şu soru çıkıyor: Peki, sultan, padişah/kral
demek değil midir?
Değildir. Her padişah sultandır da, her sultan
padişah/kral değildir.
Seçimle gelip giden devlet başkanları da
sultandır.
Nitekim Hans Wehr, atıfta bulunduğumuz sözlüğünde “sultan”
kelimesinin anlamı için önce kuvvet, güç ve hükmetme anlamına gelen
kelimeleri sıralıyor [Macht (güç, kudret), Kraft (kuvvet), Stärke (güç), Gewalt
(zor, kuvvet, hakimiyet)], ardından da diğer bir grup kelimeye geçiyor: Herrschaft
(egemenlik, hakimiyet), Regierung (hükümet), Vollmacht (tam yetki), Autorität
(otorite), Ermächtigung (yetki).
Evet, Arapça’daki anlamı itibariyle demokratik
yollarla seçilmiş bir cumhurbaşkanı da “sultan”dır.
*
Nitekim TDV İslâm Ansiklopedisi’nin
“Sultan” maddesinde “Sözlükte … ‘karşı konulamayacak bir
güce sahip olmak, mutlak üstünlük sağlamak’ mânasına gelen selâta masdarından
türeyen sultân kelimesi ‘hüccet, delil, kahr, kudret satvet
ve bu sayılanlara sahip olan kimse’ demektir” deniliyor.
Aynı maddede şu da söyleniyor:
Sözlükte “güç, kuvvet, otorite,
iktidar” anlamında soyut bir kavram olan sultân (çoğulu
selâtîn) Kur’ân-ı Kerîm’de “hüccet, mûcize, mutlak güç ve üstünlük”
mânasında geçmekle birlikte, “Cihadın en faziletlisi zalim sultan katında hakkı
söylemektir” (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13); “Sultan velisi
olmayanın velisidir” (Ebû Dâvûd, “Nikâḥ”, 19; Tirmizî, “Nikâḥ”, 14) gibi
hadislerin varlığı (Wensinck, el-Muʿcem, “slṭ” md.), kelimenin
Asr-ı saâdet’ten itibaren “yönetici, hükümdar, devlet başkanı”
anlamında kullanıldığını göstermektedir.
(Burada şunu da belirtelim, Farsça “dar” ekiyle vücuda
getirilmiş olan “hüküm-dar”, “hüküm sahibi, hükmetme konumunda olan”
demektir ve bir cumhurbaşkanı da bir padişah gibi hükümdardır.)
*
Başa dönersek, “hilafetin saltanatı içerdiğini”
söyleyen Şükrü Efendi, 1 Kasım 1922’de Osmanlı Devleti’nin TBMM eliyle
yıkılması sonucunda halife unvanını taşıyan şahsın devlet başkanı değil de “sivil”
bir sıradan vatandaş haline getirilmiş olmasına itiraz etmektedir.
Saltanatsız (siyasal güçten yoksun)
bir hilafetin hilafet sayılamayacağı mesajını vermektedir.
*
Evet, 1 Kasım 1922’de “saltanatın kaldırılması”
adı altında yapılan şey sadece Osmanlı ailesinin “devlet başkanlığı imtiyazı”na
son verilmesi
değildi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıydı.
Saltanat
kaldırılmadı, devlet katledilip kaldırıldı.
Osmanlı
Devleti’ni “tanımayan”, daha doğrusu “yıkan” karar şöyle:
Kararname No: 307
Osmanlı İmparatorluğunun münkariz (yıkılmış) olduğuna ve
Büyük Millet Meclisi Hükümeti teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye Hükümetinin
Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u millî dahilinde yeni vârisi
olduğuna ve Teşkilâtı esasiye kanuniyle (anayasa ile) hukuk-u hükümrani
(egemenlik hakları) milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki
Padişahlığın madum (yok) ve tarihe müntakil (geçmiş) bulunduğuna ve
İstanbul’da meşru bir Hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet
Meclisine ait ve binaenaleyh oraların umum idaresinin de Büyük Millet Meclisi
memurlarına tevdi edilmesine ve Türk Hükümetinin hakk-ı meşruu olan Makam-ı
hilâfeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.
30 Teşrinievvel 1338 (1 Kasım 1922)
Osmanlı
Devleti’ni “esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtarmak” yerine uzaktan
silah sıkarak, bombardımana tabi tutarak kendileri öldürüyorlar.
Fakat
“hilafet makamı”nı kurtaracaklarmış.
Ancak,
kurtardıkları şey (Şükrü Efendi’nin yazdığı gibi) gerçekte hilafet
değil.
İçi boş
bir unvan.
Nitekim
memleketimizde ismi (Ali, Veli türünden özel isim olarak) Halife olan bir yığın vatandaş var (Bazılarını ben de
tanıdım).
Halife
ismini taşıyan o vatandaşlarımız ne kadar halife ise, Abdülmecid de o
kadar halifeydi.
*
Uğur
Mumcu’nun kitabına dönelim..
Karabekir’den yaptığı
nakiller arasında, onun Selanikli’nin 1 Kasım konuşmasından aktardığı
bölümler de var.
Karabekir, “1 Kasım nutkunun mühim
yerlerini okuyalım” diyor ve önce Selanikli’nin şu sözlerini aktarıyor (s.
68-9):
“Efendiler!
“Bu dünya-yı
beşeriyette asgari 100 milyonu mütecaviz (aşkın) nüfusta mürekkep bir Türk
millet-i azimesi vardır, yine 100 milyonluk Arap kitlesi vardır. Mazhar-ı
Nübüvvet ve Risalet (peygamberlik ve elçiliğe mazhar) olan Fahr-i Alem (âlemin
övüncü) Efendimiz bu
kitle-i Arap içinde Mekke'de dünyaya gelmiş bir vücud-i mübarek (kutlu
varlık) idi.
“Ey
arkadaşlar, Tanrı birdir; büyüktür. …”
Selanikli’nin sonraki eylem ve
söylemleri, bunları münafıkça söylemiş olduğunu ortaya koydu.
Fakat, aslında geçmişteki eylem ve
söylemleri de, bir münafık olduğunu gösteriyordu.
Falih Rıfkı
Atay’ın Çankaya’da yazdığına göre, İttihatçı arkadaşları onu
“ahlâksız, haris, sarhoş, sefih ve fırsatçı” olarak nitelendiriyordu.
Fevzi Çakmak ile İsmet İnönü bile onun için “menfaat düşkünü, muhteris”
diyebilmişlerdi.
Evet, Selanikli bu
dindar nutkundan üç sene üç ay önce, Erzurum’da, Kongre sırasında
bir gece yarısı hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e “Gelecekte tesettürü
kaldıracağını, Arap (Kur’an) harflerini atıp Latin harflerini alacağını,
millete şapka giydireceğini” söyleyebilmişti.
Daha başka şeyler de
söyleyecekken Mazhar Müfit “Paşam darılma ama sen de çok hayalcisin, benim
uykum geldi, yatıyorum” dediği için “devrim” zincirinin diğer halkalarını
sayma imkânı bulamamıştı.
Evet, adam “mazhar-ı
takiyye ve gizli gündem”..
Bir kafasındaki plana,
gizli gündeme bakın, bir de 1 Kasım konuşmasında takiyye makamında söylediklerine..
*
Allahu Teala şöyle
buyruyor:
“(Ey Rasûlüm!)
Münâfiklar sana geldiklerinde, “Şâhitlik ederiz ki, hiç şüphesiz sen, gerçekten
Allah'ın Rasûlüsün!” dediler. Allah da biliyor ki, hiç kuşkusuz sen, hakikaten
O’nun peygamberisin! Bununla birlikte Allah elbette, o münâfıkların
yalancıların ta kendileri olduklarına şahitlik eder.” (Münafikûn, 63/1)
Selanikli’nin sözü doğru, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem, Allahu Teala’nın peygamberi ve elçisidir, âlemin övüncüdür, bununla
birlikte Selanikli yalancının ta kendisidir.
Çünkü bunları inanmadan
söylemektedir.
Sonradan Allahu Teala’nın
kitaplarını “gökten indiği sanılan” diyerek inkâr edip aşağılayacak,
küfrünü kamuoyu önünde (amelinin yanı sıra sözüyle de) açığa vuracaktır.
Bu açık tavrıyla, günümüzde onu
sevip izinden gitmek için yarışanların işini biraz zorlaştırmış ve kafalarını
karıştırmış oldu..
Öyle ki bazısı (mesela
mütevaffa şeyhtan Haydar Baş) onun münafıklık mesleğini sürdürürken,
kimileri de “açık küfür” yolu üzerinde iz sürerek Cehennem’e yol alıyorlar.
Ancak pek fazla dert etmelerine
gerek yok, nasıl olsa yolları bir noktada birleşecek, “ata”larının izinde aynı
adrese teslim olacaklar.
* * *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder