VAHİDEDDİN'İN GİZLİ PLANI NEYDİ?
MUSTAFA KEMAL O PLANIN GİZLİLİĞİNİ İSTİSMAR EDEREK NASIL YENİ BİR GİZLİ PLAN YAPTI?
Diyelim ki birisi şunu iddia ediyor:
Sultan Vahideddin, yâveri
durumundaki Mustafa Kemal’i Anadolu’ya “gizli bir görev” ile
gönderdi.
Bu gizli görev (örtülü operasyon), vatanın
kurtarılmasıydı.
Fakat bu, Padişah tarafından “resmen” ilan
edilemiyordu.
Mesela gazetelere demeç verip, “Yaverim Kemal’i
Anadolu’ya gönderiyorum, milleti toparlayacak, ülkeyi kurtaracak” diyemiyordu.
Çünkü bunu demesi durumunda Mustafa Kemal’in bir
ekiple birlikte Anadolu’ya geçiş vizesini işgalci güçlerden
alması mümkün değildi.
Sonraki süreçte de böylesi bir açıklama yapamadı,
çünkü bu durumda işgalci güçler, “Sen bize yalan söyledin, bizi aldattın”
diyecekler, İstanbul’da Mondros Mütarekesi hükümlerine aykırı
zorbaca tasarruflarda bulunabileceklerdi. (Gene bulundular ama diğer türlü
onların eline koz verilmiş olacaktı.)
Bu yüzden Padişah, “Kemal’i ben gönderdim”
diyemiyordu.
Fakat biz, Mustafa Kemal’in kendi sözlerini baz alarak
yaptığımız “metin tenkidi” ameliyesi sayesinde, olayların böyle
geliştiğini, hatta Padişah’a yakın bazı kişilerin ona bu gizli görevin
verilmesini engellemeye çalıştıklarını, Vahideddin’in onları dinlemediğini
anlıyoruz.
*
Bunları diyen birine bazıları çıkıp “Anlattığın masal kulağa
gayet hoş geliyor, fakat bunlar boş laflar.. Biz neyin ne olduğunu daha ilkokuldayken öğrendik,
bu hikâyelere karnımız tok” diyeceklerdir.
Ayrıca, “Atatürk’ün sözlerinden böyle bir anlam çıkmıyor” diye karşı atağa
geçebileceklerdir.
Bununla da yetinmeyip, “Atatürk’ün bu anlattıklarınızı doğrulayan bir tane
bile konuşması yok” karşılığını verebileceklerdir.
*
Diyelim ki diğer taraf buna karşı şunu söyledi:
Atatürk’ün pek çok beyanı,
olayların bizim anlattığımız şekilde cereyan ettiğini ortaya koyuyor.
Fakat bunu anlamak için öncelikle önyargılarımızı
ve şartlanmalarımızı bir tarafa bırakmamız gerekiyor.
Bu mesele ilkokul düzeyindeki algılama
ile analiz edilebilecek bir konu değil.
İtirazınızı anlayabiliyoruz, daha altı yaşından
itibaren sistematik bir beyin yıkama ameliyesine maruz
bırakılan, milli bayram adı altında sürekli propaganda narkozu yiyen, gittiği
her devlet dairesinde “her yerde hazır ve nazır” bir
ata olarak Atatürk resmiyle karşılaşıp onda bir olağanüstülük vehmetmeye
başlayan, olur olmaz her yere millet kesesinden yapılan onbinlerce, yüzbinlerce
heykeli ile onun yaşayan insanlardan daha kanlı canlı bir ölümsüz ölü olduğu
zehabına kapılan insanların, büyülenmiş gibi böyle düşünmeleri bizi
şaşırtmıyor.
Üstelik bir de Atatürk’ü Koruma Kanunu diye birşey
var. Söz konusu büyünün bozulması için öncelikle bu kanunun kaldırılması
gerekiyor.
Ancak, iddianızın aksine, anlattıklarımız masal
değil.. Atatürk’ün kendi sözlerini “metin tenkidi” ameliyesine tabi
tuttuğumuzda ulaştığımız veriler, Atatürk muhalifi diye susturulmuş olan
kişiler tarafından da doğrulanıyor.
Bizim metin tenkidi dediğimiz şeye siz isterseniz
analiz de diyebilirsiniz.
*
Bu sözler üzerine karşı taraf şunu diyebilir:
“Güzel konuşuyorsun fakat metin tenkidi ya da analiz
diye bir yığın demagoji, mugalata ve safsatayı önümüze
süreceğinizden şüphemiz yok. Halep oradaysa arşın burada, tamam siz kumaşınızı
orada ölçmüş olabilirsiniz, fakat gözümüzün önüne getirin görelim, bir de biz
arşınlayalım.”
Buna karşı öbür tarafın şöyle konuştuğunu düşünelim:
Mustafa Kemal (Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi ve Kadir Mısıroğlu gibi isimlerin açıkladığına
göre), Anadolu’dan gönderdiği bir telgrafta Padişah’a şunları arz etmiş
bulunuyor:
Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtibi
vasıtasıyla Padişah Hazretlerinin devletli katına:
Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik
ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bugün uğradığı
büyük baskı ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta
olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve
milletin bağımsızlığını, şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık
yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir.
Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda,
üzücü İzmir olayı dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla
ilgili görüşleriniz bugün bile belleğimdeki yerini korumaktadır.
Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul'dan son olarak
ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçi’nde
bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun»
dediniz. «Ben artık memleket ve milletin, nasıl kurtarılması gerekeceği
hususunda kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet
akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini
kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.
Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin
kararlı ve inançlı olarak görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın
emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda
aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım. Şu bir ay
içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut
boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların
düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir
şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet
ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması
için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul'da iken milletin
bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.
Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal
şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile
güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani
kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son kutsal buyruklarınız bütün
milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.
Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu
halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul'daki uygunsuz ve
nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız
durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan
yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet,
millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan
kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.
Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır
ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların
ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da
sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış
ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık
olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve
Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.
İşte milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana
gelen yeni durumları, istilâcı çıkarlarına zıt gören İngilizler ve vatanın
zararına da olsa, İngiliz taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu
kere güçsüzlüklerini ortaya koyarak beni İstanbul'a çağırmak
girişiminde bulunuyorlar. Pek şerefli hakanımızdan, milletine,
vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü ile karşılayan benim gibi bir
kumandanın yüce saltanat haklarına ve milletin ölmezliği ve var oluşuna
düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları kesinlikle
beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta'ya gitmek veya en azından iş görmez
duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal olarak da bunu
kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile memuriyetimden istifa
ederek eskiden olduğu gibi Anadolu'da ve millet sinesinde kalacağım; vatan
görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim.
Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat
makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz
bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanızı rica ederim.
*
Bunun üzerine karşı tarafın “Bu konuda bizim de
söyleyeceklerimiz var elbette.. Fakat önce sizin bu telgraf bostanından
hangi ürünlerin hasadını yaptığınızı bir görelim” dediğini varsayalım.
Diyelim ki beri taraf şunları söylüyor:
Mustafa Kemal aslında bu telgrafında
herşeyi itiraf etmiş durumda.
Çok kurnaz bir adam, telgrafında da
geçtiği gibi “üstü kapalı” konuşmayı gayet iyi beceriyor.
Telgrafta sözlerine önce Padişah’a
“yağ çekerek” başlıyor.
İnançlı bir müslüman gibi dua ediyor.
Hanedanın kurtarılması faslını da
unutmuyor.
İzmir olayı dediği şey, Yunan’ın İzmir’i
işgali.
Samsun’a hareketinden bir gün önce
Padişah tarafından Saray’da kabul edilmiş, onun “kurtuluşla ilgili
görüşlerini” dinlemiş.
Mustafa Kemal, o görüşlerin “bugün
bile belleğinde yerini korumakta” olduğunu söylüyor.
Daha anlaşılır Türkçesi şu: “Yüce
Padişahım, kurtuluşla ilgili olarak şahsıma verdiğiniz emirler hafızamda
capcanlı.”
Padişah ona ayrıca “İnşallah
millet akıllanır ve uyanır” demiş.
Bunun da meali şöyle: “Padişahım, bana
verdiğiniz milleti akıllandırma ve uyandırma işini canla başla yapmaya
çalışıyorum.”
Herhalde Padişah ona, “Kemalciğim,
millet uykusunu alınca nasıl olsa kendiliğinden uyanacak, elleme zavallılar
uykularını alsınlar” diyecek değil.
Mustafa Kemal’in özellikle şu cümlesi
gayet anlamlı:
“Hükümdarımızın bu gönül
dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime
devam ediyorum.”
Padişah’ın gönül dileği,
Mustafa Kemal’in müfettişlik vazifesini yapıp İstanbul’a dönmesi değil,
milletin akıllanması ve uyanması.
O gönül dileğinden esinlenilerek “kesin
kararlı ve inançlı olarak” devam edilen görevin de, Padişah’ın
Saray’da vermiş olduğu “memleketi kurtarma” vazifesi olduğu açık.
Öyle ki, görevin adı sureta
“müfettişlik” şeklinde sıradan bir unvan olsa da, münderecatı farklı: Van’dan
Ankara’ya kadar yetkili bir genel valilik. İstediği şehrin valisini
görevden alıp yerine bir başkasını atayabiliyor. Bütün komutanlar ona itaat
etmek zorunda.
Bitti mi?.. Hayır!
Ayrıca bir de “Hükümdarımızın
emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda
aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım” diyor.
Evet, mesele sadece basit bir
müfettişlik değil.. Müfettişlik maskesi altında kendisine verilen olağanüstü
yetkilerin yanı sıra bir de Padişah’tan özel emir almış.
Yani mesele sadece eline
tutuşturulan resmî görevlendirme yazısıyla sınırlı değil.
Mesele, milletin akıllanması ve
uyanması..
Peki akıllanıp uyanacak da ne yapacak?
Onu da Mustafa Kemal’in şu cümlesi
ortaya koyuyor: “…millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve
milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması
için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor.”
Bunun ardından da şunu diyor: “İstanbul'da
iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece
etkilenebileceğini (yani uyanabileceğini) düşünemedim.”
Buradan anlaşılıyor ki, gidip milleti
akıllandırmasını ve uyandırmasını isteyen Padişah’a “Yapamam, edemem, millet
uyanacak halde değil” filan demiş..
Görevi nazla niyazla kabul etmiş.
Anadolu genel valiliği anlamına gelecek şekilde yetkilerinin artırılmasında bu
naz ve niyazın da etkisi olmuş olabilir.
Mustafa Kemal bütün bunlardan sonra
Padişah’a “…kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize
tam anlamı ile güvenilmesi…” diyerek güvence vermekten de
geri kalmıyor.
Öyle ki, ifadesine göre, “Son
kutsal buyruklarınız (Padişah’ın buyrukları) bütün milletin azim ve yiğitliğini
artırmıştır”.
Başta da kendisinin tabiî.
Mustafa Kemal’in bunun ardından
söyledikleri, onun kurmay zekâsının ya da sıradışı kurnazlığının boyutlarını
daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Şunu diyor: “Yalnız, üzülerek
bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul'daki uygunsuz
ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız
durumdadır.”
Aslında rahatsız olan kendisi..
Fakat adam, kendi arzu ve isteklerini milletin
arzu ve istekleri, kendi rahatsızlıklarını da milletin rahatsızlıkları olarak
göstermekte uzmanlaşmış..
“Kendim için bir şey istiyorsam namerdim
(hepsi yeğenim Yahya için)” diyen Demirel’den daha zeki olduğu kesin..
Bu, kendisinden hiç söz etmiyor bile, doğrudan “Herşey millet için” diyor.
Millet İstanbul’daki kışkırtıcı
söylentilerden rahatsızmış..
Bu kışkırtıcı söylentilerin neler
olduğundan bahsetmiyor. Fakat bir sonraki cümlesi, meselenin “devlet,
millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan
kaldırılması” olduğunu ortaya koyuyor:
“Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya
yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok
olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği
bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret
gösteriyorlar.”
Peki bu kişiler (kişi değil) kimler?
Mustafa Kemal bu konuya da girmiyor.
Fakat sözlerinin devamı, meselenin
kendisi olduğunu ortaya koyuyor:
“Yüce Padişahım! Hükümdarları
hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi
sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve
önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar
içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam
Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve
böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü
kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
“Verilen görev”den söz ediyor ve bunun
engellenmeye çalışılacağını daha baştan “üstü kapalı şekilde” de olsa
anlatmaya çalışmış olduğunu belirtiyor.
Bu “verilen” ve engellenmeye
çalışılabilecek “görev”in müfettişlik olmadığı açık.
Öyle anlaşılıyor ki bu telgrafında
olduğu gibi hanedandan, saltanattan, hilafet makamının korunması ve
kurtarılmasından söz eden Mustafa Kemal, Anadolu’ya “özel görev”le gönderilmesi
söz konusu olduğunda, Padişah’ı bu tür “yağ”lamalar ile aldatmayı, milleti de
“Hilafeti ve Osmanlı Devleti’ni kurtaracağız” diyerek “gaza getirmeyi”, fakat
cumhuriyet ilan ederek cumhurbaşkanı sıfatıyla memlekette ipleri eline almayı
kafaya koymuş.
Ki bunu, Mazhar Müfit Kansu “Erzurum'dan
Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber” adlı kitabında
ifşa ediyor.
Erzurum Kongresi’nde (Mazhar Müfit’in
tabiriyle) müftü efendi gibi dua eden, “vatan, millet, Sakarya, saltanat,
hilafet, padişah” laflarını dilinden düşürmeyen Mustafa Kemal, gece Mazhar
Müfit ile Süreyya Yiğit'e “Saltanatın
kaldırılacağını, cumhuriyet ilan edileceğini, tesettüre
(örtünmeye) son verileceğini, Latin alfabesinin kabul edileceğini, şapka
giyileceğini” müjdelemektedir.
Neye güvenerek?
Tam da o sırada Ege'de “Milne Hattı”
denilen bir sınır çizerek Yunan’a, “Burada duracak, Anadolu içlerine gitmeyeceksiniz”
diyen İngiliz’in “örtülü” (üstü kapalı) desteğine güveniyor olabilir miydi? (Nitekim,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ kolu İsmet İnönü, 1973 yılında, Cumhuriyet’in ellinci yılı
münasebetiyle verdiği bir demecinde şunu söylemiş bulunmaktadır: “İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna
karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur.” [Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.])
Evet, Erzurum Kongresi’nin yapıldığı
sıradaki ümitsiz duruma rağmen Mustafa Kemal’in istikbale bu kadar
güvenle bakıyor olmasının nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nın baş galibi
İngilizler’in İstanbul’da kendisine bu yönde güvence vermiş, karşılığında da
memlekette Latin alfabesinin, Hristiyan takviminin, Avrupalı şapkasının, Avrupa
yasalarının, Batılı yaşam biçiminin hâkim kılınmasını, medreselerin kapatılıp
tesettüre son verilmesini, İslamî eğitimin köküne kibrit suyu dökülmesini
istemiş olmaları olabilir miydi?
Bu soruyu sormak durumundayız, çünkü
İngiliz gizli servisinin İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile
müteaddit defalar başbaşa özel görüşme yapmış olduğunu hem kendisi hem de
arkadaşları açıklamış bulunuyor.
Konuya dönersek, Mustafa Kemal’in,
kendisini yakından tanıyan, nerede nasıl hareket edeceğini tahmin edebilen
kişilerin devreye girerek, kendisine güvenmekte olan Padişah’ın aklını
çelebileceklerinden korktuğu anlaşılıyor.
Devlet kurumlarında biraz çalışmış
olanlar bilirler ki aynı faaliyet sahasında mesai yapanlar “Biz kırk kişiyiz,
birbirimizi biliriz” hesabı birbirlerini gayet iyi tanırlar.
Nitekim, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya
müfettişlik maskeli “vatanı kurtarma görevi”yle (olağanüstü yetkiler verilerek)
gönderilmesini Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi engellemeye
çalışmıştı.
Mustafa Kemal’i tanıdığından değil, onu
tanıyan dindar subaylar bu kurnaz şahsın Padişah’ı “kafaya almış” olduğunu,
fakat kesinlikle “altını oyacağını”, bundan İslam’ın da payına düşeni alacağını
söylemiş oldukları için.
Merhum Ali Ulvi Kurucu,
Ezher’deki talebeliği sırasında bu konuda Şeyhülislam’dan duyduklarını Hatıralar’ının
ikinci cildinde anlatmış bulunuyor.
Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderme
projesinden vazgeçmesini, başka birinin bulunmasını ısrarla söyleyen
Şeyhülislam’a Padişah, Mustafa Kemal’in sadık ve güvenilir bir
adam olduğunu, aleyhindeki sözlerin suizan anlamına geldiğini
söylemiş, onun hakkında “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ” lafını
tekrarlayıp durmuştur.
O ateşin bir gün kendisini de yakacağını
bilmeden..
Vahideddin’in Mustafa Kemal için neden
“Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ” demiş olduğunu, onun telgrafındaki şu
ifadeler ortaya koyuyor:
“Hükümdarları hatırlayacaklardır
ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların
ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da
sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış
ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık
olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve
Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Mustafa
Kemal’in gönderilmesi kararına itiraz ettiğinde Vahideddin’in ne düşündüğünü
tahmin edebiliyoruz:
“Bizim bu Şeyhülislam iyi adam, has
adam, fakat siyasetten anlamıyor, çok saf.. Belli ki İngilizler’in subaylarımız
arasındaki ajanları bunu etki altına almışlar, doldurmuşlar.. Böyle vatansever,
kabiliyetli, işbilir ve cevval bir subayımızı görevlendirmemizi engellemeye
çalışıyorlar. Halbuki ben onu Berlin seyahatimden beri tanıyorum. Boş yere
yaverim yapmadım. Zaten Mustafa Kemal, kendisinin aleyhinde böyle tezviratlar
yapılacağını bana üstü kapalı şekilde anlatmaya çalışmıştı.
Hatta 'Görevim gereği bazı şaşırtmaca hamleler yaptığım zaman aleyhimde
söylenecek sözlere itibar edip beni geri çağıracak, İngilizler’in eline düşüp
Malta’ya sürgün edilmeme yol açacaksanız daha baştan beni göndermeyin' demişti.
Müthiş adam! Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ!”
*
Ancak, karşı taraf buna itiraz edecek, şunu
diyecektir:
“Böyle bir telgrafın mevcut olduğunu
nerden bilelim? Bana göre bu bir yakıştırmadan ibaret.. Zaten ben Şeyhülislam
Mustafa Sabri ile Fesli Deli Kadir’e oldum olası gıcık oluyorum.. Onların
sözünü ettiği bu telgrafı kim görmüş?! Ben de metin tenkidi yapıyor
ve diyorum ki, Mustafa Sabri ile Kadir’in lafları kendi siyasal duruşlarını
yansıtıyor. Kendi iddialarını haklılaştırmak için böyle metinler
uyduruyorlar.”
Böyle bir itirazda bulunmaya “ilke olarak” hakları
vardır.
Ancak beri taraf buna karşı, “Mustafa Kemal
günahı vs. umursamayan geniş mezhepli çağdaş biri olduğu için (Mazhar Müfit’in
aktardığı gibi) gizli gündemle hareket edebilir, takiyye yapabilir,
sular seller gibi yalan söyleyebilir, hem Padişah’ı hem de milleti aldatabilir,
fakat Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi yalan söyleyebilecek
bir adam değildir” diyebilir.
Öbür taraf buna karşı muhtemelen şöyle birşey
diyecektir:
“Bu, senin görüşün.. Ben Ata’mdan
vazgeçmem.. Şeyhülislam’ın dürüstlüğü hakkındaki kanaatin seni bağlar. Ortada
'Mustafa Kemal Padişah’a telgraf göndermiş' diye bir dedikodu var, fakat emin
olmak mümkün değil. Metin tenkidi denilen şey bir yorum
tekniği olabilir, fakat bir belgenin sübutunu/varlığını göstermeye yetmez.”
*
Bu noktada beri taraf şunu diyecektir:
Haklısın, bir metnin
sübutu/mevcudiyeti/gerçekliği ayrı, onun nasıl yorumlanacağı meselesi ayrıdır.
Ancak biz, Mustafa Kemal’in bu telgrafının varlığını metin tenkidi parlak
lafının ardına saklanarak iddia ediyor değiliz.
Söz konusu telgrafı göndermiş
olduğunu söyleyen Mustafa Kemal’in bizzat kendisi..
Göndermiş..
Gönderdiği tarih 11 Haziran 1919..
Bu telgrafta yer alan ifadeleri,
TBMM’nin ilk açılış tarihinden bir gün sonra, yani 24 Nisan 1920’de TBMM’de
yaptığı konuşmada okumuş ve sözleri Meclis zabıtlarına geçmiş.. Bu konuşmanın
linki şöyle: https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d1yy1.htm.
Tabiî burada konuşmanın sadeleştirilmiş hali yer
alıyor.
Orijinaline ise şuradan ulaşılabiliyor: https://acikerisim.tbmm.gov.tr/handle/11543/3271.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder