"TBMM
Heyeti olarak gittiler, Türkiye olarak döndüler."
Bunu
diyen Prof. Baskın Oran..
Birşey
daha diyor: "Türkiye Devleti 24 Temmuz 1923'te, Türkiye Cumhuriyeti 29
Ekim 1923'te kuruldu."
Yani
Türkiye Devleti Lozan Antlaşması'yla kurulmuş..
Kuranlar,
antlaşmaya imza atan devletler oluyor.
Söz konusu "devletler" şunlar: İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan,
Romanya, Sırp Hırvat Sloven Krallığı, Japonya.
TBMM
Heyeti de imza atmış, fakat devlet sıfatıyla değil, bir "heyet"
(kurul) olarak..
Dolayısıyla,
Baskın Oran'a bakılırsa, Türkiye Devleti'ni kuranlar, gâvur devletleri.
*
TBMM
Heyeti, bu devletlerin huzuruna heyet olarak çıkmış, onların imzasıyla
"devlet" olmuş.
Anlatılan
"başarı" hikâyesi, "zafer" destanı bu..
Seni
"tanımışlar".
Bu
gâvurlar seni öyle durduk yere tanımazlar.. Sömürünün ve sömürgeciliğin
kitabını yazmışlardır, adamın iliğini emer, kanını su diye içer, iflahını keserler..
Yanlarına heyet
olarak gideceksin, devlet olarak çıkacaksın.. O kadar basit mi?!..
"Tamam
koçum, sen devletsin, aslansın kaplansın" demeleri için onlara birtakım rüşvetler vermeni beklerler.
Sorun şurada ki "rüşvetin belgesi olmuyor". (Selim Edes'in kulakları çınlasın.)
*
TBMM
Heyeti, o devletlerin istediklerini verdi..
Mesele
sadece Batı Trakya, Adalar, Musul ve Kerkük değildi.
Evet,
Misak-Millî (ulusal yemin), tıpkı TBMM milletvekillerinin yaptığı yemin gibi
okunup geçilen bir tekerlemeye dönüştürüldü.
Fakat
olay bununla kalmadı..
TBMM
Heyeti oraya "mücahid bir müslüman toplum"un temsilcileri olarak
gittiler, "devletin dinini imanını" Lozan masasında bırakmış olarak
döndüler.
Milletin (devlete hakim olan) dinini verdiler, karşılığında devlet olarak tanınmayı aldılar.
Tamam,
"devlet" olacaklardı, fakat "dinsiz devlet" olacaklardı.
TBMM
Heyeti bunu kabul etti.
*
Afganistan
bunu kabul etmedi.
O
yüzden Taliban Hükümeti tanınmıyor.
*
Beş dönem
milletvekilliği yapmış olan merhum Süleyman Arif Emre, Lozan’daki “gizli”
mutabakatı, 11 yıl önce, 26 Haziran 2012 tarihinde TBMM Darbeleri Araştırma
Komisyonu’na anlatmıştı.
Okuyalım:
TBMM
Tutanak Hizmetleri Başkanlığı
Komisyon: DARBE
Giriş: 12.00, Tarih: 26/6/2012, Grup: Uyan
DARBELERİ
ARAŞTIRMA KOMİSYONU BAŞKANI YAŞAR KARAYEL– Muhterem Süleyman Ağabey, ev sahipliği yaptığınız ve bizi kabul ettiğiniz için size teşekkür
ediyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm
darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz hale getirmek isteyen bütün
girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken
önlemlerin belirlenmesi amacıyla dört siyasi partimizin de müştereken vermiş
olduğu Meclis araştırması önergesinin kabulüyle bir Darbeleri
Araştırma Komisyonu kuruldu. Bu Darbeleri Araştırma Komisyonu
üç kısımdan oluşuyor: 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 80 darbesi ve 28 Şubat
dönemindeki yaşadıklarımız ve 27 Nisan Bildirisi’yle oluşan üç tane
komisyonumuz var. Biz bu 3’üncü komisyon olan, Darbeleri Araştırma Komisyonu,
28 Şubat ve 27 Nisan dönemini araştırıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız,
Avukat Feyzullah Kıyıklık Bey, İstanbul Milletvekilimiz;
Avukat İdris Şahin Bey, Çankırı Milletvekilimiz, bizim
aynı zamanda komisyon sözcümüz, AK PARTİ milletvekili her ikisi de; Sırrı Süreyya Önder Bey İstanbul Milletvekilimiz, kendisi
Adıyamanlı, sizin de hemşehriniz, şu anda Barış ve Demokrasi Partisi adına
burada bulunuyor. Benim ismim de Yaşar Karayel, Kayseri Milletvekiliyim, bu alt
komisyonun başkanlığını yapıyorum. Bize ev sahipliği yaptığınız için size
teşekkür ediyoruz.
SÜLEYMAN
ARİF EMRE – Biz de teşekkür ederiz.
BAŞKAN
– Sağ olasınız. Öncelikle, kayıtlara geçmesi açısından kendinizi
kısaca, biyografinizi söyleyerek lütfederseniz memnun oluruz. Buyurun efendim.
SÜLEYMAN
ARİF EMRE – Ben, 1923 doğumluyum. Mesleğim avukat, önce Ankara’da, sonra Adıyaman’da
avukatlık yaptım. Sonra Adıyaman’da politikaya giriştim, 65 seçimlerinde Yeni Türkiye
Partisinden milletvekili seçildim. …
Şimdi, gerçekten Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, bütün bu
davalar nasıl oldu? Darbelerin meydana getirdiği yamukluk sebebiyle siyasi
parti hak ve hürriyetleri nasıl ortadan kaldırıldı, onu anlatmak istiyorum. Şu
şekilde: Gene belgelere hemen el konuluyor, bir yere, çuvala muvala saklanıyor.
Ondan sonra, Başsavcı birçok kendi yakını olan yazarlara, gazetecilere
delil ihdas etmek için makale yazdırıyor, o makaleyi Anayasa Mahkemesine
götürüp veriyorlar…. Ondan sonra, belge yok, Partinin her şeyi
kapalı, bir de üstelik partilerin hukukunu garantiye, istikrara kavuşturmak
için Siyasi Partiler Kanunu tedvin edilmiş o sırada, 648 sayılı Kanun ve ondan
sonra da onu takip eden kanunlar. Bu kanunları nasıl aşıyorlar? Despotluk yapmak için yani bir nevi darbe
içgüdüsünden kaynaklanıyor.
Biz Anayasa Mahkemesine diyoruz ki: “Efendim, birkaç şahsın sözüyle
milyonlarca oy almış bir parti kapatılamaz." Siyasi Partiler Kanunu’nda
gerçekten isabetli bir hüküm var. Ne diyor o, "Evvela, o kişiler ait
olduğu mahkemede yargılanır, siyasi yasakları çiğnediğine dair mahkeme karar
verir. O kararı, Anayasa Mahkemesi Savcısı partiye gönderir, bir ay içerisinde
o şahıslar ihraç edilmezse, parti kabullenmiş olur o yasak fiilleri, ondan
sonra dava açılır."
Anayasa Mahkemesi oturuyor, diyor ki: “Ben, o şahıslarla ilgili 3-5 kişinin
mahkemeye sevk edilmesini edilmemesini ciddiye almıyorum. Ondan dolayı, sizin
dayandığınız o savunma maddesini, biz hem Anayasa Mahkemesiyiz hem de kanunları
yargılayan mahkemeyiz, iptal ettik. Başka diyeceğiniz var mı?”
İnceliyoruz, bir madde daha buluyoruz, “Peki, öyleyse inceleyelim.”
diyorlar.
Ertesi gün, biri çağırıyor “Evvela bu davalara duruşmalı bakılır” dediği
hâlde o zamanki 648 sayılı Kanun’da, “Peki, duruşmalı bakalım” dediler, sonra
dediler ki “Yanılmışız, duruşmasız bakacağız.”
Daha sonra 2’inci maddeyi de öne sürdük, “Bu varken de kapatamazsınız
dediler. Biz onu da inceledik, onu da iptal ettik” dediler.
Hadi bakalım ne diyeceksin! [Erbakan] Hoca da o zaman Genel Başkan, dedi
ki: “Ormanda bir fil çamları devire devire geliyor, hiç kurtuluş yok.”
Refah Partisinin davası da o şekilde, aynı prosedürde, partilerin
savunmasını sağlayan maddeler iptal edilmek suretiyle, Fazilet Partisi de o
şekilde kapatılmıştır.
Yani, Türkiye’de ne demek oluyor bu: Siyasi hak ve hürriyetler mahkemelerin
darbe içgüdüsüne kapılmaları dolayısıyla işlemez hâle gelmiş bulunuyor. Mesela
o zaman şeyle ilgili “kayıp trilyonlar davası” var. Makbuzları, belgeleri
ortaya koyacağız, altmış sekiz çuvala doldurulmuş, üstü mühürlenmiş, onu
çıkartıp okuyamıyor, kullanamıyorsunuz. Ondan sonra, hadi bakalım, sen hamasi
bir nutuk çek de parti kurtulsun!…
Bildiğiniz gibi 1’inci, 2’inci Meşrutiyeti Abdülhamit Han ilan etmişti
fakat Abdülhamit Han, darbeyle, darbe-i hükûmetle tahttan indirildi. İlk defa
orada başladı böyle bir zorbalık diyelim.
Cumhuriyetten sonra niçin sık sık darbe ve darbe gerilimi meydana
gelmiştir? Bildiğiniz gibi, cumhuriyette, Avrupa’da olduğu
gibi, din ve vicdan hürriyeti ilmî tariflerine uygun olarak kabul edilmemiştir.
Devamlı tek taraflı, Müslümanları ezecek şekilde bir tatbikata müsait bir şey
ortaya konmuştur. Niçin bu yapılmıştır? Şimdi "Efendim,
biz yeni bir inkılap yaptık.”
İşte İstiklal Mahkemelerinin fonksiyonunu
biliyorsunuz, birçok kişi hiç yüzünden, sorgusuz sualsiz idam edilmiştir.
“Bu şartları da göz önünde tutarak, biraz da şey davranmak lazım, devrimler
oturuncaya kadar yerine böyle şeylerden bahsetmemek lazım.”
Şimdi, şu şekilde bir hatıramı anlatacağım,
kısa kesmek için, çok teferruatlı olaylar var da: 1965 senesinde Meclise ilk defa girdiğim zaman, İkinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı Meclise getirilmişti, Yeni Türkiye Partisi milletvekili
ya da grup başkan vekili olarak, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planına bir ek
yapılmasını önergeyle teklif ettim. Dedim ki: “Yalnız maddi hedeflere
yönelik bir planlama yetersiz kalır. Osmanlı devrinden beri sükûta başlayan
ahlakımızı yeni nesilleri eğiterek bir de manevi kalkınma, ahlaki reform yapmamız
lazım gelir" diye bir önerge verdim.
Bu önergeden sonra, İsmet Sezgin çıktı, dedi ki: “Sarahaten böyle
bir hükmü yok ama planı zımnen vardır, önergenin, teklifin reddine…”
O sırada da Ali İhsan Çelikkan diye bizim
Yeni Türkiye Partisi’nin bir milletvekili vardı, Gümüşhane Milletvekili, Ekrem
Alican Bey’in de akrabası. Ali İhsan Çelikkan dedi ki: “Arif
Ağabey, ben senin önergene oy verdim, haberin olsun.”
“Ya, İhsan aynı partideniz.” dedim.
“Ondan dolayı değil de içtenlikle oy verdim. Şimdi bir
hatıramı size anlatacağım.” dedi….
Şimdi, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na verdiğim önergesinden
sonra Ali İhsan Çelikkan “Ben bu konuyla ilgili tarihî bir
hatıramı size anlatmak isterim.” dedi ve şöyle anlattı:
... [Bunlar] 40- 50 tane solcu genç, Türk Millî
Talebe Federasyonu solcu bir teşekküldü o zaman…. Celal Bayar’a gidiyorlar, Tevfik İleri’yi şikâyet ediyorlar,
diyorlar ki: “Tevfik İleri, Milliyetçiler Derneğine para yardımı yaptı.
İlerici, Atatürkçü olan Yalman’ı Hüseyin Üzmez ondan dolayı vurdu.” …
Ali İhsan Çelikkan …, o solcu gençlerle beraber
kendisi de talebeymiş o zaman, Ekrem Alican Bey’in tesiriyle
düzeltmiş fikirlerini.
Celal Bayar … “Söyleyin bakalım gençler,
laikliğin bizdeki esas hedefi nedir?”
Gençler demiş ki: “Efendim, din işi ayrı olacak,
devlet işi ayrı olacak.”
“Hayır
oğlum, sadece o değil.”
"Kanunlar yapılacağı zaman dinî kurallara hiç müracaat
edilmeyecek.”
“O da değil, şu da değil.”
“Peki efendim nedir?” demişler,
Celal
Bayar aynen şöyle söylüyor, “Biz zor anda, gizli celsede
Batılılara söz verdik, belli bir zaman süreci içerisinde bu millete bu
dini unutturacağız. Bizdeki laikliğin gayesi budur” diyor
Bayar.
Ali İhsan Çelikkan bunu duymuş.
O esnada solcu olmayan gençlerden birisi de Celal Bayar’ın bu sözüne şahit
olmuş. Bizim eskiden “Hulusi Özkul” diye bir Adana milletvekili vardı, şimdi
sağdır, mevcuttur…. Hulusi Özkul da orada, aynen
Celal Bayar’ın bu ikrarını dinlemiş.
Şimdi yani esas maksat zamanla bu milleti, şehitleri
şehit, gazileri gazi yapan ruh ve imandan ve karakterden uzaklaştırmak,
gaye bu yani “maneviyatını öldürmek” desek de aynı manaya geliyor. Şimdi böyle
olduğu için…
Celal Bayar şunu da ilave ediyor: “Bu Batılılara verilen
gizli sözün bekçiliğini bizde devlet başkanları yapar. Başka? Ordu yapar,
devlet başkanları yapar ve ondan sonra mahkemeler yapar. Benden sonraki devlet
başkanları da aynı görevi yapacaklardır. Batılılara biz böyle söz verdik, hadi
bakalım inkılapçı gençler, böyle bilesiniz, böyle hareket edesiniz.”
Bu zihniyet ve bu iş birliği ortada olduğu için, sık sık bu sebebe dayalı olarak, laiklik de doğru dürüst tarif edilmediği
için, bu yüzden partiler kapatılıyor, darbeler yapılıyor, “İrtica geliyor,
geldi, gelecek, öyleyse bu partiyi kapatalım.”
Bakınız Menderes Meclis konuşmasında bir cümle söylemiş. Menderes’e karşı
Meclis o kadar sert davranmıştı ki ben o hadiseleri hatırlıyorum. Ben o
hadiseleri hatırlıyorum, demiş ki: “Arkadaşlar, Meclis her zaman
gündemine hâkimdir, siz isterseniz hilafeti bile
getirirsiniz.”
Şimdi, bir general başka bir darbede, aynen, ben televizyondan dinledim,
böyle dediği için bile onu idam ettiler. Şimdi, şey buradan başlıyor; gerçek demokrasiye geçmek şöyle dursun, milletin bütün manevi
değerleriyle karşılaşma gibi, mücadele etme gibi bir mecraya girmiş bulunuyor. Onun
için, bu sebepten, “Efendim, laikliğe aykırı hareket ettin, biz senin partini
kapatacağız.” Adalet Partisinin de aleyhine dava açan bu sebepti, bu
gerekçeydi. Hatta, gelelim 28 Şubata….
Şimdi, devamlı olarak İslami hareketin sindirilmesi, etkisiz hâle
getirilmesine çalışılmıştır. Bilhassa, İnönü devrinde -ben İçişleri
Bakanlığında memurdum, hem memur hem talebeydim- İnönü zamanında İmam Hatip okulları kurulması yasaktı, ilahiyat fakültesi
kurulması yasaktı, İslami müessese kurulması yasak, hepsi yasak.
Ahmet Hamdi Akseki, merhum -bilahare Diyanet İşleri Başkanlığında ben memur
da oldum- “Memleket asıl irticaya şimdi girdi.” diyor. Şimdi, camilerde cuma
hutbesi okuyacak hoca kalmamış, cenaze yıkayacak hoca kalmamış. Bir köylü
delikanlısı “İşte, ben hocayım.” demiş, ona “Sen hoca değilsin.” diyen de
yok.
Öyle bir korkunç Fetret Devri uygulandı ki ben şuna
şahit oldum İçişleri Bakanlığında memurken: 5-6 bin kişi listeye konuyor, eski
müftülerden, dinî bakımdan, nice bilgili ilim adamlarından, şundan bundan,
bunlar sürgüne gönderiliyor. Şarktaki garba, garptaki şarka, şimaldeki cenuba,
cenuptaki şimale sürgüne gönderiliyor. Maksat, dine baskı yapıp sindirmek.
Ondan sonra ne yapılıyor? Aleyhlerine dava açılıyor, delil olsun, olmasın.
Ertesi sene gene aynı tatbikat, ertesi sene gene aynı tatbikat. Dinî eğitim
yasaklandığı hâlde yetinilmiyor onunla, bir de böyle bir idari mekanizma
işletiliyor. Neticede, memleket, tamamen, Bayar’ın dediği şekilde dini
unutturma politikasını önemli bir politika olarak benimsemiş sayılıyor.
Şimdi, bu 28 Şubatlar, bizim partilerin kapatılması falan filan aynı
zihniyetin devamından ibarettir.
Bakınız, şimdi, Vural Savaş Refah Partisini kapatmak için dava açtı.
İddianamesinde şuna dayanıyor: Erbakan on sekiz maddelik, Millî Güvenlik
Kurulunun dayattığı laiklikle ilgili şartları kabul
edip uygulamadı, ondan dolayı bunun partisinin kapatılması lazım diyor.
Bu gerekçeyle dava açıyor. Anayasa Mahkemesi aynı gerekçeye başka gerekçeler
ekleyerek parti kapatıyor. Fazilet Partisi de aynı şekilde kapatılıyor.
Yani İslami herhangi bir mesele bir siyasi parti tarafından ele alınsa
derhâl o şaibeli hâle düşmüş oluyor….
Bizim bu konuda, yalnız, Celal Bayar’dan edindiğimiz o itirafa ilaveten bir
de şunu hatırladım: Hukuk fakültesinde 1944
senesinde Lozan seçmeli ders olarak bize okutulmuştu. Nusret Mete isminde bir
profesörümüz, o da aynı şekilde söylemiştir, “Bizdeki laikliğin
gayesi budur” demiştir. [Bant/kaset kaydı çözülürken Metya şeklindeki soyadının yanlışlıkla Mete olarak
yazıldığı anlaşılmaktadır. Nusret Metya, Lozan‘da, Dışişleri
Bakanlığı İkinci Hukuk Müşaviri sıfatıyla görev
yapmıştır.]
Bizim parti, Millî Nizam Partisi, [Milli] Selamet olarak ortaya çıktıktan
sonra daha, henüz, tam manasıyla teşkilatlanmadan şöyle bir komployla
karşılaştık: Orhan Birgit bana rast geldi -Hazineden
geliyorum, ben hem avukatım hem Genel Başkanım o sırada- dedi ki: “Arif
Bey, niye o kadar rahat adamsın sen? Bu Demirel ne yapmış? Demirel Selamet
Partisinin kapatılması için bir dosya hazırlattırmış, bu dosyayı da Millî
Güvenlik Kuruluna göndermiş, iki gün sonra Millî Güvenlik Kurulunun
toplantısında kapatılmalıdır derse derhâl siz kapatılacaksınız” deyince
tabii, ben çok üzüldüm, başımdan aşağı kaynar su döküldü….
Ne yapmışlar, biliyor musunuz? Kadir Mısıroğlu’nun harf
inkılabı aleyhinde, Atatürk aleyhinde, getirilen Ceza, Medeni Kanun, Borçlar
Kanunu hepsi gâvur kanunudur diye yazdığı makalelerin üstüne şimdi Genel
Başkan Süleyman Arif Emre konuşuyor diye bir sahte giriş eklemişler. Bunları banda çevirip bu
bantları da paşalara göndermişler ki paşalar onu okuyacak, ertesi gün partiyi
şey edecek….
Şimdi, benim hatırımda kaldığı kadarıyla Fransa’da buhranlı bir dönemde,
sanıyorum, Vichy Hükûmeti diye beceriksiz bir hükûmet varmış. Dört kuvvet
komutanı, aynen Türkiye’de olduğu gibi, deklarasyonla, “Çekilsin bu hükûmet,
biz yenisini kuracağız.” diyorlar. Bütün Fransa halkı, bütün sivil toplum
kuruluşları, sendikalar, partiler, hatta seksenlik kadınlar bile reaksiyon
gösteriyorlar. “Darlan’ın askerlerine biz süpürge sopasıyla, ekmek bıçağıyla
karşı koyarız.” diyorlar ve ilk yaptırım olarak Demokratik Cephe genel grev
ilan ediyor. Genel grev ilan edince grevi kırmak için GMC’ler, cipler sağa sola
gidiyor, hiçbir şey yapamıyorlar. Öyle bir Fransa. İki üç gün sonra bakıyorlar
ki durum vahim, “Biz büyük milletimizden özür dileriz. Varsa cezamızı çekmeye
razıyız, biz deklarasyonumuzu geri aldık.”
Şimdi, Türkiye de demokrasiyi muhafaza konusunda buna benzer tavırları
sürdürürse demokrasi gerçekten Türkiye’de yerleşir ve bir daha da geri
dönülemeyecek hâle gelir. Ama darbe olacakmış, ben darbeci değilim ama yan
cebime koyarsanız memnun olurum kabîlinden, 27 Mayısta İnönü’nün yaptığı gibi…
İnönü 27 Mayısta tavır koysaydı bir şey olmazdı.
Bütün diğer partiler “Bana ne canım, aleyhine darbe yapılacak olan parti
düşünsün, ben bu işe karışmayayım.” dedi miydi, o zaman demokrasi gemisinin
delinmesine izin verilmiş oluyordu….
BAŞKAN – Rahmetli Erbakan Hoca, bir televizyon programında Amerikan kriptolarınıgöstererek Amerika’nın Refah
Partisi Hükûmetinden rahatsız olduğunu ve bu iktidarın düşmesine dair bir
kriptodan bahsetti. Siz gördünüz mü onu?
SÜLEYMAN
ARİF EMRE – Ben onu gördüm, okudum, Hoca’ya
tekrar verdim. Tamamen CIA’nin öyle bir raporu var, o da bizim
elimize geçmiştir. Bilhassa Hoca’nın D-8’leri kurmuş olması
Amerika’yı son derece kızdırmış ve “Mutlaka bu Hükûmet bertaraf
edilmelidir.” kanaati hasıl olmuş….
*
Beş
yıl önce, 7 Ağustos 2018 tarihinde Yeni Şafak gazetesi şöyle bir haber
yayınlamıştı:
“İngiltere ile Lozan'dan önce gizli hilafet anlaşması yapıldı”
Derin
Tarih yıllardır merak edilen gizli anlaşmanın perdesini aralıyor.
Atatürk’ün okul arkadaşı Ohrili Kemal Bey’in yakın dostu
İsmet İnönü’ye yazdığı, Lozan Antlaşması öncesinde imzalanan gizli anlaşmayı
ifşa eden mektupların tam metni ilk kez Derin Tarih’te.
Prof. Dr. Metin Hülagü mektupları tarihî
önemi ve muhtevası açısından değerlendirirken, Mustafa Armağan Ohrili
Kemal’in İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupla resmî tarihe ve Lozan’a dair hangi
ezberlerin yıkıldığını analiz ediyor.
Prof. Dr. Cemil Koçak, Prof. Dr. Mustafa Budak ve Gazeteci – Yazar Avni Özgürel ise İngilizlerle yapılan
gizli anlaşmanın Hilafet’in kaldırılmasına etkisini açıklıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye’den arkadaşı olan Ohrili Kemal Bey’in
İsviçre’den Ankara’ya (Cumhurbaşkanı İnönü’ye) gönderdiği 1946 ve 1947 tarihli
mektuplar yakın tarihin en merak edilen mevzularından birine ışık tutuyor.
Ohrili Kemal Bey’in İnönü’ye sunduğu teklifler ve tavsiyelerin satır
araları Lozan Antlaşması öncesinde Ankara ile Londra arasındaki hilafet
pazarlığını ifşa ediyor. Kemal Ohri, Lozan Antlaşması öncesi hilafet
ve saltanatı kaldıran, ayrıca din eğitimini yasaklayan Türk-İngiliz
Gizli Antlaşması’nın hâlâ yürürlükte olduğunu İsmet İnönü’ye hatırlatmakta,
anlaşmaya imza atan kişi olarak kendisine bu anlaşmanın İngiltere ile anlaşarak
yine kendisi tarafından feshedilmesini teklif etmektedir.
(https://www.yenisafak.com/hayat/ingiltere-ile-lozandan-once-gizli-hilafet-anlasmasi-yapildi-3388486)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder