ANKARA SÜNNETSİZLER EKOLÜNÜN YEDİĞİ NANELERE YAKINDAN BAKIŞ - 11
Bu yazı dizisinde her ne kadar Doç. İlyas Canikli'nin doktora tezini teşrih masasına yatırıyorsak da, sözlerimiz onun şahsında bütün bir Ankara Ekolü adlı ilahiyatçı sıkı cahiller çetesi mensuplarına..
Tarihselci-modernist ilahiyatçı üretim çiftliğinin (aynı kuluçka makinasından çıkmış) ezberleri aynı ya da ortak civcivleri oldukları için, birindeki hormonlu katkı maddelerinin analizi yapıldığında hepsinin notu verilmiş oluyor.
Dolayısıyla Ankara Ekolü'nün diğer defolu mensuplarının "Yazılarda bizim niye adımız geçmiyor?" diye kahırlanmalarına ve sızlanmalarına lüzum yok.
*
Canikli'nin söz konusu tezimsisinin ilk sayfalarında "araştırmanın metodu" başlığı altında, Sünnî hadîs kaynaklarındaki hilafetle ilgili hadîslerin kaynak, isnad (rivayet silsilesi) ve metin bakımından incelendiği söyleniyor.
Kaynak ve isnad belli; bunlar, üzerinde oynanabilecek şeyler değil.
Fakat iş "metin bakımından inceleme"ye gelince Vehbi'nin kerrakesi farklılık göstermeye başlıyor.
Mesela Canikli, "... incelenen hadis metni ile tarihi olaylar arasındaki ilişki göz önünde bulundurulmaya çalışılmıştır" diyor.
Burası Goldziher icadı zurnanın zırt dediği yer..
Evet, Ankara Ekolü eşkıyasının "hadis metni ile tarihi olaylar arasındaki ilişki" sihirli sopası ile dokundukları hadîsler, (hadîs kaynaklarımıza göre sahih bile olsalar) birden bire uydurma hale gelebiliyorlar.
Çünkü, ekolün mezhep imamları sansar Goldziher çıfıtı ile talebesi tilki Schacht kaltabanı tarafından üretilmiş (iki ucu da keskin) metin tenkidi kılıcıyla hadîsleri doğrayıp biçiyorlar.
Eğer hadîsin metni ile tarihî olaylar arasında uygunluk varsa, söz konusu hadîsler, o tarihî olaylara meşruiyet (meşruluk) kazandırmak için uydurulmuş oluyor.
Uygunluk yoksa, bu defa da, tarihî olaylara aykırılıktan dolayı hadîsin metni güvenilmez hale geliyor.
Çıfıtın çift katlı ekmek kadayıfı..
*
Bu kadarla kalsa iyi, akademik illüzyon ve hokkabazlık sanatı, sadece tarihî olayları değil, ulemanın hadîsleri şerh edip açıklayan kitaplarını da kullanacak kadar ilerlemiş durumda.
Nitekim Canikli, "rivayetler metin bakımından tetkik edilirken, geçmiş siyasî geleneği yansıtması açısından önemli olduğu düşünülen şerh kitaplarına müracaat edilmiş, böylece rivayetlerin hangi siyasî ve kültürel ortamın ürünü olduğunu anlamak daha kolay hale gelmiştir" diyor.
Böylece İlyas, tez adı altında yazdığı zırvaların kaleme alınmasının ardındaki asıl amacı ortaya koymuş oluyor..
Amacı, bu laflarının açıkça ortaya koyduğu gibi, hadîsleri anlamak değil, uydurma ilan etmek.. Uydurma ilan edebilmek için bahane "yumurtlamak".. Yumurtlayamıyorsa taşı yumurta diye yutturma gözbağcılığı yapmak.
"Rivayetlerin hangi siyasî ve kültürel ortamın ürünü olduğunu" diyerek gevezelik yaparken, o rivayetlerin aslında hadîs kitaplarının tasnif ve telif edildiği ortamın ürünü ve uydurmaları olduğunu söylemiş olduğunun farkında değil.
Yahudi dolmuşuna bindiğiniz yer (aksiyom ya da postüla gibi sorgulanmadan kabul edilmiş) böylesi bir ön kabul durağı olunca, ineceğiniz mahallin inkâr ve red istasyonu olması normal.
Yahudi çıfıtı Goldziher sansarı ile haçlı kaltaban Schacht tilkisinin küfür ve çarpıtma faaliyetine böylesi bir önyargı ve ön kabul ile başlaması doğal karşılanabilir, fakat müslüman olduğunu iddia eden dangalakların hareket noktalarının bu olması anlaşılabilecek birşey değildir.
Bu densizliği neyle izah etmek gerekir bilmiyorum, Ankara İlahiyat'taki "akademik titrleri alabilmek için" dinini dünyalık getiri karşılığında satma kurumsal geleneğine mi, yoksa kişisel nifaka mı, bilemiyorum.
*
Canikli'nin metod adına söyledikleri (zaman israfı olan içi boş gevezelik bir tarafa bırakılırsa) bundan ibaret.
Şimdi gelelim metin tenkidi meselesine..
Öyle anlaşılıyor ki bu icadı birileri "Gâvur bundan söz ediyorsa vardır bir hikmeti" diyerek (taklitçi hayranlığıyla anlayıp sorgulamadan) hadîs usulüne yamamaya çalışmışlar.
Gerçekte bu iş usul-ü fıkıh alanına girer. Fakihler fıkhî hükümleri ortaya koyarken ister istemez hadîsleri metin tenkidine tabi tutma durumundadırlar. Fıkıh usulü böylesi bir tenkidi de kapsar. Bu, fıkıh usulünün ayrılmaz bir parçası, olmazsa olmaz bir faslıdır.
Fakat, hadîs usulü alanındaki metin tenkidi faaliyeti için dile getirilen ölçü, ölçüt ya da kıstaslara baktığımızda, meselenin aynı zamanda Kelâm ilmine, bilgi ve bilim felsefelerine ve Mantık alanına da uzandığını görüyoruz.
Çünkü şu ölçütlerden söz ediliyor:
Bir: Dil (ifadelerdeki tutarlılık). Burası Mantığın ve edebiyatın alanına giriyor.
İki: Kur'an'a uygunluk. Bu hem fıkıh usulünü, hem de tefsir usulünü bilmeyi gerektiriyor.
Sadece bu da değil, tefsir ilminde derinleşmiş olmayı da ön şart olarak önümüze getiriyor.
*
Üç: Sahih sünnete uygunluk.
Bu şart, "metin tenkidi" adına kendi akıllarınca ölçü ve ölçütler belirleyenlerin "Kendisi muhtacı-ı himmet bir dede / Nerde kaldı gayriye himmet ede!" beytinde ifade edilen taifeden olduklarını ispatlıyor.
Sahih sünnete uygunluktan söz edenlerin hem Mantık ilmini bilmedikleri, hem de mantıklı düşünmeyi başaramadıkları anlaşılıyor.
Bazı insanlar vardır ki, Mantık kitaplarını okumamışlardır fakat mantıklı düşünme becerisine sahiptirler. Bunlarda o yok.
Çünkü "sahih sünnete uygunluk"tan söz etmek, birşeyin doğruluğunun şahidi olarak kendisini göstermek olur.
Mesela, Canikli cahilinin sözde metin tenkidine tabi tuttuğu hadîslerden "iki halife" konulu hadîs, sahih hadîs kategorisine giriyor.. İmam Müslim o yüzden Sahih'ine almış.
Sahih sünneti sahih sünnete uygunluk testine tabi tutmaktan söz etmek, mantıksızlık ve aptallığın su katılmamış, süzme, has halis biçimidir.
Zayıf rivayetler için bile mutlak olarak sahih sünnete uygunluk şartı getirilemez. Çünkü o rivayet özel bir duruma işaret ediyor olabilir.
Zayıflık, uydurma olma anlamına gelmez, söz konusu olan, haberin bize ulaşma kanallarındaki zayıflıktır.
*
Dört: Akılla çelişmeme..
İşte bu, Kelâm ilmine, bilgi ve bilim felsefelerine, ve dahası Mantık ilmine vakıf olmayı gerektiriyor.
Akıl bakımından noksan birileri hadîsleri sözde "akılla çelişmeme" kıstası çerçevesinde tenkide tabi tuttuğunda, ortaya, züccaciye dükkânına girmiş filin yol açtığı tahribat ve gürültüye rahmet okutturacak bir rezalet çıkar.
Defolu Ankara Ekolü'nün durumu tam da bu.
Akıl bakımından neyin muhal/mümteni, neyin mümkün/olabilir ve neyin vacip/zorunlu olduğunu bile ayıramayan angutların "içinden akıl geçen" artistik cümleler kurmada yarışıyor olmaları, çağımızın en acı verici felâketi durumunda.
*
Mesela mucizenin durumunu alalım..
Mucizeler, âdeten (hayatın olağan akışı bakımından) imkânsız (muhal), fakat aklen mümkün olan şeylerdir.
Zaten onları mucize yapan da budur, âdeten (hayatın olağan akışı bakımından) imkânsız (muhal) olmaları.
Fakat aklen muhal değildirler. Aklen muhal olan, mucize olarak da vukua gelmez..
Gelseydi, "aklen mümkün" kategorisine girerdi.
Mesela (herhangi bir aletin yardımı olmadan) uçan insanın varlığı (fiilen söz konusu değilse de) aklen imkânsız değildir. Böyle birşeyi görmemiş olmamızdan dolayı imkânsız saymamız onu "aklen imkânsız" hale getirmez. Eğer insanlar yürüyemeyen, yılan gibi sürünen canlılar olsalardı, onlara ayağa kalkıp yürümek de imkânsız görünürdü.
*
Dolayısıyla Hz. Peygamber s.a.s.'e ait hadîsler âdet (modern veya geleneksel bilimin ortaya koyduğu "doğa yasaları") eksenli bir akla uygunluk ölçütüne tabi tutulamazlar.
Gerçekte burada söz konusu olan, akla uygunluk değil, bilimsel teorilerin metodik temelini oluşturan gözlem (müşahede) ve deneyim/deney (tecrübe) çerçevesinde yapılmış tümevarımsal genellemelere uygunluktur.
Tabiattaki doğa yasası denilen düzenliliklere aykırılık ile akla aykırılık farklı şeylerdir.
Doğa yasaları düşüncesine (ve dolayısıyla fen bilimlerine) aykırılığı akla aykırılık olarak görüp birtakım hadîsleri böylesi bir gerekçeyle reddetmek, mucize olgusunun ve Hz. Peygamber s.a.s.'in peygamberliğinin inkârı anlamına gelir.
Ancak, Kelâm ilminde ortaya konulan akıl nosyonu çerçevesinde akla uygunluk, rivayetlerde önem taşır.
Dolayısıyla, Kelâm ilmini bilmeyen, bilgi ve bilim felsefelerine vakıf olmayan kimselerin "akla uygunluk" adına hadîsleri tenkid etmeleri cehaletin (aslan postuna bürünmüş eşek gibi) ilim postuna bürünüp sahtekârlık yapması anlamına gelir.
*
Beş: Tarihî verilere uygunluk.
Bu da, "sahih sünnete uygunluk" şartı gibi bir aptallık durumunda.
Bir rivayetten söz ediyorsak, ortaya yeni veya farklı bir tarihî veri getiriyoruz demektir.
Bazen ulaşılan yeni bir tarihî veri, o güne kadarki tarihî verilerin yanlış yorumla ulaşılmış kanaatler durumunda olduğunu ortaya koyabilir.
Tarihî verilere uygunluk şartını öne sürdüğünüzde, belirli bir dönemde elimizde bulunan tarihî verilerin mutlak doğruluğu varsayımı temelinde akıl yürütmüş, ve bilim adına ulaşılabilecek yeni bir veri kalmadığını kabul eden skolastik zihniyeti benimsemiş olursunuz.
Nitekim Yahudi ve Hristiyanlar Kur'an'da verilen birçok bilgiyi, tarihî verilere uygun bulmadıkları için kabul etmiyorlar.
Mesela Yahudiler'e göre Hz. Süleyman (King Solomon) peygamber değildir, sihirbazlıkta ustalaşmış, havada uçan, hayvanlara hükmeden bir kraldır. Peygamber değil, sihirbazdır. Tarihî veriler böyle söylemektedir.
*
Ankara Ekolü'nün sansar Goldziher ile tilki Schacht gibi mezhep büyüklerinin hareket noktaları da işte bu "tarihî veriler" hikâyesi..
Onlara göre Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yahudi ve hristiyan kaynaklarından yararlanarak yeni bir din icat etmiş, fakat bu arada tarihî verileri kendi toplumunun ve çağının durumuna göre revizyona tabi tutmuştur. Uydurmalar yapmıştır.
Sonraki müslümanlar da onun bu "sünnet"ini izlemiş, yaşadıkları dönemin siyasal ve kültürel yapısına göre birtakım sözler uydurmuşlar, onları Hz. Peygamber s.a.s.'e nisbet ederek kutsal metinler haline getirmişlerdir.
İşte Defolu Ankara Ekolü'nün İlyas gibi aklı kıt (ya da akılsızlıkta ustalarını geçmek için çırpınan) yamaklarının açıkça söyleyemedikleri, lafı eğip bükerek benimsetmeye çalıştıkları anlayış bundan ibaret.
*
Konuya devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder