İsmi, Mehmet Uçum..
Solcu, eski komünist. Seküler
zihniyet sahibi.. 12 Eylül’ün mağdurlarından.
Hukuk tahsili yapmış, eski avukat..
Akparti milletvekili olarak TBMM’de
bulundu.
Şimdiki görevi Cumhurbaşkanlığı
başdanışmanlığı..
*
HaberTürk’ten Kübra Par’a 1 Şubat 2016’da verdiği
röportajında “Solcu olmanız Erdoğan ve ekibiyle aranızda sorun yaratıyor mu?” şeklindeki soruya şöyle cevap vermiş:
“Hiçbir
sıkıntı yaşamadım. Hayatımda değişen bir şey yok. Üzerimde mahalle baskısı
hissetmiyorum. Seküler hayat tarzımı sürdürüyorum, bu Cumhurbaşkanımızla
ilişkimizi etkilemiyor.”
Bununla
birlikte, Uçum’un alıştığımız türden bir solcu olmadığını da belirtmek gerekiyor.
“Kendinizi hala solda görüyor musunuz?” şeklindeki soruya verdiği cevapta kullandığı geleneksel
ve muhafazakâr kelimeleri bunu ortaya koyuyor:
“Tabii.
Geleneksel değerlere bağlı sol politikalardan yanayım. Doğru tanımlama buysa
muhafazakâr sol demokratım.”
Söz konusu
röportajda Türkiye’deki anayasal sisteme yönelttiği şu eleştiriler de
önemli:
“… Kendi
yerelliğimizi göz ardı edersek Cumhuriyet’in kuruluşunda düştüğümüz hataya
tekrar düşeriz. Cumhuriyetin kuruluşunu Batı
tipi bir medeniyet hedefiyle gerçekleştirdik. Batı tipi devlet o günün anlayışıyla ulus devletin üzerine
oturuyordu. Ulus devlet ise etnisite gerektiriyordu.
Bu etnisiteye dayanmak dışlayıcılığı
ortaya çıkarıyordu. Aydınlanmacı ulus devlet anlayışı inanç değerlerini önemsizleştirdi. 1921’den sonraki anayasalar sadece etnik anlamda değil, inanç ve kültür değerleri anlamında
da dışlayıcı anayasalardı.”
1921 Anayasası, Şeriatçı
bir anayasaydı..
Kanunların
Şeriat’e uygunluğunu esas alıyordu.
Sonradan
anayasal düzen değiştirildi, Şeriat (İslam hukuku) irtica ve tehlike (düşman)
ilan edildi.
Seküler dünya
görüşüne sahip bir solcunun bile kabul ettiği bu gerçeği, Türkiye
anayasalarının “dışlayıcılığını” (Ki buna bölücülük ve halkı
kamplara ayırma da denilebilir) gözardı ederek, sahte eşitlik masalları
anlatarak ve dinleyerek hiçbir yere varamayız.
*
Uçum’un sözlerini
tekrar hatırlayalım:
“Hiçbir
sıkıntı yaşamadım. Hayatımda değişen bir şey yok. Üzerimde mahalle baskısı
hissetmiyorum. Seküler hayat tarzımı sürdürüyorum, bu Cumhurbaşkanımızla
ilişkimizi etkilemiyor.”
Uçum’un hiçbir
sıkıntı yaşamaması, hayatında hiçbir şeyin değişmemesi, üzerinde mahalle baskısı
hissetmemesi, seküler hayat tarzını dilediği gibi sürdürmesi, ve bütün bunların
Erdoğan’la ilişkilerini etkilememesi bizim için sıkıntı değil..
Erdoğan’ın değil
Uçum’la, ondan da “seküler” bir hayat yaşayan “uçma” meraklısı “aşk,
motosiklet ve puro” virtüözü Ömer Çelik cenaplarıyla da sıkıntı
yaşamadığını, onu yanından ayırmadığını biliyor, görüyoruz.
Ömer Çelik'lerin nasıl uçtuklarından çoktandır haberimiz var.
Evet, değil
Uçum, Ömer Çelik bile bu iktidar gülistanında mahalle baskısı hissetmiyor.
*
Benim kafamı
kurcalayan mesele başka..
Kendime şunu
soruyorum: Bütün bu adamlar diledikleri gibi konuşur, yaşar, hayat sürerken içimizden bazıları neden üzerinde mahalle baskısı hissetti, sıkıntı yaşadı?
Neden tenzil-i
rütbeye, maaş azaltımına, üstü kapalı tehditlere, soruşturmalara maruz kaldı?
Üstelik önemli sayılabilecek
konumlarda da bulunmadıkları, sesleri ancak ağır işiten kendi kulaklarının
duyabileceği kadar cılız olduğu halde..
Neden?
*
Burada mesele
şu:
Bu ülkede
herhangi bir İslamcı bürokrat şunu söyleyebilir mi:
“Ben Şeriatçıyım, Şeriat’e göre yaşamayı önemserim. Şeriatçı olduğumu da her yerde söylerim. Ve bundan dolayı ne bir mahalle baskısı hissediyorum, ne de sıkıntı yaşıyorum. Çünkü Türkiye'de fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olmaya değer veriliyor. Burası insanların birtakım makam ve mevkîleri elde edebilmek için Şeriat ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmeye zorlandıkları bir ülke de değil. Beni Şeriatçı yapan şey yasal dayatmalar değil, kendi hür fikrim, irfanım ve vicdanım.”
Bir bürokratın bu ülkede Şeriatçı olduğunu bu şekilde ilan edip de sıkıntı yaşamamasını, mahalle baskısı görmemesini geçtik, Şeriatçı olduğunu söyleme cesareti göstermeyi aklından geçirmesi bile uzak ihtimal.
Türkiye’deki
rejimin baskısının şiddetini ve büyüklüğünü buradan anlayın..
Öyle bir korku imparatorluğu ki, insanlar "Korku imparatorluğunda yaşıyoruz" demekten bile korkuyorlar.
Aksini düşünen
biri varsa buyursun, Şeriatçı olduğunu ilan edebilen bir bürokrat göstererek beni yalanlasın..
Bu konuda
yalancı çıkarılmaktan memnuniyet duyacağımı açık yüreklilikle itiraf ediyorum.
*
Devletin bürokratları çıkıp bu şekilde konuşamadıkça, vatanımızda “din ve vicdan hürriyeti” söylemi arsız ve küstah, insan aklıyla alay eden bir yalan ve palavra olmaya devam edecektir.
Bu ülkenin laik demokrasi adlı şişman kralının üstündeki muhteşem din ve vicdan hürriyeti kostümünü bizim göremiyor oluşumuzun suçunu kraldaki zihinsel "engelli"likte değil de kendi zekâmızda görmeye devam ettiğimiz sürece ne kralın halinde bir düzelme olacak ne de bizim.
*
Evet, bu ülkede "hür vicdan, hür fikir ve hür irfan" diye birşey yoktur.
Münafıklık, riyakârlık, palavracılık, sahtekârlık ve bir de korkaklık vardır.
Riyakârlık, laik (siyasal dinsiz) rejim için ölen ateist ve ataistleri şehit ilan eden kamulaştırılıp devletleştirilmiş "din istismarcılığı"nın, korkaklık ise (beynindeki cesaret bölümü acı tecrübeler yüzünden felç olmuş) müslümanların payına düşmektedir.
Bu yüzden bu ülkede "Ben Şeriatçıyım" diyebilen bir bürokrata rastlayamazsınız.
Bu yüzden bu ülkede, "Ben Şeriatçıyım" ya da "Anayasa'da Şeriat kaydı bulunsun" demek bir tarafa, "Tamam anayasa gene laik anlayışla yazılsın, fakat laiklik kelimesinin geçmesi de şart değil ki gardaşım" diyen bir TBMM başkanı (İsmail Kahraman) siyasî lince maruz kalabilmektedir.
Sonra da gelsin "hür fikir, hür vicdan, hür irfan" edebiyatı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder