Önceki yazılarda müellefe-i kulub
konusu, Hz. Ömer’in bu konudaki tavrı ve İmam Matüridî’nin kullandığı “ictihad
ile nesh” tabiri üzerinde durmuştuk.
Mustafa Öztürk adlı
ilahiyat profesörünün laflarını da aktarmıştık:
Hz. Ömer, Kur’an‘da ayet olarak müellefe-i kulub’a zekat
verme hükmü hâlâ duruyorken Hz. Peygamber vefat ettikten sonra bunu isteyen ve
bu konuda ayetin mevcut olduğunu da hatırlatan bir gruba “gidin emeğinizle
çalışın kazanın, size zırnık yok” demiş ve hiçbir şey vermemiştir. İmam Maturidi bu olayı “ictihad
yoluyla nesh” olarak tanımlar. Ben de Maturidi ile aynı şeyi
söylüyorum ama tekfir edilen benim. “İlla birini tekfir etmem lazım,
yoksa duramam” diyorsanız önce mezhep imamımız
Maturidi’yi tekfir edin. Benim suçum ne? İsmimin önünde Ebu Mansur
yazmaması mı?
Önceki yazılarımızı okuyanlar, Mustafa’nın
cehalet ve mantıksızlığının azameti, derinliği ve cesameti karşısında
şaşkınlığa düşmüş olmalıdırlar.
Birincisi, Hz. Ömer, adamlara zekât
verilmesine itiraz etmiş değil.. Ortada zekât yok, mesele bir arazi tahsisi
meselesi.. Ve Mustafa ile kafadarlarının bundan haberi yok, zekâttan söz
ediyorlar.
İkincisi, ayette, hayatında bir defa
müellefe-i kulub muamelesi görmüş olanın ebediyen öyle kalacağına, daima o
muameleyi görmesi gerektiğine dair bir ifade yok.
Üçüncüsü, Mustafa’nın iddiasının aksine, söz
konusu adamlar Hz. Ebubekir’e ya da Hz. Ömer’e müellefe-i kulubla ilgili ayeti
hatırlatmış değiller.
Dördüncüsü, bunlar bir “grup” değil, sadece
iki kişiler.
Beşincisi, İmam Matüridî “ictihad yoluyla
nesh”ten söz ederken nesh kavramını bugün fıkıh usulünde sahip olduğu teknik
anlamıyla kullanıyor değil..
Altıncısı, yoz Türk Mustafa, İmam Matüridî ile
aynı şeyi söylemiyor. Tipik bir yalancı.. Palavracı..
Yedincisi, İmam Matüridî, tarihselci
budalalığın iddiasının aksine, Hz. Ömer’in tavrından hareketle “ictihad ile
nesh” kavramına ulaşmış değil, bu kavramı Enfal Suresi’nin 67’nci ayetinin
mefhumundan çıkarıyor. Böylece, Hz. Ömer’in söz konusu tutumunun meşruiyeti
için Kur’an’dan
delil getiriyor. (Aşağıda bu konuya döneceğiz.)
*
Gelelim tekfir meselesine..
İmam Matüridî tekfiri hak eden bir yaklaşım
sergileseydi tekfir edilirdi. Fakat öyle birşey yok.
“Hz. Ömer içtihatla ayetin hükmünü iptal
etmiş, güncelleme yapmış, biz de
başka ayetleri tarihseldirler
diyerek iptal edebiliriz, kendi aklımızla
hüküm vaz’ edebiliriz” demiyor.
Mustafa Öztürk adlı yoz Türk ve benzerleri
İmam Matüridî’yi doğru dürüst biliyor da değiller..
Mesela bu Mustafa Kitabü’t-Tevhîd’i okumuş
mudur?
Asla!
Peki, tefsirci geçindiğine göre tefsirini
okumuş mudur?
Kesinlikle okumamıştır..
Bunların doğru dürüst bir okuma faaliyeti
sadece doktora tezlerini hazırlarken olur..
Daha sonra eğer kitap tercüme ediyorlarsa
mecburen onu okurlar.
Bunun dışında bir kitabı baştan sona okuma zahmetine katlandıkları neredeyse hiç olmaz.
Çünkü makale yazılırken buna ihtiyaç duyulmaz.. Şurdan iki cümle, burdan beş
cümle, mesele biter.
Ondan sonra okurlarsa danışmanlığını
yaptıkları tezleri okurlar..
Bazen (hatta genellikle) onları da okumazlar,
başına sonuna, ortasına, ilgilerini çeken başlıklara bakıp onay verirler.
O yüzden unvanları cafcaflı, kendileri ise
(istisnalar dışında) tam takır kuru bakırdır.
Sonra da kendilerini zamanın İmam-ı Azam Ebu
Hanife’si, İmam Matüridî’si, Gazalî’si zannederler.
*
İmam Matüridî, Tevbe Suresi’nin 60’ıncı
ayetini tefsir ederken müellefe-i kulub hakkında şunları söylüyor:
Kalpleri
kazanılacak olanlar. Daha önce Resulullah'ın (s.a.)
münafıkların liderlerine kalpleri bununla kazanılarak müslüman olmaları için
sadakalardan
verdiğini
belirttik. Öyle ki onun falan kişiye yüz deve, falan kişiye şu kadar
verdiği rivayet edilmiştir. Yine onun Ali'nin (r.a.) Yemen'den tabaklanmış deri
içerisinde göndermiş olduğu bir parça altını Akra' b. Habis ve falan falan
kişi arasında paylaştırdığı rivayet edilmiştir!. Bu konuda Resulullah'ın, İslam'ın
zayıf olduğu ve müslümanların az olduğu, ötekilerin ise çok ve güçlü kuvvetli oldukları
dönemde özellikle onların liderlerine, kalplerini kazandıracak şekilde
sadakalardan verdiğine dair hadisler çoktur. Fakat bugün Allah'a hamd
olsun, müslümanların sayısı çoğalmış, din güçlenmiş, diğerleri ise zelil olmuştur.
Dolayısıyla bu durum ortadan kalkmıştır [Münafıkların liderlerinin gönlünü
almak için bağışta bulunmaya ihtiyaç kalmamıştır]. Zira müslümanlar
güçlenmişler
ve
sayıca çoğalmışlardır. Dolayısıyla onlarla [kâfirlerle ve nifakını ortaya koyup
bozgunculuk yapan münafıklarla gerektiğinde] müslüman oluncaya kadar savaşılır.
(Ebû
Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân Tercümesi, C. 6, çev. Fazıl Ayğan, İstanbul:
Ensar Neşriyat, 2017, s. 415.)
Görüldüğü gibi, İmam, işi
kolay olandan zor olana çeviriyor.
Menfaatperest kâfirler ve
münafıklarla barış içinde yaşamak varken savaş (ölme, öldürme) seçeneğini masaya getiriyor.
Tarihselciler ise böylesi durumlarda kolaydan zora asla gitmezler.
Kolaydan daha kolaya gitmek için kafadan icat çıkarırlar, ve buna "aklın gereği, maslahat, maksat, hikmet" etiketini yapıştırırlar.
İmam'ın akıl yürütüşünün aksine onların akılsızlıklarında "İslam'ın hakimiyeti" asla maksat ve maslahat sayılma onuruna erişemez.
*
Yukarıda aktardığımız ifadeler, İmam’ın
ilgili ayetten anladıkları.
Ancak, görüşünü
delillendirmek için Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in uygulamasını kanıt olarak
getiriyor.
Sözlerinin devamı şöyle:
Nitekim
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'den,
belirtmiş olduğumuz görüşü destekleyen rivayetler gelmiştir. Rivayet
edilmiştir ki Akra' b. Habis ve Uyeyne Hz. Ebu Bekir'e gelirler
ve "Ey Resulullah'ın halifesi, bizim
bölgede yararsız ve hiçbir otun bulunmadığı çorak bir arazi var, bunu bize tahsis eder misin?" derler.
O da bu araziyi onlara tahsis etmiş, buna dair bir belge düzenlemiş ve Hz.
Ömer bu toplulukta yokken onu şahit tutmuştur.
O ikisi, buna şahit olması için Hz. Ömer'e gitmişlerdir. Hz. Ömer bu yazılı belgede olanları işitince bunu onların elinden almış, içeriğine bakmış ve daha sonra yırtıp yok etmiştir. Bunun üzerine o ikisi kendi kendilerine söylenerek Hz. Ömer'e kötü sözler söylemişlerdir.
Hz.
Ömer onlara şöyle demiştir: “Hz.
Peygamber sizin kalplerinizi kazanmak için size ödeme yapıyordu,
zira o gün müslümanlar azdı. Bugün ise yüce Allah İslamı güçlendirdi. Gidiniz,
gücünüz yettiğince çalışıp çabalayınız. Eğer siz gerekeni yapıp beklerseniz,
Allah da sizi gözetir.”
Hz. Ömer r. a., Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in neyi niçin yaptığını bilecek
durumdadır. Beraber yaşamış olan o; o bilmeyecek de 14 asır sonra dünyaya gelen
Mustafa gibi soytarılar mı bilecek?!
İmam’ın Hz. Ömer’den naklettiği söz şunu ortaya koyuyor: Hz. Ömer, ayette geçen kavramı kullanmakla birlikte, bu adamlara karşı ilgili ayete atıfta bulunmuş değil.. O adamlar da ayeti delil getiriyor değiller.
Ancak, Hz. Ömer’in
verdiği cevaptan anlaşılıyor ki, bunlar, “Hz. Muhammed s.a.s. bize ihsan ve
ikramda bulunuyordu, sen kim oluyorsun?” gibi şeyler söylemişler. O da,
Rasulullah’ın kendilerine niçin öyle davrandığını izah için, ayette geçen kavramı kullanmış.
İmam’ın sözlerinin devamı şöyle:
Biz
bu hadisin [Hz. Ömer’le ilgili rivayetin] muhtevasını benimsiyoruz. Çünkü Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer'in söylediklerini ve yaptıklarını reddetmemiştir.
Dolayısıyla bu, onu onaylaması anlamına gelir. O ikisinin sözü ise [zekât
ayetinde geçen müellefe-i kulub kavramına istinaden bu tür adamlara daima
ihsanda bulunulması gerekmediğini anlama hususunda] delil olarak bize yeter.
Bizim bu konuda farklı delillerimiz de mevcuttur.
Bunlardan biri şudur:
Hz.
Peygamber bir toplulukla antlaşma yapıyordu, zira belirtmiş
olduğumuz üzere müslümanların sayıca azlığı ve zayıflığı sebebiyle
onlara yönelmeye ve onlarla antlaşmaya ihtiyaç duymaktaydı. Allah
İslamı güçlendirdiğinde, müntesiplerinin sayısını çoğalttığında antlaşma
yapılan kimselerle olan antlaşmaları bozuldu, sonra da onların hepsiyle savaşmak
emredildi.
(A.g.e.,
s. 415-6.)
Görüldüğü gibi İmam yine hüküm bakımından kolaydan zora gidiyor.
Ortada "zorluk", hatta hüküm diye birşey bırakmayan tarihselci soytarılar gibi rahatlık ve laubalilik peşinde değil.
İmam'ın akıldan, makasıd ve maslahattan anladığı, tarihselci soytarıların anladıklarıyla taban tabana zıt..
Evet İmam, bu antlaşma
meselesini, müellefe-i kulub kabul edilen insanlara karşı her zaman aynı
muamelenin yapılmasının gerekmediği yönündeki görüşünü desteklemek için gündeme
getirmiş bulunuyor.
Antlaşmanın bozulması
hadisesi mesela Hudeybiye Antlaşması
çerçevesinde ortaya çıktı.. Mekke müşrikleri ile müttefikleri, antlaşmayı
çiğneyerek Müslümanların müttefiklerine saldırıp bazılarını öldürdüler. Fakat
antlaşmanın devam etmesini de istiyorlardı, bu yüzden Kureyş’i temsilen Ebu
Süfyan Medine’ye gelip antlaşmanın devam etmesini istedi.. Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem bunu kabul etmedi. Çünkü artık Hudeybiye
Antlaşması’nın yapıldığı sıradaki güç dengeleri değişmiş, Müslümanlar sayıca
artmış ve güçlenmişlerdi.
Buradan anlaşılıyor ki,
söz konusu kişiler Müslümanlar’ın zayıf olduğu ve onların yardımına ihtiyaç
duyduğu bir zamanda Hz. Ebu Bekir’den o araziyi isteselerdi, Hz. Ömer buna
itiraz etmezdi.
İmam’ın sözlerinin devamı
şöyle:
[Diğer
delillerimizin] İkincisi, Cenab-ı Hakk'ın [Bedir esirleriyle ilgili] şu ilahi
beyanıdır: "O yerde gerekli temizliği
yapıp hakimiyetini kuruncaya kadar bir peygamberin esirlerinin olması uygun
değildir." (Enfal, 8/67) İslam'ın ikinci durumda içinde bulunduğu hal, [yani] müslümanların güç ve kuvvet kazanmaları, bu hususlarda ilk durumun aksineydi. [İlk durumda esir almak yerine öldürmek gerekirken, ikincisinde esir almakla
yetinilebilir.]
Münafıkların
durumu da bunun gibidir. Onlara da ilk durumda gönüllerini alacak ve onları
susturacak ödemenin yapılması caizdir. İkinci durumda ise sakıncalıdır. [Onları
gereksiz yere şımartma ve güçlendirme anlamına gelir.] En doğrusunu bilen
Allah'tır.
(A.g.e., s. 416.)
*
Bunun ardından söz, yoz
Türk Mustafa gibilerin istismar ettikleri kavrama geliyor:
Ayette,
kendisiyle mevcut olan mananın ortadan kalkması dolayısıyla içtihatla neshin mümkün olduğuna delil vardır.
Bu durum, neshin farklı şekillerde olabileceğinin bilinmesi içindir.
İmam, ayet derken, tefsir etmekte olduğu Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayetini mi yoksa daha sonra atıfta bulunduğu Enfal Suresi’nin 67’nci ayetini mi kastettiğini açıklamıyor, fakat kastının ikincisi olduğu hemen anlaşılıyor.
Çünkü, “yeryüzünde gerekli temizliği yapıp hakimiyet
kurma”nın ölçüsü ayette belirtilmiş değil, bu husus içtihada havale edilmiş durumda.
Dolayısıyla, "yeryüzünde hakimiyet kurma"ya ilişkin bir içtihat neticesinde, "savaşta esir almayıp öldürme" uygulamasının yerini esir yapmanın alması söz konusu olabiliyor.
İşte İmam, böyle bir karar almayı "içtihat ile nesh" olarak adlandırıyor.
*
Evet, geri zekâlı yoz
Türk Mustafa ile kafadarları İmam’ın ifadelerinden hiçbir şey anlamış değiller.
Bu ifadeyi öyle
aktarıyorlar ki, sanki İmam şunu demiş: Hz. Ömer, içtihadı ile Tevbe Suresi’nin
60’ıncı ayetini neshetti.
Oysa İmam böyle birşey
demiyor.
İmam bu kavramı, Allahu
Teala’nın Enfal 67’deki uyarısı bağlamında dile getiriyor.
Ancak, sözlerinin siyak
ve sibakından, müellefe-i kulub olarak adlandırılan kişilere muamele konusunda,
Enfal 67’deki duruma benzer bir değerlendirmenin (içtihadın) devreye gireceğini
düşündüğü anlaşılıyor.
Kendisinin müellefe-i kulub
hakkındaki yorumunu, Enfal 67'den çıkan anlamın desteklediğini söylemek istiyor.
Bunu söylerken de, “Hz.
Ömer ayeti neshetti” demiyor.
Böyle birşeyi diyebilmesi için insanın yoz Türk Mustafa gibi bir ahmak ve de usul-ü fıkıhtan habersiz bir zır cahil olması gerekir. Halbuki İmam ne cahildir ne de ahmak.. Tam aksine eşine az rastlanacak bir dahidir.
*
Bir defa, nesh kavramını günümüzde usul-ü fıkıhta sahip olduğu teknik anlamda kullandığımızda, içtihat ile ayetin neshedilemeyeceğini söylemek gerekir; çünkü fer’, aslı iptal edemez. (Mesela anayasaya aykırılıktan dolayı bir kanun iptal edilebilir, fakat anayasa maddesi kanuna aykırılıktan dolayı iptal edilemez. Hele bir mahkemenin yahut Yargıtay’ın içtihadıyla anayasa maddesinin iptali hiç mümkün değildir. Fakat anayasa, bir anayasa maddesinin uygulanmasında yürütmeye ya da yargıya takdir yetkisi tanıyabilir, ve bu, anayasının hükmünün iptali değildir.)
Eğer bir ayetin hükmünün
anlaşılması konusunda içtihada izin olacaksa (Ki İmam bunu kastediyor), bu
iznin yine ayetle verilmiş olması gerekir. İçtihatla, içtihat izni
üretemezsiniz. İçtihadın meşruiyeti içtihadın kendisi ile ortaya çıkmaz.
İşte bu yüzden İmam, Enfal 67’de, "bazı hükümlerin uygulanması ile ilgili olarak farklı seçeneklerin dikkate alınması" hususunda (Ki bunu nesh olarak adlandırıyor) içtihadın devreye gireceğini gösteren bir delil bulunduğunu söylüyor.
Yani “içtihad ile nesh”
diye adlandırdığı durum da yine bir nassın (Enfal, 8/67) gereğinin yerine
getirilmesi demek oluyor.
Yoksa, İmam şunu diyor
değil: “Hz. Ömer’in bu uygulamasında içtihad ile (günümüzde fıkıh usulünde kullanılan teknik anlamında) neshin caiz olduğunun delili
vardır.”
Böyle birşey yok..
İçtihat ile bu türden bir nesih söz
konusu olmaz, olamaz.
Enfal 67 için de durum
aynı.. Burada İmam’ın nesih olarak adlandırdığı şey, ayette belirtilen iki uygulamadan
birinin diğerine tercihi.. Ayetin kendisinin neshi değil..
*
Bunu Tevbe 60’a
uyguladığımızda şu sonuca varırız: Müslümanların zayıf olup bazı ılımlı
kâfirlerin ya da münafıkların yardımına ihtiyaç duydukları zamanda onlara zekât
verilebilir, fakat güçlü oldukları zaman buna gerek yoktur.
Nitekim bu ayetin öncesi
ve sonrasına bakıldığında, “Zekât mutlaka bu sınıflardan (sayılan sekiz
gruptan) her birine verilmelidir, her bir grup mutlaka oluşturulmalıdır”
hükmünün getirilmediği, zekâttan pay isteyen hali vakti yerinde münafıklara, “Zekât
ancak şu sekiz gruptan birine dahil olanlara verilebilir, verilir, başkasına
verilmez” denildiği ortaya çıkıyor.
Neden bu münafıklara müellefe-i kulub muamelesi yapılmıyor, istedikleri verilmiyor?.. Şundan: Bunların toplumda bir ağırlığı yok, "özgül ağırlık"ları sıfır denilecek durumda. Bunların gönüllerinin kazanılmaya çalışılması ile çalışılmaması arasında Müslümanlar açısından bir fark bulunmuyor.
İslam devleti güçlenip Müslümanlar kuvvetli hale gelince ve eskinin müellefe-i kulubu da artık diğer münafıklar gibi "etkisiz eleman"lara dönüşünce, tıpkı onlar gibi muamele görürler.
*
İmam’ın aktardığımız şu son cümlesi de
önem taşıyor: “Bu durum, neshin farklı şekillerde olabileceğinin
bilinmesi içindir.”
İşte burada neshin (bir
önceki yazıda işaret etmiş olduğumuz) günümüz fıkıh usulü literatüründe
kullanılan teknik anlamından farklı “şekiller” ortaya çıkıyor: Âmmın tahsisi,
mutlakın takyidi ve beyan gibi.
Bu nesh, tarihselcilerin kastettiği “Bu hüküm tarihseldir, at gitsin!” tarzı bir nesih değil. Buradaki nesih, duruma göre farklı iki tavrın sergilenmesine izin verilmiş olduğu karîne ile anlaşılan hususlarda birinin diğerine tercihinden ibaret.
*
Devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder