Önceki yazılarda, Ebû Kusur Mustafa Öztürk gibi yoz Türklerin İmam
Ebû Mansur Matüridî’nin kullandığı “ictihad ile nesh” tabirini istismar
etmekte olduklarını dile getirmiştik.
Öncelikle ictihad kavramı üzerinde durmak
gerekiyor.
TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İctihad” maddesinde yeterli bilgi
mevcut..
Orada ifade edildiği gibi, cehd, cihad, mücahede, mücahid, müctehid
(ictihad eden, ictihatta bulunan) gibi kelimeler aynı kökten geliyor.
İctihad kelimesinin sözlük anlamı şu: “Bir konuda elden gelen çabayı sarfetmek, bir şeyi elde edebilmek için
olanca gücü harcamak.”
Fıkıh terimi olarak ictihada gelince, “fakihin (fıkıh / İslâm hukuku / Şeriat âliminin) herhangi bir şer‘î hüküm (Şeriat hükmü) hakkında zannî bilgiye ulaşabilmek için bütün
gücünü harcaması” demek oluyor.
Ansiklopedideki ifade şöyle:
Tanımda “şer‘î hüküm” kaydı aklî, maddî ve örfî konularda yapılan akıl yürütmeleri, “zannî bilgi” kaydı da dinin kati
hükümlerini bilmeyi dışarıda tutmayı amaçlar. Şer‘î hüküm, konuyla ilgili
bir nas bulunduğunda onun anlaşılması ve yorumlanması suretiyle,
bulunmadığında ise [Şeriat’in genel ilkelerinden hareketle] çeşitli metotlar
işletilerek elde edileceğinden tanımda şer‘î hükmün kaynağı [ayet ya da hadîs mi olduğu hususu] ve elde edilme metodu [kıyas ya da istihsan vs. olması hususu] genelde yer almaz.
*
Bu söylenenlerden anlaşılabileceği gibi,
ictihad bir aklı kullanma
faaliyetidir.
Ancak burada akıl, bir “kaynak” değil, kaynağı
anlama aracıdır. Yani akıl, vahiyden bağımsız olarak kendi başına hüküm
koyamamaktadır.
Bu yapıldığında, yani akıl tek başına hüküm
koyma mevkiinde görüldüğünde vahyin (Allahu Teala’nın) hükmü ve rolü
reddedilmiş olur.
Buna re’y
(kişisel görüş) diyoruz.
*
“İctihad
ile nesh” tabirine gelince..
Burada bir fıkıh terimi olan ictihadın kullanılması, sözü edilen neshin salt re’y’e (kişisel görüşe)
dayalı olmamasını, ictihad işleminin yine dinin kaynaklarından (ayet ve hadîslerden ya da
Şeriat’in ayet ve hadîslerden hareketle belirlenmiş genel ilkelerinden) yola
çıkılarak yapıldığını gösterir.
Bu durumda, sözü edilen neshin, dinin spesifik
hükümleri ve genel ilkeleriyle çelişen bir anlam ve muhtevaya sahip olması beklenemez.
*
İşte Ebu Kusur Mustafa Öztürk gibi yoz Türk ithal marka zurnaların söylemlerinin zırt dediği yer burası..
Bunlar, İmam Matüridî’nin ictihad (anlama) faaliyetinin yerine re’y’i, (Kur’an ve Sünnet’le, dinin genel ilkeleriyle alâkasız olan, onları anlamak bir tarafa yok sayan) kişisel görüşü oturtuyorlar.
Ancak, bu re’y, salt kendi kafalarının icadı
saf ve pür re’y de değil..
Yahudi, hristiyan ve ateist akıl hocalarının
laflarını alıyor, bunları “aklın gereği” diye yutturmaya çalışıyorlar.
Onların “akıl yürütme” etiketli gâvur
taklitçiliği, fıkıh terimi olan ictihadın kapsamına girmediği halde, zırvalarını
“dinin anlatılması ve anlaşılması” faaliyeti gibi göstermeye çalışıyorlar.
Buna ihtiyaçları var, çünkü “ilahiyatçı”
olarak biliniyorlar. Mesleklerinin dostlar alışverişte görsün kabilinden hakkını vermek için ilahiyat pazarlaması ve
satışı yapmaları gerekiyor.
O yüzden de bu din tüccarları, kendileri ile İmam Matüridî
arasında bir benzerlik kuruyor, sanki kendileri de İmam gibi dinin
anlaşılması için çaba sarfeden adamlarmış gibi rol kesiyorlar.
Bu kullanışlı din sanatçılarını, aktör ve aktristlerini oynatanlar, onlar için senaryolar yazanlar ise dış güçler ile içerideki yerli-milli-laik derin acentaları.
*
Burada nesh
kavramı üzerinde de durmak gerekiyor.
TDV İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddesinin ilk cümlesi şöyle:
Sözlükte “ortadan kaldırmak; nakletmek, beyan etmek” mânalarına gelen nesh kelimesi terim olarak şer‘î bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılmasını ifade eder.
Tanımın da gösterdiği gibi, şer’î bir hüküm (Şeriat hükmü) şer’î
delille kaldırıldığında buna nesh denilebilir, fakat, şer’î olmayan bir delille
şer’î bir hüküm kaldırılamaz.
Şer’î deliller ise dört tanedir: Kitap (Kur’an),
Sünnet, icma (bir devirde bütün ulemanın bir hüküm hakkında ittifakı) ve kıyas
(müctehid vasfını taşıyan alimin ictihadı).
Görüldüğü gibi, akıl yani kişisel re’y tek başına şer’î delil vasfını taşımıyor. Şeriat söz konusu olduğunda akıl, nakil ile birlikte yol almak zorunda..
Nitekim, aklın kullanılması demek olan icma ve kıyas, ancak Kitap ve Sünnet
(nakil) temeli üzerinde kurulabiliyor.
*
Modern (çağdaş) hukuk dediğimiz beşerî hukukta da böyledir.
Bireylerin
(vatandaşların), “Benim aklım şöyle
bir kanunun bulunması gerektiğini söylüyor, olacak, aksini kabul etmiyorum, kanunu güncelledim” ya
da “Böyle kanun olmaz, bu kanunu kabul etmiyorum, nesh ettim, iptal ettim, aklımla bu iptal hükmünü verdim” demesi bir değer
taşımıyor.
Bunu diyen kişiler Anayasa Mahkemesi ve
Yargıtay başkanlığı bile yapmış olsalar durum değişmiyor. Prosedürün işlemesi,
yasa koyucu makamın (laik düzenlerde Allahu Teala yerine parlamentoların) bir
hüküm inşa etmiş olması gerekiyor.
Hukukçuların rolü ise, parlamentoların (ilahî vahyin
yerini alan) buyrukları üzerinde akıl yürütmekten, onları uygulamak için ter dökmekten ibaret oluyor.
*
Bu noktada hukukçular, herhangi bir kanunu “içtihat” ile nesh edemiyorlar.
Bazen bir kanun, yine Anayasa tarafından (yani
laik düzenin kutsal metni/vahyi
tarafından) yetkilendirilmiş olan Anayasa Mahkemesi tarafından “Anayasa’ya
aykırılık” gerekçesiyle iptal edilebiliyor.
Mevzubahis olan akla aykırılık değil, anayasaya aykırılık.. Yani mevzubahis olan anayasa ise akıl da teferruattır "netekim".
Eğer Anayasa (nakil, laik düzenin kutsal vahyi) bu yetkiyi vermese,
Anayasa Mahkemesi’nin aklının bir
geçerliliği olmuyor.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi üyesi olmayan diğer akıllılara ve hukukçulara bu konuda söz hakkı tanınmıyor.
Ayrıca, bir kanun maddesinin iptal
edilebilmesi için Anayasa’ya (birincil önemdeki beşerî vahye/nakle) aykırılığın gösterilebilmesi gerekiyor. Akıllı olmak tek başına birşey ifade etmiyor.
Burada nakil dikkate alınmaksızın saf ve pür
akıl (kişisel re’y) yetkili kabul edilmiyor.
*
Ayrıca, Anayasa Mahkemesi ya da Yargıtay,
parlamentodan (beşerî vahiy
makamından) bağımsız olarak güncelleme
de yapamıyor.
Anayasa’ya (yani üstün beşerî vahye/nakle)
dayanarak bazı kanunları nesh edebiliyor, fakat yerine hüküm vaz’ edemiyor.
Hüküm koyamıyor.
Hukukta (beşerî dinde) güncelleme yapamıyor.
(Hukuk sistemleri İslam'ın din tanımı çerçevesinde birer dindir. TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Din”
maddesinin okunması bunun anlaşılması bakımından yeterli olur. Kur’an’dan
delil isteyen ise Yusuf Suresi’nin 76’ncı ayetine bakabilir.)
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın Hak
Dini Kur’an Dili tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini açıklarken
dikkat çektiği üzere, günümüzün (eskinin hristiyan rahiplerinin, Kilise kurumunun
ve yahudi hahamlarının yerini alarak) “rabler” konumuna yükseltilmiş laik
parlamentoları, bu noktada Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay gibi kurumlara bile söz
hakkı tanımıyor, onlara, “Sizin aklınız size kalsın, rabliğimiz şerik kabul etmez” diyorlar.
*
İslam’a gelince..
İslâm’da da ictihad ile nesh diye birşey
yoktur.
Ancak nesh kavramını çok geniş anlamda
kullanırsanız durum değişebilir.
Mesela bir kanun hükmünün hangi durumlara
uygulanıp hangi durumlara uygulanmayacağına hâkimin (mahkemenin) karar vermesi gibi
hususlar için de nesh tabirine başvurursanız, yani “Olay bu kanunun kapsamına
girmiyor” türünden değerlendirmeler için de “kanunun neshi” tabirine
sarılırsanız, işte böylesi bir nesh anlayışı Şeriat’te de söz konusu olabilir
ve “içtihad ile nesh”ten söz edilebilir.
Hz. Ömer’in müellefe-i kulubla ilgili olayında
buna benzer bir durum mevcut.. Hz. Ömer, ilgili ayetin yanlış anlaşılmasının,
kapsamına girmeyecek konuların ona dahil edilmesinin önüne geçiyor.
Burada “içtihad ile nesh” diye birşey aslında
yok.
Ancak, bunu “içtihad ile nesh” diye
adlandırırsanız, nesh kavramına çok geniş bir anlam yüklemiş olursunuz. Mahiyeti değişmez, isim değişir.. Ali'yi Veli diye adlandırmakla o, başka bir kişi haline gelmez.
İmam Matüridî de böyle birşey yapmış, nesh kavramına çok geniş bir anlam yüklemiş..
Ancak, bundan hareketle başka şer’î hükümler
hakkında, “Hz. Ömer böyle yapmış, ben de yaparım.. Zaten artık zaman değişti..
Kur’an nazil olalı üç asır geçti.. 300 yıl, dile kolay.. Dört Halife devri
geçti, Emevî Devleti yıkıldı, Abbasîler desen adı var kendi yok, şartlar
değişti.. Dolayısıyla artık hükümleri nesh edip değiştirmek gerekiyor, madem
Hz. Ömer yapmış ben de yaparım.. Artık şu şu hükümleri değiştirdim, güncelledim” deseydi,
evet İmam Matüridî böyle deseydi, şimdi üç beş sapık dışında kimse onu rahmetle
anmaz ve imam kabul etmezdi.
İmam Matüridî böyle yapmadı, dinin doğru
anlaşılması için çaba sarfetti.. Allahu Teala ona rahmet eylesin, Cennet’te en
yüksek makamlara çıkarsın, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e komşu
eylesin..
*
Ancak, İmam Matüridî’nin nesih kavramını, böyle
bizim yadırgadığımız ve yoz Türklerin de istismar için mal bulmuş yağmacı
hırsız Mağribî gibi sarıldıkları bir anlamda kullanmış olması, salt kendi
gafletinden ve dikkatsizliğinden kaynaklanmıyor.
Meselenin, söz konusu kavramın o güne kadar öyle kullanılmış olmasıyla da ilgisi var.
Nitekim TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Nesih”
maddesinde şöyle deniliyor:
Sahâbe ve tâbiîn dönemindeki örnek ve
kullanımlardan o sıralarda neshin fıkıh
usulündeki teknik anlamını aşan bir kavramsal çerçeveye sahip olduğu, âmmın
tahsisi, mutlakın takyidi, mücmel ve müphemin beyanı gibi durumların da bu
kapsamda düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Günümüze ulaşan eserler içinde neshi
usuldeki anlamına çekmeye çalışan ilk ifadelerin Şâfiî’ye ait olduğu görülür
(Mustafa Zeyd, I, 73-75; karşı bir görüş için bk. Hâşimî et-Ticânî, I, 81).
Usul âlimleri nesih için “taabbüd süresinin sona erdiğinin açıklanması”,
“önceki hitapla sabit olan hükmün kaldırıldığına delâlet eden hitap”, “bir
şer‘î delilden sonra onun içerdiği hükmün aksini gerektiren başka bir şer‘î
delilin gelmesi” gibi farklı tanımlar verseler de bunların şer‘î bir hükmün daha
sonra gelen başka bir şer‘î delille kaldırılması noktasında birleştiği
söylenebilir…
Evet, Ebu Hamakat Mustafa gibi tipler, sanki İmam Matüridî kavramı bugun
fıkıh usulünde sahip olduğu teknik anlamıyla kullanmış gibi olayı
çarpıtıyorlar.
Oysa, âmmın tahsisi (genel ifadedeki özel anlamın ortaya çıkarılması, kapsamın bir karîne nedeniyle daraltılması),
mutlakın takyidi (kayıt ve şart taşımayan bir ifadenin doğru anlaşılması için
onun icab ettirdiği kayıt ve şartların ortaya konulması), mücmel ve müphemin beyanı (kısaca
ve kapalı biçimde dile getirilen hususların açıklanması) gibi durumlar için de
nesh tabiri kullanılmış.
Örnekle açıklayalım..
Mesela “Her Türk askerlik yapmak zorundadır”
denildiğinde bunun doğru anlaşılması için erkek olmak, yaşı müsait olmak,
sağlık bakımından askerliğe elverişli olmak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olmak gibi şartları dile getirmek, ve mesela Veli adlı bir vatandaşın
görme engelli olmasından dolayı askerlik yapmayacağını söylemek, bu anlayış
çerçevesinde nesh diye adlandırılıyor.
Oysa burada, tahsis ya da takyid söz konusu.. Beyan demek de mümkün..
Fıkıh usulüne ait teknik anlamda düşünürsek nesh, bu ifadenin hükmünün tümden kaldırılması demek olur. Ortada Türk için askerlik yükümlülüğü diye birşey kalmaz.
Sözünü ettiğimiz tahsis, takyid ve beyan gibi hususlar
çerçevesinde ise olay hükmün kaldırılması değildir, yorumlanması ve açıklanmasıdır.
İmam Matüridî de “içtihat ile nesh” derken tahsis, takyid ve beyan gibi
hususları kastediyor. Ayetin hükmünün kaldırılmasını değil.
Hz. Ömer'in ilgili olayda sarfettiği sözler beyan niteliği taşıyor. Müellefe-i kulub kavramına açıklık getirmiş oluyor.
Aslında bunu söylemesine bile belki gerek yoktu.. Çünkü söz konusu kişiler ilgili ayeti taleplerinin haklılığı için delil olarak öne süremezlerdi ve sürememişlerdir.
*
Ebu Kusur Mustafa yoz Türk gibi tiplere
gelince.. Bunlar, İmam Matüridî’nin istismara müsait bir sözünü alarak
insanları sapıklığa çağırıyorlar.
Onlar, “Kur’an hükümleri tarihseldir, onları
yorumlamak, anlamak için uğraşmaya, gerekli yerlerde tahsisi, takyidi ve beyanı
ile meşgul olmaya ihtiyaç yoktur” diyorlar.
Kendi kafalarından hüküm koyabileceklerini, güncelleme ve değişiklik yapabileceklerini iddia ediyorlar. Tıpkı, hristiyanların rableştirilmiş papazları gibi..
Ve ne yazık ki, bu zamanın laik düzen yanlısı
muktedirleri de onların safsata ve yalanlarını çıkarlarına uygun buldukları
için açıkça ya da dolaylı biçimde onlara destek veriyor, önlerini açıyorlar.
Açtılar.. Ve bu tipleri şımarttılar..
Böylece, “Allahım, bizim belamızı ver!” diye
dua etmiş gibi oldular.
Unutmayalım…
Allah…
İmhal eder.. Tevbe fırsatı verir..
İhmal etmez!
*
Devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder