İRAN'IN OYUN BOZANLIĞI OLMASA, İSRAİL'LE DİPLOMASİ GÜREŞİNİN TADINA DOYUM OLMAZDI
(NASIL OLMASIN Kİ MONŞERLER DİPLOMASİCİLİK OYUNUNDAN PEK KEYİF ALIRLAR)
Yeni Şafak yazarı Taha Kılınç, bugünkü (24 Nisan 2024 tarihli) yazısında şunları
söylüyor:
“Birkaç gün arayla,
İslâm coğrafyasının iki yiğit ve çilekeş evladı rahmete kavuştu. Onlardan biri,
uzaya çıkan ilk Suriyeli astronot olarak bilinen Muhammed Fâris,
diğeri de Yemenli âlim, mücadele ve dava adamı Şeyh Abdülmecîd Zindânî
idi.”
Zamanında Sovyetler Birliği hükümeti tarafından
Lenin Nişanı’yla taltif edilmiş olan Muhammed Fâris’in bütün
yiğitliği, Suriye iç savaşında muhalifler tarafını tuttuğu için (rejimin bir
suikastine kurban gitmeme kaygısıyla) Türkiye’ye hicret etmesinden ibaret
gibi görünüyor.
Zindânî’ye gelince.. Kılınç, onun hakkında
şunları söylüyor:
“… Abdülmecîd Zindânî,
2012’den sonra ülkesinin sürüklendiği iç savaşın ardından Suudi Arabistan’a
yerleşmiş, orada iken de İhvân çizgisine mensubiyetinden ötürü ev hapsine
alınmıştı. 2020’de ev hapsi cezasının kaldırılmasıyla birlikte Türkiye’ye gelen
Zindânî, son nefesini İstanbul’da verdi.”
Bunun ardından Kılınç, abrakadabra ve hokuspokus
kabilinden üfürmeler ve elçabukluğuyla şu sonuca varıyor:
“Her ikisi de ülkeleri İran tarafından işgal
edildiği için, doğdukları topraklarda barınamamıştı.
“Her ikisi de Türkiye’ye sığınmış, burada sıcak bir
yuva ve emniyetli bir sığınak bulmuştu.
“İran’ın Ortadoğu ve İslâm coğrafyasında Şiîliği yayma odaklı faaliyetlerinin sahadaki pratik neticelerine kafa yormak isteyenler, bilhassa Suriye ve Yemen’in durumuna yakından bakmalı. Muhammed Fâris ve Abdülmecîd Zindânî’nin yaşadıkları, bu iki ülkenin İran eliyle içine sürüklendiği mezhep temelli çatışma ve gerilimin canlı misalleriydi.”
*
Önce şunu söyleyelim:
Kişisel olarak bazı Şiîlerin resmen kâfir oldukları
kanaatini taşıyorum. İslam’la herhangi bir ilgileri bulunmamaktadır. Çünkü bazı
Kur’an nasslarını inkâr etme durumundalar.
Bazılarının da dalalet ehli bid’atçiler
oldukları inancındayım.
Yemen’deki Zeydîler gibi gruplar ise daha
mutedil çizgideler. Ancak onların ashabla ilgili değerlendirmelerine
katılmıyorum.
İran’dakilere gelince.. Hamaney gibi
isimler kimi Şia alimlerine göre daha mutedil bir çizgide yer alıyorlarsa da,
Hz. Hasan’ın politikası (ona takiyye izafe etmeleri) ve Hz.
Muaviye gibi ashabın durumu hakkındaki kanaatlerini tarihî
gerçeklere, akla ve mantığa aykırı buluyorum. Benimsemiyorum.
*
Kılınç’ın yazdıklarına gelelim.
Baştan sona çarpıtma ve mugalatadan ibaret..
Birincisi, Suriye’nin ve Yemen’in İran
tarafından işgal edilmesinden söz etmek, yalancılığın daniskası..
İran, bu iki ülkede egemen kesime mezhebî
(ve aynı zamanda başka siyasî) gerekçelerle destek veriyor.
Mesela Suriye’de Esed’i, mevcut rejimi
destekliyor.
İşgalci konumda görünenler ise, oradaki
Kürtler’i örgütleyip silahlandıran ABD ile, aralarında Türkmenler’in de
bulunduğu bazı muhaliflere destek veren Türkiye..
Türkiye, askerî anlamda Suriye topraklarında
mı?..
Evet!..
Peki bunun adına ne diyeceğiz, işgal midir, değil midir?
İran ise, Suriye devleti ile bir anlaşma
yapmış, onunla olan anlaşması muvacehesinde orada..
İran’ın zulme alet olup olmadığı meselesi ayrı
konu, biz “işgal”i tartışıyoruz.
*
Demek
ki, Kılınç’ın “Her ikisi de ülkeleri İran tarafından işgal edildiği için,
doğdukları topraklarda barınamamıştı” şeklindeki lafı, saçmalık.
Ülkeleri
İran tarafından işgal edildiği için değil, ülkelerindeki “İran destekli rejim”le
ters düştükleri için doğdukları topraklarda barınamamışlardı.
Kendi ülkemizden örnek verelim..
Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca, bundan
27 yıl önce, doğduğu topraklarda barınamadığı için evvela Avrupa’ya gitmiş,
ardından da Avustralya’ya yerleşmişti.
Sebebi, arkasında İsrail, ABD ve Masonluğun
bulunduğu 28 Şubat süreciydi.
Hayır, İsrail, ABD ve Masonlar resmen gelip
Türkiye’yi işgal etmiş değillerdi.
“İsrail, ABD ve Mason destekli” 28 Şubat rejimi, (TSK ve MİT’teki aparatları
vasıtasıyla) ülkeyi Esad Efendi gibi zatlar için yaşanmaz hale getirmişti.
Esad Efendi’nin suçu, o süreçte “Milli birlik
ve beraberlik, kem küm, fevrî tepkilerden kaçınılmalı, biz dindarlar da
şımarmıştık, laikleri de anlamaya çalışmamız lazım, sabırlı olmalı ortamı daha
fazla germemeliyiz, devletimize bağlıyız” filan demeyip haksızlığa karşı sesini
yükseltmesiydi.
O süreçte “Eskinin mağdurları bugünün
mağrurları olmamalıdır” diye konuşarak o anın şımarmış zalimlerini değil de
mağdurlarını yargılayan kişiler, doğal olarak, doğdukları topraklarda rahat bir
şekilde barınmaya devam ettiler.
(O günlerde Hasan Celal Güzel gibi hapse atılıp
gerçekten mağdur edilenler oldu.. Bazıları da vardı ki, mağdur gösterilip
kahramanlaştırılmak için hapishanede “misafir edilip ağırlandılar”.)
*
Kılınç
şunu da diyor:
“Muhammed Fâris ve Abdülmecîd Zindânî’nin yaşadıkları,
bu iki ülkenin İran eliyle içine sürüklendiği mezhep temelli çatışma
ve gerilimin canlı misalleriydi.”
Bu uyanık şahıs, bütün milleti aptal yerine koyarak
yazıp çiziyor.
Peki, Suriye olaylarını İran mı
başlattı?
Suriye olaylarını başlatan, senin Genelkurmay
İstiharat Daire Başkanı’nın (Korgeneral İsmail Hakkı Pekin) itiraf etmiş
olduğu gibi, ABD ve Türkiye..
Öyle ki, Türkiye’nin karar mekanizmaları, bu
noktada, Makyavelist ahlâk açısından caiz, İslam ahlâkı açısından ise utanç
verici olan, tarihe yüzkarası olarak geçecek bir tavır sergilediler.
Bir taraftan Suriye ile heyetler düzeyinde
samimi görüşmeler yapılıyorken, diğer taraftan ABD ile anlaşılarak Suriye’ye
karşı komplo kuruldu (gizli planlar hayata geçirildi).
“Muhammed
Fâris ve Abdülmecîd Zindânî’nin yaşadıkları, bu iki ülkenin İran
eliyle içine sürüklendiği mezhep temelli çatışma ve gerilimin canlı
misalleriydi”ymiş.
Allah’tan
kork, Suriye İran eliyle mi mezhep temelli çatışma içine sürüklendi?
Yaşın
küçük ama yalancılık kabiliyet ve kapasiten büyük..
*
“Her
ikisi de Türkiye’ye sığınmış, burada sıcak bir yuva ve emniyetli bir sığınak
bulmuştu”larmış.
Lafa
bak!
Şimdi
FETÖ’cü diye adlandırılanlar da gittikleri ülkeler için benzer şeyler
söylüyorlar.
Yalnız
FETÖ’cülerin şöyle bir farkı var: Onların bazılarını MİT gittikleri
yerde de buluyor, paketleyip getiriyor.
Yani
gittikleri yerlerde sıcak bir yuva bulsalar da, emniyetli bir sığınak
bulamayabiliyorlar.
Ayrıca,
Türkiye’ye sığınan herkesin emniyetli bir sığınak buldukları da söylenemez.
Geçmiş yıllarda bazı Çeçenlerin Rus istihbaratı tarafından şehit
edildiklerine şahit olundu.
Demek
ki, Suriye ve Yemen rejimleri, söz konusu iki kişinin peşine düşmemişler.. “Aman
bizim başımıza bela olmasınlar da, nereye gidiyorlarsa gitsinler” diye
düşünmüşler.
Doğal
olarak Esad Efendi bu noktada tekrar hatırlara geliyor..
Onun
öümünün basit bir trafik kazası değil de suikast olduğunu ileri sürenler
bulundu..
Soru
şu: Onun peşine kimler düşmüş olabilir, kimler onu tehdit olarak görüyorlardı?
*
Gelelim
şu anda yaşananlara..
Birileri
“Yok danışıklı dövüştü, yok şuydu, yok buydu” diyerek İran-İsrail
gerilimi ve çatışmasını basitleştirmeye, önemsiz göstermeye çalışıyor olsalar
da, İsrail’e yönelik ciddiye alınabilecek tek tepkiyi İran’ın ve desteklediği Yemenli
Husiler’in gösterdiği bir gerçek.
İran
bunun bedelini de ödüyor..
Büyükelçiliğinin
bombalanması, ikisi general olmak üzere çok sayıda subayını kaybetmesi
ne demek!..
Ayrıca
Husiler’in İsrail’e verdiği zarar basite alınamaz.
Peki
Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün vs. ne yapıyor?
İşte
gördük, Ürdün, İran’ın İsrail’i hedef alan hava araçlarını etkisiz hale
getirdi, İsrail’in savunmasına yardımcı oldu.
Türkiye,
göstermelik denilebilecek bir ticaret kısıtlamasıyla göz boyama derdinde..
Açığı Erdoğan’ın içi boş hamasi nutuklarıyla, anlattığı kahramanlık
hikâyeleriyle kapatmaya çalışıyor..
Ancak,
açık büyük.. Delik, hamasi nutuklarla, ve HAMAS yöneticileriyle objektiflere
samimi pozlar vermekle kapatılabilecek gibi değil.
Bunun
sonucu olarak, İran’ın ve müttefiklerinin İsrail karşısındaki uzlaşmaz
tavrı, Türkiye’yi ve diğer sözde Sünnî devletleri (açıkça söylemeseler de) rahatsız
ediyor.
Çünkü,
politikalarının (daha doğrusu politikasızlıklarının, mızmızlık siyasetlerinin)
sorgulanmasına yol açıyor.
Dolayısıyla,
İsrail kadar bu sözde Sünnî rejimler de İran’dan müştekîler..
Tutup,
“Gardaşım topa sert giriyor ve bizi ofsatya düşürüyorsun, senin uzlaşmazlığın
yüzünden kendi halklarımıza karşı rezil oluyoruz” diyemedikleri için İran’ı
dövmek üzere mazeret arıyorlar.
Ortada
hazır bir mazeret var: İran’ın Şiîliği..
Bunu
resmî değilse de “kontrol” ettikleri gayriresmî kanallardan gündeme
taşıyor, halkın mezhebî hassasiyetlerini kaşıyorlar.
Biz
de enayiyiz ya, yiyoruz!..
Diyeceğimiz
şu:
Biz
almayalım, lütfen "terbiyesiz mezhep çorbanızı" kendiniz pişirip kendiniz yiyin!.. Afiyet şeker olsun!
*
Yeni
Şafak’ın muhakemesi "az engelli” yazarı Kılınç, yazısını
zafer kazanmış bir komutan edasıyla şu artistik cümleyle bitiriyor.
“İran’ın coğrafyamızın dinî, millî ve etnik
dengelerini -Şiîlik lehine- tamamen altüst etmek için sahnelediği sistemli
faaliyetleri konuşmaya ve Türkiye içinde kontrol ettiği dezenformasyon
ağlarının yalanlarını ifşaya devam edeceğiz.”
Memnun
olur, şeref duyarız.
“MİT’in
Türkiye içinde kontrol ettiği dezenformasyon ağlarının yalanlarını ifşa”
sağlığa zararlı olabileceği için bu taraklarda hiç bezinin olmamasını anlayışla
karşılıyoruz.
Lütfen
sen bu dezenformasyon ağlarının yalanlarını ifşayı, hiç ara vermeden sürdür.
Her
ne kadar senin bu muhteşem ve gözalıcı ifşa hizmetin bizim bazı acılarımızın
depreşmesine, kapandığını zannettiğimiz derin yaralarımızın tekrar açılmasına
neden oluyorsa da, senin kendini iyi hissetmeni sağlıyorsa, zararı yok, biz
katlanırız. Alışkınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder