Önceki yazılarda, hadîs-i şerîflerde
geçen cemaat tabirinden kastın, (halifenin/imamın idaresi
altındaki, İslam Şeriati ile yönetilen ve) ümmet-i
Muhammed’in (s.a.s.) siyasal birliğini ifade eden İslam devleti
olduğunu söylemiştik.
Ayrılınması “cahiliye ölümü” ile
ölünmesine yol açan cemaat işte budur.
Yine, Huzeyfe radiyallahu anh’in rivayet
ettiği hadîsten, “cemaat”in (ümmetin halifesinin/imamının başında bulunduğu
küresel İslam devletinin) bulunmadığı zamanlarda bütün “fırka”lardan
ayrılınmasının tavsiye edilmiş olduğunu öğrenmiştik.
Bu, ağaç kökü kemirmekle eşdeğer bir meşakkat, çile
ve zorluk anlamına gelse bile..
“Artık sana ölüm
erişinceye kadar sen bu ayrılık üzere bulun!” (Sahîh-i
Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan
Yayımcılık, 1988, s. 47-48.)
*
Peki bu “fırka”lardan kasıt ne olabilir?
Hadîste bu tasrih edilmiş değil, fakat
bağlamdan şu anlaşılıyor: Söz konusu “cemaat” dışındaki (kendisini o cemaatin
alternatifi veya muadili kabul eden veya öyle gösteren, aynı işlevi görme
iddiasındaki) her tür yapı, hareket ve topluluk “fırka”dır.
Onlar, cemaat (ümmetin halifesinin liderliği
altındaki küresel İslam devleti) olmadıkları için otomatikman fırka
kategorisine girmektedirler.
Günümüzdeki ulus-devletler, siyasal partiler,
“cemaatimsi”ler, (kendilerinden ayrılanları “cahiliye ölümü” ile ölecek
olmakla “müjdeleyen”) teşkilat ve cemiyetler bu kapsama girmektedir.
(Kendilerinden ayrılanlar için “cahiliye
ölümü” karnesi hazırlamayan, hadîslerde belirtilen anlamda “cemaat” olma
iddiasıyla ortaya çıkmayan, günümüz “ulus-devlet” fırkalarının “kontrolü”ne
girip “fırka uydusu” haline gelmeyen ilim halkaları,
eğitim-öğretim faaliyetleri ve tarikatlar için fırka nitelemesi yapmak uygun
olmaz.. Devletçilik, milliyetçilik, Kemalistlik/Atatürkçülük, boz kurtçuluk vs.
gibi batıl ideoloji ve hareketlerin kuyruğuna takılanlardan ise uzak durmak
gerekir.)
*
Bu fırkaların özelliği, “cemaat”i cemaat yapan
“ilke”yi (ya da “ruh”u) unutup kendilerini, kendi kuru
kalabalıklarını “cemaat” kabul etmeleridir.
İbn Hıbbân şöyle
demektedir:
“Sahâbenin
üzerinde oldukları yola ittiba edenler, onlardan sonra gelenlere muhalefet
etse de cemaatten ayrılmış olmazlar. Fakat kim ashâba muhalefet etme
anlamına gelecek şekilde sonrakilere uyarsa, işte o, cemaatten
ayrılmış olur.”
(Bkz.
Recep Köklü, Cemaatten Yana Tavır Almayı Emreden Rivayetlerin Değerlendirilmesi,
yüksek lisans tezi, İstanbul: M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2014, s. 13.)
Sahabe parçalanmamış, bölünmemiş, şu kabile bu
kabile diye ayrı devletçikler oluşturmamış, Yemenlisi Yemen’de, Şamlısı Şam’da
(Suriye, Ürdün ve Filistin’de), Iraklısı Irak’ta ayrı baş çekmemiştir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “yâr-i
gâr”i Hz. Ebubekir radiyallahu anh’i “imam” (önder) bilerek “İslam
birliği”ni sağlamışlardır.
İşte, ashabın bu yolunu terk ederek milletçilik/milliyetçilik
yapanlar, ashaba muhalefet etmek ve “sonrakiler”in icat ettikleri
milliyetçilikler çerçevesinde onların kurdukları “devlet”lerin bekasını
dava edinmekle aslında “cemaat” (küresel İslam devleti) idealini (zihniyet
düzeyinde) terk etmektedirler.
*
Bir devlet ve
millet Şeriat’e (Allahu Teala’nın emrine) başkaldırmışsa, sırt
çevirmişse oradaki birlik ve beraberlik, batıla ittiba ekseninde
kurulmuş bir ittifaktır, dalalet ve sapıklık birliğidir.
Bu, cemaatten
(Ehl-i Sünnet ve Cemaat tabirinde geçen cemaatten) ayrılmanın ta
kendisidir..
Şeriat’e sırt
çevirmekle hem Sünnet’ten hem de Cemaat’ten ayrılmışlardır.
Nitekim, Abdullah
bin Mes’ud radiyallahu anh, “cemaate uyma” konusunda şu uyarıyı yapmıştır: “Şüphesiz
ki cemaat, Allah’ın emrine muvafık olandır.” (A.g.e., s. 22.)
Onun bu sözü şu şekilde de rivayet edilmektedir: “Cemaat ancak Allah’ın
emrine muvafık olandır. İsterse tek başına ol!” (A.y.)
Ashabdan Enes b.
Mâlik r.a. ise şunu demiştir:
“Cemaate
sarılmanın emredildiği bir noktada cemaatten maksat, hakk (doğru) olana
sarılmak ve onu yerine getirmektir. İsterse hakkı tutan az, muhalefet
edenler çok olsun! Çünkü hakk, Hz. Peygamber ve ashâbının zamanından beri ilk
cemaatin benimsediği hususlardır. Onlardan sonra gelen yanlış
yoldakilerin fazlalığına itibar edilmez.” (A.g.e., s. 22-23.)
*
İmam-ı
Azam, el-Fıkhu’l-Ebsat’ta şöyle demektedir:
“Mütecaviz
kimselerle, küfürlerinden dolayı değil (müslüman olduklarını, İslam’ı/Şeriat’i
kabul ettiklerini söylemeleri durumunda onları tekfir etmeden), haddi
tecavüzlerinden (bağî olmalarından) dolayı savaş et. Adil zümre ile ve zalim
(bile olsa ümmetin başındaki) sultanla (sulta/otorite sahibi imamla) beraber ol
(Zümre/topluluk adilse, başındaki zalimden dolayı onu terk etme). Fakat
mütecavizlerle (zalim zümreyle) beraber olma! Cemaat ehlinde fesatçılar ve zalimler mevcut olsa bile, onların
içinde sana yardımcı olacak salih insanlar da vardır. Eğer cemaat (topluluk) zalimler ve mütecavizlerden teşekkül ediyorsa [yani
ortada cemaat diye bir şey kalmamışsa], onlardan ayrıl. Çünkü Allah ‘Allah’ın
arzı geniş değil miydi? Hicret edeydiniz’ (Nisa, 4/97), ‘Ey mü’min
kullarım, benim arzım geniştir. Ancak bana kulluk edin’ (Ankebut, 29/56)
buyurmaktadır.”
(Bkz.
İ’mâm-ı
A’zam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, 13. b., İstanbul: M. Ü. İlahiyat
Fakültesi Vakfı Y., 2017, s. 43.)
Burada önümüze bağy kavramı geliyor.
Cemaatten ayrılma (İslam devletine isyan etme)
her zaman irtidat (dinden dönme) anlamına gelmiyor, bazen “bağy”
(siyasî suç) kapsamına giriyor.
Prof.
Dr. İbrahim Canan, Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi
(İstanbul: Akçağ Y., 2014) adlı eserinin “Hudud” bölümünde “Bâğîler (Siyasî
Suçlular)” başlığı altında şu bilgileri veriyor:
“İslâm nokta-i nazarından nizamı bozucu
hareketlerin hepsi aynı kategoriye dahil edilmez. Adi bir hırsızlık veya katl
vak'ası ile, yol kesme vak'ası bir sayılmadığı gibi, irtidâd [İslam’dan
ayrılma] hâdisesi ile siyasî suç [otoriteye itaatten ayrılma] da bir sayılmaz.
“Siyasî bir maksatla tevessül edilen
eylemler ayrı bir kategoride mütâlaa edilirler.
“Fakihler siyasî suçlulara bâği
(cem'i [çoğulu] buğât) der ve bunları şöyle târif eder: Bâği, caiz olan bir
te'ville haksız yere imama karşı gelen destek ve kudret
(menea ve savlet) sahibi kimselerdir.
“Bu tarife göre, meşru olan bir
veliyyül emre [İslam devlet başkanına] veya naibine [yetkilendirdiği
temsilcisine] karşı, bir te'ville yani kendince doğru görülen bir
te'vile, bir sebebe dayanarak isyan eden ve itaat dâiresinden çıkan,
bununla beraber Müslümanların katlini, mallarının gasbını, zürriyetlerinin
esir edilmesini helâl görmeyen [ve ayrıca tek başına, yalnız ve
aciz/güçsüz olmayıp] menea (destek, kudret) sahibi bir müslümana da bâği
denir.
“Kendisine isyan edilmiş veliyyül
emirden murad, Müslümanların [ümmetin] [dış saldırılardan koruma
ve içerde düzeni sağlayıp kargaşayı önlemek suretiyle] bir emniyet ve selamet
dairesinde yaşamalarını temine muvaffak olan [yani siyasi otorite
durumunda] müslüman bir kimsedir.
“Bunun hakimiyet [imamlık, halifelik,
devlet başkanlığı] makamına cemaatin [ümmetin] intihabları [seçimi] veya
kendisinin kuvvet ve nüfuzuyla zorla gelmiş olması arasında fark yoktur. Halkın
toplanıp, idaresi altında emniyetle yaşadıkları böyle bir veliyyül emre
karşı –[yönetimdeki] zulüm ve hıyanetten dolayı değil, belki onun makamına
ondan ehakk [hak sahibi] oldukları iddiasıyla- isyana kalkan bir grup,
buğât'dan (âsilerden) sayılır.
“İmama, zulmünden dolayı [haklı bir
gerekçeyle] isyan edilmişse, bunlara bâği denmez. İmamın zulmünden
vazgeçmesi, onlara [isyan edenlere] karşı adaletli olması gerekir. Zulme karşı
isyan edilmişse, halk, ne isyancıların aleyhine imama yardım etmelidir -zîra
bu, zulme yardımcı olmak demektir- ne de …. Şâyet isyanları, kendilerine
yapılan zulüm sebebiyle değil de hak ve makam iddiası sebebiyle [salt
siyasi ihtiras nedeniyle] vâki oldu ise, [ve hareketlerini “meşru / Şeriat’e
uygun” gösterecek bir “tevil”de bulunuyor, gerekçe üretebiliyorlarsa] bunlar
buğâtdır (âsidirler). Kıtâle (savaşa) gücü yeten herkesin isyancıların bertaraf
edilmesi için imama yardım etmesi gerekir [Ancak isyancılar tekfir edilmez,
dinden dönmüş muamelesi görmezler.]. …”
Bu ifadeler önemli..
Mesela bu ifadeler çerçevesinde düşündüğümüzde
Şeyh Said’in isyanı için ne düşünmemiz gerekir?
Kendisine isyan edilen ne durumda, davası ne,
ve isyan eden ne için isyan ediyor?
Hiç kuşkusuz merhum Şeyh Said şehit diye anılmayı, günümüzün (trafik kazasında ölünce bile) "şehit" ilan edilen "laik devlet" görevlilerinden daha fazla hak ediyor.
Laik (siyasal dinsiz, “Atatürk ilke ve
inkılapları” adı verilen “Curzon ilke ve inkılapları”nı Allahu Teala’nın
ilkelerine ve Rasulü’nün inkılaplarına tercih eden) “anayasa”sını koruma adına,
“derin” görevlilerinin Şeriat yanlısı samimi müslümanları “irticacı ya da
gerici tehdit” ilan ederek (trafik kazaları ya da zehirleme gibi) örtülü
yollarla (yahut mafyavari yöntemlerle göstere göstere) ortadan kaldırmalarını
dert etmeyen, küfür ve şirkten kaynaklanan bu cinayetleri “vatana hizmet” adı
altında “kutsal”ı haline getirmekten kaçınmasını sağlayacak bir İslamîlikten bilinçli
bir biçimde inatla uzak duran Türkiye Cumhuriyeti için savaşıp ölenleri (kayıt
ve şart getirmeksizin) şehit ilan eden ve Allah’ın rahmeti ve Cennet ile
müjdeleyenlerin, Şeyh Said’e şehadeti çok görmeleri, onların laikliği (siyasal dinsizlikçiliği)
ve Selanikli “izindeciliği” ile gayet tutarlı bir tavırdır.
*
Huzeyfe radiyahallahu anh’in rivayet ettiği
hadîste dikkat çeken hususlardan biri, “cemaat”in yokluğu durumunda “bütün
fırkalardan ayrılınması”nı emreden Rasulullah s.a.s.’in, “O fırkalardan en
iyisini destekle, şayet hepsi kötüyse en az kötü olanın yanında dur, ehven-i
şer olanı destekle” gibi birşey dememiş olması.
O fırkaların (iyi kötü denilmeden) hepsinin terk
edilmesini istiyor.
Diyelim ki terk etmediniz, “Şu diğerlerinden
daha iyi” veya “Şu daha az zararlı” dediniz, iyi birşey yapmış olmuyorsunuz.
Terk etmediğimiz gibi bir de “fırkacılık”
yapar, fırkamızın fanatik ve katı bir savunucusu olursak durumumuz ne olur,
düşünmek gerekir.
(Particilerin ve günümüz “cemaat
bürokrasileri”nin bu handikaptan kendilerini kurtarmaları imkânsız gibi
birşey.. Ancak, mevcut “cemaat fırkaları”na ve cemaatçiliğe karşı olduklarını
söyleyip ayrı “grup” teşkil edenler de yeni bir “fırka” olarak arz-ı endam edebiliyorlar.)
Bu fırkacılık, yerel düzeyde düşünüldüğünde
falanca partiyi, filanca “cemaatimsi”yi, feşmekanca hareketi (mesela bir
zamanların Yeniden Milli Mücadele Hareketi gibi bir hareketi) desteklemek
şeklinde kendisini gösterebileceği gibi, İrancılık,
Suudculuk, Arnavutlukçuluk, Türkiyecilik vs. gibi de tezahür edebilir
ve kendisini “devletçilik” olarak gösterebilir.
*
Evet, “son kale Türkiyecilik” de
fırkacılıktır.
Bu tür fırkacılıklar, kendilerini meşru ve
makul göstermek için rakiplerinin hatalarını öne çıkarma eğilimi sergilerler.
Mesela Türkiyecilik, İran’ın Şiîliğine,
Suud’un Vehhabîliğine dikkat çekerek kendisini matah birşeymiş gibi
gösteriyor.
Oysa, laik (siyasal dinsiz) ve Atatürkçü
Türkiye, (İslam açısından) İran’dan ve Suudi Arabistan’dan daha doğru yolda
değil..
Evet, “fırka”lardan uzak durmak, Türkiyecilik
de, İrancılık da, Suudculuk da yapmamak gerekiyor..
Zaruret dolayısıyla bu devletlerden birinin
pasaportuna sahip olmakla “devletçilik” ve dolayısıyla fırkacılık yapmak farklı
şeylerdir.
İlki mazur görülebilir, fakat ikincisinin
mazereti yok.
*
Söz buraya gelmişken şunu da söyleyelim:
Türkiye’de, yürürlükteki Anayasa’ya göre devletin
“dava”sı İslam (Şeriat) değil..
Davası, ulus/ırk/millet davası..
“Ulusal çıkar” davası.. Menfaatperestlik..
Yani cahiliye davası..
Hadîs-i şerîfi hatırlayalım:
“Her kim (halifeye)
itaatten hurûc edip çıkar ve cemaatten ayrılır da fırkalaşır ve bu
hal üzere ölürse, o kişi cahiliyet ölümü ile ölmüş olur.
“Ve her kim de ulusu/milleti/kavmi/ırkı
için öfkelenerek, ya da milleti/ulusu için davetçilik yaparak
(davası milliyetçilik olarak), yahut (hak yolda olup olmadığına, haklı olup
olmadığına bakmaksızın) milletine/ulusuna (devletine) yardım ederek
“içyüzü ve gayesi (Şeriat’e uygunluğu, hak oluşu) belirsiz” bir davanın sancağı
altında savaşır ve böylece öldürülürse, işte bu, cahiliye ölümüdür.
“Ve her kim de
günahsız-günahkâr diye ayırmadan, müminlerinin (vebalinin) korkusunu
duymadan, ahitleşilip sözleşilmiş olana verilen söze vefa göstermeden
(anayasa ve yasalar ile verilen haklar ve yapılan taahhütler çiğnenerek,
yürürlükteki hukuk ayaklar altına alınarak) ümmetimin üzerine yürürse,
işte o, benden değildir, ben de ondan değilim.”
(Bkz. Sahîh-i
Muslim ve Tercemesi, C. 6, çev. Mehmed Sofuoğlu, İstanbul: İrfan Yayımcılık,
1988, s. 50.)
Eldeki anayasanın anti-Şeriatçılığına
rağmen Türkiyecilik yapanlar, farkında olmayabilirler fakat (İslam açısından) batıl
bir davanın hizmetkârıdırlar.
Böylelerinin kendi kafalarından “geleceğin
ideal Türkiye’si” hesabına Türkiyecilik yapmaları bir önem taşımaz, çünkü
insanların sorumlulukları “mevcut ve malum” olan çerçevesinde ortaya
çıkar, “madum ve meçhul” olan çerçevesinde değil..
Malum, meçhule kurban edilemez.
İnsanların ve toplulukların sorumlulukları ve
mükellefiyetleri faraziyeler, varsayımlar, tahminler ve zanlar üzerine
kurulamaz:
“Onlar dünya
hayâtındaki çalışmaları boşa giden, fakat kendilerini gerçekten güzel
bir iş yapıyor zannedenlerdir.” (Kehf, 18/104)
*
Evet, bugünkü Türkiye için Türkiyecilik
fırkacılığı yapmak, cahiliye davasının peşine düşmektir.
“Ama ilerde Türkiye şöyle olacak böyle olacak”
diyerek mazeret üretmeye çalışmak, “gaybı taşlama” olması bakımından
kaçınılması gereken ikinci bir haddini bilmezliktir.
Gelecekte ne olacağını, kimin ne yapacağını
nerden biliyorsun, sana vahiy mi geliyor:
De ki: “(Ben, önceden
gelmiş olan) o peygamberlerden farklı biri değilim; bana ve size ne
yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak, bana vahyedilene uyarım; ve ben
(Allah'ın azâbı hususunda) apaçık bir korkutucudan başka birşey değilim.”
(Ahkaf, 46/9)
Tekrar edelim, bugünkü Türkiye için
Türkiyecilik fırkacılığı yapmak, cahiliye davasının peşine düşmektir.
Şunu söylemek bizim için bir borç:
Bu devletin davasına (anayasa ve yasalar çerçevesinde)
samimi bir şekilde bağlanan ve o yolda savaşıp ölenler söz konusu olduğunda
(hadîs-i şerîf gereği) şehitlikten değil, cahiliye ölümünden söz
etmek gerekiyor.
Bu sözlerimizden rahatsız olan “Türkiyeci”lere/“devletçi”lere
tavsiyemiz, bu sözlerimizi dert etmek yerine, devletin davasının “îlâ-yi
kelimetillah” ve “Şer’-i şerîfin hakimiyeti” olması için gereken
adımları atmalarıdır.
Bizi değil devleti değiştirmeye uğraşmaları
gerekiyor.. Eğer müslümansalar.. Gerçekten iman etmişseler..
Diyelim ki biz de Türkiyecilik kervanına
katıldık, bu neyi çözer?.. Hadîs-i şerîfte yapılan uyarı geçersiz hale mi
gelir?!
*
Bugün Türkiye’de bir kimse (İslam açısından şehit
olmayı hak ettirecek şekilde, mesela Şeyh Said gibi) İslam’ın/Şeriat’in
hükümleri uğruna savaşıp ölürse, anayasal düzeni tanımama, reddetme, yıkma
niyeti taşıma tutumu içine girmiş, anayasal suç işlemiş oluyor.
Siyasal partiler söz konusu olduğunda bunun
cezası “siyasi mevta” haline getirilme, kapatılma, yani “siyasal idam”.
Bu noktada devlet kurumları geçmişte (MİT’i,
TSK’sı, “siyasallaştırılmış” yargısı vs. ile), açık kanıt bulamazsa “niyet
okuyarak”, insanların kalbinden geçenleri anlama “laik keramet”i
(istidracı) sergileyerek bir sürü partiyi “şehit” etmiş durumda: Milli
Nizam Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi.
AK Parti de bu yolun “gazi”lerinden..
Kapatma davasından kılpayı kurtulmuş durumda..
“Şehit parti” olmayı hak ettirecek bir varlık
gösteremedi, laikliğin (siyasal dinsizliğin) bekçileri bunların niyetlerini inceden
inceye okudular, kalplerini manevî röntgen cihazıyla didik didik ettiler
ve “samimi Şeriatçılık” kırıntısı bulamamış olacaklar ki “Laik (siyasal dinsiz)
inanç hürriyeti davasını biraz abarttınız” diyerek kulak çekmekle yetindiler,
hazine yardımından, cep harçlığından mahrum bıraktılar.
*
Kısacası, “cemaat”ten kasıt, başında halife/imam
bulunan küresel İslam devletidir.
Demek ki Müslümanlar’ın cemaati (yani “Şeriat’i
uygulama, Müslümanlar’ı koruyup kollama ve küffarla cihad etme
sorumluluğunu” üstlenmiş halifenin/imamın yönettiği küresel İslam devleti) mevcut
değilse, müslüman için ne herhangi bir otoriteye itaat, ne de bir
topluluğa (organizasyona, örgüte, gruba, “zamane tipi cemaat”e, devlete)
katılıp tabi olma “dinî mükellefiyeti” vardır.
Sosyolojik, siyasal ve ekonomik zaruretler
yüzünden yaşamak zorunda kaldığı bazı durumlar ve zoraki eklemlenmeler
olabilir, fakat “dinî” bir itaat yükümlülüğü mevcut değildir.
Böyle bir mecburiyetin bulunmaması bir
yana, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından emir ve tavsiye olunan
tavır bunun tam aksi yöndedir.
Tabiî “ağaç kökü kemirme”den farksız
meşakkate katlanacak babayiğit bulmak da kolay değil..
Bunun için “zamanın Huzeyfe’si” olmak
gerekiyor.
Fakat hiç değilse haddimizi bilip fırkacılıktan uzak durabilir, terk olunması gereken mevcut fırkaların havariliğine soyunmaktan ve onlar hesabına Don Kişot tipi şövalyelik yapmaktan kaçınabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder