KÂZIM
KARABEKİR'İN DAMADI PROF. ÖZERGİN ANLATIYOR – 17
“Ben
bir de tarihçilerden, Mütareke [Mondros Ateşkesi] zamanı, o bir seneye yakın
kısa bir süre içinde, İstanbul'da, ilerde söz sahibi olacak kimselerin
faaliyetlerini tam olarak meydana çıkartmalarını arzu ederim. Tam
belgeleriyle.. Bunda görülür ki M. Kemal Paşa [Mütareke zamanı İstanbul'da] "Beni kim tutarsa, onun taraftarıyım" şeklinde çalışmıştır.”
Kâzım
Karabekir'in damadı Prof. Dr. Faruk Özergin’in, Teklif dergisinin Ağustos 1988 tarihli altıncı
sayısında yayınlanan röportajında böyle dediğini görmüştük.
Selanikli
Mustafa’yı iki
odak tuttu..
Biri
açıkça, biri gizli..
Açıkça
tutan Osmanlı Sarayı’ydı.. Padişah Vahideddin’di..
Örtülü (gizli
saklı) biçimde tutanlarsa İngilizler’di..
Selanikli
ya Osmanlı’ya hizmet edecekti, ya İngilizler’e..
O, İslam
ve hilafet değil, “çağdaş uygarlık” ve laiklik (siyasal dinsizlik) yanlısı bir
adam olarak İngilizler’i seçti.
İngilizler
de bu “büyük ihtiraslar” şampiyonuna, yeni bir devlet kurarak tarihe “devlet
kurmuş adam” olarak geçme fırsatını verdiler.
Sağ
kolu ve halefi İsmet İnönü, bu gerçeği, Cumhuriyet’in ilanının 50’nci
yıldönümü münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecinde bütün
açıklığıyla itiraf edecekti:
“İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
*
İngilizler’in efsanevî siyasetçisi Winston
Churchill “Bütün büyük şeyler basittir ve hatta çoğu tek bir kelime ile
ifade edilebilir; hürriyet, adalet, şeref, vazife, merhamet ve umut” der.
Büyük olsun olmasınlar, gerek devlet ve
milletlerin, gerekse bireylerin hikâyeleri de gerçekte basittir ve çoğu tek bir
cümleyle özetlenebilir.
İnönü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş
hikâyesini tek cümleye sığdırma başarısını göstererek siyaset kadar fesahat ve
belagattan da anlıyor olduğunu ispatlamış bulunuyor:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de
bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
Bu cümle aynı zamanda, Selanikli Mustafa’nın hikâyesinin
de özetidir:
“Sonradan Atatürk palavrasını
kendisine soyadı olarak seçmiş bulunan Selanikli Mustafa’nın başarısı da
esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu
kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
*
Benim parçalanmış bir gönlün samimi feryadı olma dışında bir meziyeti bulunmayan zayıf kalemim, bir insanın hikâyesini bu kadar veciz, özlü ve parlak bir şekilde özetleme gücünden mahrum.
O yüzden, Vahideddin’in
hikâyesini anlatmak istediğimde ancak şöyle yorgun bir cümle kurabiliyorum:
“Devletini kurtarmak için en güvendiği adamıyla
düşmanlarına oyun oynamak istedi, fakat düşmanları aynı adamla ona oyun oynadılar; tacını tahtını kaybedip sırtında haksız bir ‘vatan haini’ damgasıyla yaban
ellere sığınan vatansız bir garip olarak, uğradığı ihanetin acısını içine atıp
kimseye anlatamadan, 100 milyon insana pay edilse her birine yetecek büyüklükte
bir elem, keder, acı ve hüznün altında ezilerek öldü.”
*
Selanikli Mustafa, İstiklal Harbi sırasında taa Hindistan
ve Afganistan gibi uzak diyarlardan “İslam için” gelen yardımları bile “iç edip”
zimmetine geçirirken, önce yüzüne gülüp sonra sırtından hançerlediği, vatanı
terk etmesine neden olduğu Vahideddin Osmanlı Sarayı’ndaki mücevheratı vesaire
yanında götürmediği için İtalya’da fakr u zaruret ve sefalet içinde can verdi.
Borçlarından dolayı tabutuna haciz geldi, gömülmesine müsaade
edilmedi.
*
Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde,
Selanikli’nin Aubrey Herbert ve Henry Macandrew gibi İngiliz “istihbarat”
subaylarıyla (ajanlarla, casuslarla) yolunun kesişmiş olduğunu görmüştük.
Ve Macandrew tarafından trene bindirilip (tam
da İngilizler ile müttefiklerinin İstanbul’u işgal ettikleri) 13 Kasım 1918 günü
payitahta ulaşmasının sağlandığını okumuştuk.
Anasının evine gitmek yerine, işgalci
subayların yerleştiği Pera Palas’a (sanki işgalci güçlerin subayıymış gibi)
postu serdiğine muttali olmuştuk.
Bir gün sonra, 14 Kasım’da, ayağının tozuyla, Daily Mail gazetesinin muhabiri George Ward Price ile görüşmüştü.
İngilizler’den valilik
istiyordu.
Evet, yanlış
okumadınız.. İngilizler’e hizmet etmek istiyordu.
*
Lord Kinross şunları
söylüyor:
Acaba, İtilâf Devletlerinden
[İngiltere, İtalya, Fransa], hele Osmanlı İmparatorluğundan toprak isteğinde
bulunmamış olan İngilizlerden bir mevki koparamaz mıydı? Onlar
buradayken elde edilecek bir yetkinin, çekilip gitmelerinden sonra memlekete daha
yararlı başka yollarda kullanılabilmesi pekâlâ mümkündü.
Mustafa Kemal, İngilizlerin
ağzını dolaylı yoldan aratmaya karar verdi ve aracılığa, tanınmış bir gazeteci olan Daily
Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price'ı seçti. Pera Palas
otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı.
Ward Price de [İngiliz] Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti.
Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında
fesle karşıladı. … Yanında arkadaşı Refet Bey [Refet Bele] vardı.
Mustafa Kemal, gazeteciye,
ülkesinin savaşa yanlış safta katılmış olduğunu itiraf etti. Türklerin İngilizlerle
hiç çatışmamaları gerekirdi. Bunu sırf Enver'in baskısıyla yapmışlardı. Savaşı
kaybetmişlerdi, şimdi bunu çok pahalı ödeyeceklerdi. Anadolu bölünecekti.
Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz
yönetimini daha az güçlükle [daha kolay] hazmedebilirdi.
'Eğer İngilizler Anadolu'da
sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları
olacaktır,' dedi. 'Bu sıfatla yardımı
arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.'
Ward Price, gizli servisteki
albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, 'Yakında iş
isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,' dedi.
[Daha sonraki dönemde] İtalyanlar
kendileri girişime geçerek Mustafa Kemal'e doğrudan doğruya öneride bulundular.
İtalyan Yüksek Komiseri Kont Sforza, [İngiltere Başbakanı] Lloyd
George'un Yunanlıları desteklemesine şiddetle karşıydı. …
Kont Sforza'nın aracılarından
biri, milliyetçi bir hükümet kurmak konusunda Mustafa Kemal'le Fethi'nin ağzını
aradı. Ayrıca iki aracı da -İtalyanları tutmakta olan iki Türk gazetecisi- İzmir
gerisinde [dışında] Yunanlılara karşı Mustafa Kemal'in komutasında girişilecek
bir askeri direnmeyi İtalyanların silahla destekleyeceğine söz verdiler.
Gerekli ortam hazırlandıktan sonra, Mustafa Kemal, Sforza'yla tanıştırıldı.
Kont ona, bütün girişeceği işlerde İtalya'nın desteğine güvenebileceğini açıkça
belirtti.
'Eğer başınız sıkışacak olursa,
bu elçiliğin her zaman emrinize amade olduğuna güvenebilirsiniz' dedi.
Mustafa Kemal verdiği cevaplarda
fazla açılmadı. Ama tasarıları daha geliştiği takdirde, İtalyanların desteğinden
yararlanabileceğini anlamıştı.
Bu arada [General] Allenby,
Filistin'den gelerek İstanbul'a kısa ama fırtına gibi bir ziyarette bulunmuştu.
Bazı Türk generalleri onun mütareke koşulları üzerindeki görüşüne aykırı olarak,
askerlerini terhis etmekte zorluk çıkarıyorlardı [dağıtmıyor, silah altında
tutuyorlardı]. Allenby, Harbiye ve Hariciye Nazırlarını [Osmanlı Milli Savunma
Bakanı ve Dışişleri Bakanı’nı] çağırtarak ağızlarını açmaya bile fırsat vermeden
onlara isteklerinin listesini okudu. Bunların arasında, ön planda suçlu gördüğü
Musul cephesindeki Altıncı Ordu komutanının geri alınması da vardı. İstediklerini
beş dakika içinde elde eden Allenby, vakit kaybetmeden Filistin'e döndü. Suçlu
görülen Altıncı Ordu komutanıysa, İstanbul'a gelir gelmez İngiliz
makamları tarafından tutuklandı.
(Lord Kinross, Atatürk:
Bir Milletin Yeniden Doğuşu, çev. Necdet Sancer, 12. b, İstanbul: Altın
Kitaplar Yayınevi.)
*
Altıncı Ordu Komutanı (Cevat Çobanlı Paşa), İngiliz makamları
tarafından tutuklanıyor.
Peki, Yedinci Ordu Komutanı (Selanikli
Mustafa) niye tutuklanmadı?
Cevat Paşa, tutuklanıp Malta Adası’na
gönderildi.
Peki, Selanikli niye Malta’ya değil de Samsun’a
gönderildi?
İngilizler ona niye vize verdiler?
Malta’ya göndermeyip İstanbul’da dümen ve
dalavere çevirmesine izin vermeleri bile torpil ve iltimas olarak yeterliyken,
Samsun’a gitmesine neden izin verdiler?
Cevap basit: Kurdukları oyun öyle gerektirdiği
için.
Selanikli İngilizler’in adamı olmayı kabul
etmiş olduğu için.
(Bu oyunu, İslamî duyarlık sahibi subaylardan bilgi almış olmasının da etkisiyle Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi daha baştan anlamış, engel olmaya çalışmıştı. Başaramadı.. Ona, değil Vahideddin, daha sonra Selanikli tarafından idam edilen İskilipli Atıf Hoca bile inanmak istemedi.. Bediüzzaman bile işin göründüğü gibi olmadığını, ortada bir oyun döndüğünü ancak Ankara'ya gidince anlayabildi.. Uzun yıllar önce duyduğuma göre, o dönemde İstanbul'da asker olan Mehmed Zahid Kotku rh. a., Anadolu'ya geçmek için mürşidi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi hazretlerinden izin ister.. Cevap, "Orada İngiliz'in bir oyunu var" olur. Mehmed Zahid Efendi, 1926 yılında vefat eden Mustafa Feyzi Efendi'nin Kanunî türbesinin güneyinde yer alan kabrinin 30 yıl sonra Menderes döneminde biraz geriye nakledildiğini, davet üzerine bu işleme kendisinin de nezaret ettiğini, Hadîslerle Nasihatler adlı kitabının ikinci cildinde anlatıyor.. Otuz yıl geçtiği halde cesedinde hiçbir bozulma ve değişme olmadığının görüldüğünü söylüyor. Hakiki ulemanın ve hakiki şehitlerin cesedi çürümez.. "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.")
*
İngilizler’in gözü Anadolu’da değildi, petrol
yataklarının bulunduğu Musul ve Kerkük’teydi.
Özellikle oranın boşaltılmasını,
askersizleştirilmesini istiyorlardı.
Allenby’yi Filistin’den İstanbul’a palaspandıras
getiren işte buydu.
İngilizler, Selanikli ile olan örtülü
anlaşmalarında (Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen) Musul’un
kendilerinde kalması sözünü almışlardı.
Sonraki dönemde Selanikli ile tapınıcısı
taife, gerçekte İngilizler’le perde arkasından yapılmış bir anlaşmanın gereği
olarak Musul onlara bırakılmışken, bu ihanetin üstünü Şeyh Said isyanını bahane
göstererek kapattılar.
Güya Selanikli (Lozan Antlaşması da yapılmış
olduğu halde) Musul için İngilizler’e savaş açacakmış da, Şeyh Said isyanı buna
engel olmuşmuş.
Palavra ve masal parayla değil ki..
*
Gazeteci Price ile Selanikli’nin görüşmesini
sağlayan kişi, Pera Palas’ın Fransız müdürü..
Bu adam daha sonra, Selanikli'nin İngiliz istihbaratının
(gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Robert Frew (Fro) ile tanışıp
görüşmesine de aracılık edecektir.
Selanikli’nin Price ile görüşmesine eşlik eden
General İbrahim Refet Bele, sonraki yıllarda İzmir Suikasti bahanesiyle
yargılanıp soğuk terler dökecek, bu yargılama ile terbiye edilecektir.
Price’la
olan görüşmenin şahidi Refet Bele, tahmin
edilebileceği gibi, bu konulardan hiç bahsetmemiş bulunuyor.
Fakat, Münevver Ayaşlı‘nın şu ifadeleri, sadece bunu değil,
kim bilir daha neleri bildiğini ortaya koyuyor:
Ben … kendisinden rica ederdim:
-Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin
yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık
kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz. Bunların kapalı kalması … yazık değil mi?
O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler:
–Bu milletin her şeyi yıkılmış,
bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi
yıkayım? derdi.
(Münevver Ayaşlı, İşittiklerim…
Gördüklerim… Bildiklerim…, İstanbul, 1973, s. 9.)
Öyle
anlaşılıyor ki, General Refet Bele‘nin hatıralarını
yazmamış olmasının tek nedeni İstiklal Harbi’nin içyüzünün anlaşılmasının
millette yol açacağı hayalkırıklığı ve moral bozukluğu değil.
Bunu
yapmakla aynı zamanda kendisini de yıkmış olacak,
çünkü hadiselerin bir parçası..
Ayrıca,
konumu önemli olduğu için (İstiklal Harbi'ni başlatan beş generalden biri) yazacaklarının bomba etkisi yapacağı, mevcut rejimden
ve Atatürkçülükten nemalanarak sözde vatansever geçinen tuzu kuruların keyfini
kaçırması yüzünden bedel ödemek zorunda
kalacağı, lanetleneceği, ve bir sürü iftiraya maruz kalacağı, açıklarının
çarşaf çarşaf ortaya döküleceği kesin.
*
Lord Kinross’un gazeteci Price ile Selanikli’nin
görüşmesine dair sözleri, Price’ın 1957 yılında yayınlanan Extra-Special Correspondent adlı kitabında
verdiği bilgilere dayanıyor.
Kemalistler, tahmin edilebileceği gibi, Price’a inanmak istemiyorlar.
Onlara göre, Selanikli Mustafa Price’la böyle bir konuşma yapmış
olabilemez.. Belki şöyle demiş olabilir: “Lan hain İngilizler, geldiniz he,
geldiğiniz gibi gidersiniz.. Hele durun, ben size n’edeceğim…”
İngiliz işbirlikçisi ilan ettiği Vahideddin’e bir sürü küfür yağdıran
Selanikli’den İngilizler’e de küfretmesi beklenir..
Ama hayır, sonraki yıllarda İngilizler’in kendisine Dizbağı Nişanı
vermesi gündeme geldiğinde İsmet İnönü’ye “İngilizler beni sever” diyecektir.
Sevmesinler de ne yapsınlar?!
1936 yılında İngiltere Kralı Edward’ı İstanbul’da ağırlayacak, fotoğraf
çektirdikleri sırada, karşısında ayak ayak üstüne atıp burnundan kıl aldırmaz
havalarda durarak kendisinin yüzüne bile bakmayan Edward’ın önünde,
efendisinden küçücük bir iltifat bekleyen gariban bir yanaşma gibi duracaktır.
*
Evet, Price’a “İngiliz muhibbi” laflar söylemiş olmalıdır, çünkü sonraki
günlerde İstanbul basınında benzer lafları yayınlanacaktır.
Price’la bu görüşmeyi yaptıktan üç gün sonra, 17 Kasım günü, Minber
gazetesinde şu sözleri yayınlanacaktır:
“İngilizlerin
Osmanlı milletinin hürrryetine ve devletimizin istiklâline riayette
gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında,
yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırhah (hayrımızı isteyen) bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları
(duygulanmaları) pek tabiidir.”
(Minber, 17 Kasım 1918)
Bir gün sonraki Vakit gazetesinde ise şu teslimiyetçi sözleri
yayınlanacaktır:
“Hükümetimizle mütareke akdeden (ateşkes yapan)
devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya
(İngiltere) hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden (iyi
niyetlerinden) şüphe etmek istemem. Eğer mezkur şartname ahkamının tatbikatında
suitefehhümü mucip olacak (hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı
gerektirecek) cihet görülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla (İngilizler’le ve müttefikleriyle) anlaşmak
lazımdır. Bittabi bu vazife (görev) hükümetlere terettüb eder
(düşer). Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icab eden teşebbüsatta
(girişimlerde) bulunmuş ve bulunmaktadır.”
(Vakit, 18 Kasım
1918)
Yoruma gerek var mı?!
Adam daha ne desin, “Ben İngiliz uşağıyım” diye mi konuşsun?!
*
Evet, adam Price'a, Anadolu’yu Fransızlar’ın değil İngilizler’in işgal
etmesinin daha iyi olacağını söylüyor.
Çünkü İngilizler’in sömürgelerini “yerli vali”lerle yönetme gibi bir
geleneği var.
Kendisi de İngiliz işbirlikçisi vali olmaya hazır.
Fakat İngilizler ona valilikten daha fazlasını vereceklerdir, “kurtarıcı
halaskârlık” unvanını..
Böylece “manda karşıtlığı”nın şampiyonluğunu yapan bir isim olarak
ortaya çıkacaktır..
İngilizler “Şark meselesi”ni kökünden çözmek için Osmanlı Devleti’nin
varlığına son vermek istemektedirler.
Fakat mevcut şartlarda Osmanlı ekabirine “Osmanlı Devleti’ni ilga edin,
hanedanı başınızdan atın, yerine ırkçı, laik (siyasal dinsiz), Batıcı bir
devlet kurun” deseler, milletin hanedana daha fazla sahip çıkmasının önünü
açmış olacaklar.
Kimse onlara evet demeye, hain işbirlikçi olarak görünmeye cesaret
edemeyecek.
*
O halde, Osmanlı Devleti’ni dönüştürmek mümkün olmadığına göre, çare
olarak geriye, ona hayat alanı (Lebensraum) bırakmayacak yeni bir devletin tesisi kalıyor.
Fakat bu nasıl yapılacaktır?
Selanikli’ye “Anadolu’ya git, yeni bir devlet
kur” deseler, o da kalkıp böyle bir niyetle gitse, yüzüne tükürülürdü.
O halde, Vahideddin’in güven duyduğu bu adamın
Anadolu’ya bir kurtarıcı olarak gitmesi sağlanmalıydı.
İşte bunun için Yunan, Anadolu’ya saldırtıldı.. Milne Hattı'yla denetim altına alınan, TBMM açılana kadar devamına izin verilmeyen "kontrollü saldırı".
Ve Vahideddin, Selanikli yaverini Anadolu'ya kurtarıcı olarak (Anadolu genel valiliği anlımana gelen olağanüstü yetkilerle) göndermek zorunda bırakıldı.
Ve sonra aynı Vahideddin, Yunan’dan vatanı kurtarmaya
çalışan kahraman Selanikli’ye zorluk çıkararak onu İngilizler’in isteği üzerine
geri çağıran ve engellemeye çalışan bir hain gibi gösterildi.
İngiliz baskısı ve tehditleri yüzünden yaptığı açıklamalar sayesinde o konuma düşürüldü.
*
Bu söylediklerimizin teferruatlı açıklaması Kurtuluş
Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi adlı kitabımızda var.
Fakat nasip olursa inşaallah bu yazı dizisinde
söz konusu açıklamaları zenginleştirmeye çalışacağız.
Sonuç: Selanikli Mustafa, İngilizler’le
anlaşarak (onlar hesabına ve kendisinin de yeni kurulan devletin banisi ve diktatör
cumhurbaşkanı olması karşılığında) Osmanlı Devleti’ni yıkmış bir İngiliz aparatıdır.
Kişisel ikbali, şan şöhreti, heykellerinin dikilmesi, putlaştırılıp ilahlaştırılması imtiyazı karşılığında milletin
dinini, imanını, maneviyatını satmıştır.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Selanikli’ye ve
hempalarına yönelttiği soru hâlâ cevap bekliyor:
“Ev satmakla evin haremindeki namusu satmaktan hangisi daha ağır bir alçaklıktır?”
*
Yeni devletin nasıl kurulduğunu ve Selanikli’nin
“misyon”unu en iyi bilen, hiç kuşkusuz, İsmet İnönü’ydü:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de
bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
İngilizler’in bu iyiliği ne karşılığında yaptığını sorgulamayan bir aklın ve sormayan bir tarihçiliğin içine tüküreyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder