İSLAM HUKUKU, İSLAM AHLÂKINA KARŞI OLABİLİR Mİ? YA DA ŞU: İSLAM AHLÂKI, İSLAM HUKUKUNA KARŞI OLABİLİR Mİ?

 





Evet, bu soru önemli: İslam hukuku (Şeriat), İslam ahlâkına karşı olabilir mi?

Diğer bir ifadeyle, İslam ahlâkı, İslam hukukuna karşı olabilir mi?

Cevap açık..

Bu ikisi birbirine karşı olamaz.. Tam aksine birbirlerini bütünler, tamamlarlar.

Ne var ki Türkiye’deki irfansız irfan edebiyatçıları, ahlâksız ahlâk havarileri, sanki bunlar birbiriyle ilgisiz, hatta birbiriyle çatışan şeylermiş gibi yazıp çizdiler, nutuklar attılar.

Misal.. Tasavvuf prof.’u Mahmut Erol Kılıç, röportaj ve yazılarında “irfan” (tasavvuf) hesabına Şeriatçılığı aşağıladı (Ku bu, Şeriat’i aşağılamak demektir.)

Ondaki cevheri fark eden derin devletçiler ile iktidardaki yüzeysel devletçiler, bu yerli milli maden ocağını işletmek gerektiğini düşündükleri için Yeni Şafak gazetesinde ona bir köşe açtılar ve milletin din anlayışına “Anti-Şeriatçı irfan” tükürmesini sağladılar.

Bu irfan madeni, “devletçilik” elementi bakımından da gayet zengindi.

*

Aklı başında (ve samimi) bir müslüman, ne Şeriat hesabına İslam ahlâkını kötüler, ne de irfan ve ahlâk adına Şeriat’e laf söyler.

Şeriat hesabına ahlâk eleştirisine kalkışmak, Şeriat’e aykırıdır.

Aynı şekilde, irfan ve ahlâk adına Şeriat’i aşağılamak, aşağılama anlamına gelen laflar etmek, en büyük ahlâksızlıktır.

İrfan bakımından tam takır kuru bakır bir boş kafa ve boş gönül olmaktır.

Bu irfan ve ahlâk edebiyatçıları (Mahmut Erol örneğinde de görüldüğü gibi) bir yandan Şeriatçılığı tahkir edip aşağılarken diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden devletçilik yapabildiler, yapıyorlar. 

(Mahmut Erol denizden bir damla.. Günümüzün tasavvuftan nasipsiz tasavvuf goygoycu ve şovmenlerinin büyük ekseriyeti bu durumda.. Aralarında düzgün bir Şeriatçı ara ki bulasın.. Günümüzde “Şeriatçı, İslam devletinden yana” tasavvufçu, handiyse kibrit-i ahmer gibi zor bulunur bir nesne haline geldi.)

*

Bu tasavvuf istismarcıları, “Şeriat’i küçümseyen irfancı sahtekârlık” ile (“İslam devleti” ideali hesabına değil, laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti hesabına yaptıkları) devletçilik güzellemesinin birbiriyle çelişmekte olduğunun bile farkında değiller..

Çünkü devlet, ahlâk değil kanun (şeriat, hukuk) demektir.

(Laik "yasalar bütünü" de bir şeriattir, fakat İslam açısından batıl olan, zulüm anlamına gelen bir şeriat.)

Kanun nosyonu, devleti zorunlu kılar.. Çünkü kanunu kim uygulama konumundaysa o, “devlet”i temsil ediyor demektir.

Aynı şekilde devlet kurumu, kanun adı verilen dayatmaları (cebri, zorlamayı) beraberinde getirir.. 

Devlet, ahlâk vaz' eden ve vaaz eden bir kurum değildir..

Weber'in ifadesiyle devlet, "şiddet kullanımını tekeline alan" ve kendi şiddetini meşru (şeriate/hukuka uygun), kendisi dışındakilerin şiddetini ise gayrimeşru ilan eden bir örgütlenmeye karşılık gelir.

Hiçbir devlet insanları “Vatandaş, bu sana hiç yakışmadı, yaptığın şey ahlâka aykırı, çok üzüldük, lütfen yapma, ayıp oluyor” türünden ahlâkî öğüt ve nasihatlerle yönetmez.

Niye polislerin elinde cop, cebinde mermi dolu tabanca var?

Evet, irfan ve ahlâk adına Şeriatçılık (İslam Şeriati’ne bağlılık) eleştirisi yapan angutlarda bir parça zekâ olsa, bu bakış açısının devletçilik yapmaya da engel olduğunu anlayabilirlerdi.

Ne var ki, irfan ve ahlâk edebiyatı yapan dillerinin doluluğuna karşın nasıl kalpleri bomboşsa, irfandan nasipsizse, kafaları da bomboş..  

*

İslam uleması, “Sultanlığa/saltanata/sultaya (devlet başkanlığına) dair hükümler” (el-ahkâmu’s-sultaniyye) anlamına gelen başlıklar taşıyan kitaplar yazmışlar, fakat “el-ahkâmu’d-devletiyye” tabirini kullanmamışlardır.

Meseleyi sultan ve saltanat (hükümranlık, başkanlık) kavramları etrafında ele almak, kendisine her halükârda bağlı kalınması gereken soyut bir “devlet” kavramının ortaya çıkmasına engel oluyor, bunun yerine “Şeriat’e bağlılık” nosyonunun gündeme gelmesini sağlıyor.

“Laik de olsa, hak din ile öküze tapma gibi dinler arasında tarafsız da olsa, rejimi küfür ve küfürbazlık da olsa, dinsizlik de olsa, tağutîlik de olsa, sapıklık ve sapkınlık da olsa, şeytanlık da olsa, devletine mutlaka bağlı kalmalısın” diyerek insanları aldatacak bir söylemin zemininin oluşturulmasına izin verilmiyor.

"Tanrılaştırılmış devlet"e sapıkça bağlılık yerine, devletin Şeriat’e (Allahu Teala’nın hükümlerine) bağlılığı isteniyor.

Devletin şiddeti, sırf devlet yaptığı için tanım gereği meşru olmuyor (kendinden menkul meşruiyet, "Ben yaptım oldu" meşruiyeti) , tam aksine, devleti de meşruiyet (Şeriat'e uygunluk) ve adalet (Allahu Teala'nın koyduğu adalet ölçüsü) açısından sorgulamak mümkün hale geliyor. 

İşte bu, insanların (kendilerini devlet ya da devletin temsilcisi ilan eden) imtiyazlı insanlara kul olmaktan kurtulması, Yüce Yaratıcı karşısında eşit kullar (vatandaşlar) haline gelmesi demektir.

*

Meşru şiddetin Şeriat'e uygunluk şartına bağlandığı yerde yöneticiler yönetenlere tanrılık taslamış olmazlar, fakat laik (siyasal dinsiz) sistem, özü itibariyle devletin tanrılaştırılması demektir. Cemal Bali Akal'ın konuyla ilgili kitabının adı meseleyi çok güzel özetliyor: Sivil Toplumun Tanrısı.

Ne var ki, laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti, bu adı konulmamış tanrılık imtiyazını kısmen "daha üst bir tanrı"ya bırakmış durumda: AİHM sopasını elinde tutan Avrupa Birliği.

İşte bu, Allahu Teala'ya kulluğu (Şeriatçılığı) gurur ve kibrine yediremeyen bir zihniyetin ibretlik yazgısıdır.

Sen tut, seni aziz edecek olan Şeriatçılığa (İslamcılığa) savaş aç, sonra da git elin taharetsiz gâvuruna tâbi ol..

Allahu Teala’nın hükümlerini beğenmez, fakat Avrupa tarafından yargılanmayı, elin gâvurunun kendisini yargılamasını (Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yargılamasını) kabul eder.

Allahu Teala karşısında diklenir, Şeriat’i tanımaz, elin gâvurunun karşısında ise boynu büküktür.

Derin densizliğin (irfan palyaçoları ve ahlâk simsarı soytarılar eliyle) İslamcılıkla (Şeriatçılıkla) mücadele ettiği bir belde, izzeti bırakıp karşılığında dünyada zilleti, ahirette azabı satın almış demektir.

*

Durum buyken, bu ahlâksız ahlâkçılar ve irfansız irfancılar, Türkiye’de, “Devlet başka, rejim başka” şeytanî aldatmacası ile kafaları karıştırabildiler.

Mesela ajan Mehmed Şevket Eygi’nin dilinden düşürmediği vird-i zebanından biri buydu.

Rejim kötü olabilirdi, ama devlet, her halükârda savunulmalı, ona her daim sadakatle bağlı kalınmalı idi..

Bu akıl yürütüşe bakılırsa, sanki, devlet, Tanrı gibi birşeydi. Tanrı gibi sevilip sayılmalı, ona Tanrı’ymış gibi bağlı kalınmalı idi. Rejim kötü olabilirdi, fakat rejimden farklı olan devlet “la yüs’el”di, sorgulanamazdı, hikmetinden sual olunmazdı.

İşte bu noktada İslamcılık, oyunbozanlık yapıyordu.

Bir devlet küfür ahkâmı ile idare ediliyor idiyse, (hak ve hakikate savaş açmış olması anlamında) dâru’l-harpti.

İsterse halkı müslüman olsun ve yöneticileri müslümanlık iddiasında bulunsundu..

(Bir beldenin dâru’l-harp olması, orada yaşayan müslümanın birilerine savaş açmış olması anlamına gelmiyor. Böylesi ülkelere dâru’l-harp denilmesinin nedeni, oralarda “gerçek” İslam’a ve “devleti Allahu Teala’ya ortak koşmayan” müslümanlara karşı açık ya da örtülü bir savaş yürütülüyor olmasıdır.)

*

Evet, devleti kutsallaştıran ve tanrılaştıran sapık anlayış, rejimi küfür bile olsa ona sadakati gerekli görüyor.

Fakat, dâru’l-harp niteliği taşıyan böyle bir devletin, vatandaşlarına karşı, “inancı ne olursa olsun vatandaşına karşı dürüstlük, adalet, eşitlik ve hakkaniyet sergileme” diye bir derdi yok.

Müslümana, İslamcı olması, yani İslam’ın hükümlerini devlete hâkim kılmaya eliyle ve diliyle çalışması durumunda aman (eman, güven) vermeyebiliyor, onu, örtülü ve gizli yöntemlerle yaşama hakkından mahrum etmeye bile yeltenebiliyor.

En temel vatandaşlık haklarından mahrum etmeye gelince, bunu hiç saklama gereği bile duymayabiliyor.

Müslümanı, müslüman kimliğini korumaya çalışması durumunda normal “vatandaşlık” haklarından mahrum edebiliyor.

Müslüman kimliğinizi ve şahsiyetinizi, ideolojik bağımsızlığınızı (hak ve hürriyetiniz) koruyarak (yani rejimin ilke ve inkılaplarına bağlılık sözü vermeden, bağlılık yemini etmeden) yönetici olmanızı imkânsız hale getirebiliyor.

Yönetici olabilmeniz için, önce devletin resmî (İslam açısından küfür) ideolojisine, sahte tanrımsıların (tanrılaştırılmışların) ilke ve inkılaplarına bağlılık ve sadakat yemini etmenizi, müslümanlığınızın gereğini ayaklar altında çiğnetmenizi, şahsiyetinizi “satmanızı” isteyebiliyor.

*

Ya da, haddinizi bilecek, sadece yönetilen olarak kalmayı kabulleneceksiniz.

Yaşamanıza, hayatta kalmanıza, devlete hizmet etmenize izin veriliyor ya, daha ne istiyorsunuz!.. Mantık bu..

Bu arada devletinize vergi verebilir, böylece kazancınızın kutsallaşmasını sağlayabilir, kutsal devlet için “terörist”lerle savaşabilir, hatta (cihat etmeden) çok önemsediğiniz “şehitlik” unvanına da erişebilirsiniz.

Müslümanca siyaset yapamaz, savaşamaz, cihat edemezsiniz, ama müslümanca ölmeniz, şehid olmanız, müslümanca toprağa verilmeniz serbesttir..

Müslüman’ca (İslamcı, Şeriatçı) yönetici olamazsınız, fakat “müslüman yönetilen” olmanız takdire şayan bir durumdur.

*

İşte bunun için, günümüz Türkiye’sinde malum derin odak, müslüman halkın İslamcı olmaması hedefi doğrultusunda elinden geleni yapıyor.

Onların “İslamcılık karşıtı devletçi” olmalarını sağlamak için, bütün imkânlarını ve yandaşlarını seferber ediyor.

En çok işe yarayan yandaşları, bir taraftan ahlâkî öğütler veren, irfandan tasavvuftan bahseden, diğer yandan devletçilik yapan “kullanışlılar” oluşturuyor.

Onların ahlâkî ve dinî öğütler vermeleri, İslamcılığa savaş açmalarının mazur gösterilmesi için bir kalkan olarak kullanılıyor.

Ahlâkî ve dinî öğütler vermeseler, rahatça İslamcılık karşıtlığı yapmaları mümkün olmayacak. Kimse onları ciddiye almayacak..

Bu yüzden, dini, dinî öğütler vermek suretiyle istismar ediyorlar.

Laik (siyasal dinsiz) nitelikteki derin amaçları için dini kullanıyorlar.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

VAHDET-İ VÜCUTÇULUK: SUFÎLİK DEĞİL, SOFİSTLİK (SOFİZM, SAFSATA)

     İngiliz'in The Muhyiddin ibn Arabi Society'sinin bakımını yaptığı sümbüller Prof. Ömer Türker’in “ Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücu...