Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof.
Hayrettin Karaman’ın 6 Ekim 2016 tarihli “Seyyid Kutub’un ıslahat programında tekfir ve şiddet yoktur” başlığını taşıyan yazısında şunları söylediği görülüyor:
Seyyid hapihanede
ıslahat programına son şeklini verirken yanında İhvan’dan yalnızca iki kişi;
Muhammed Yusuf Hevâş ve Muhammed Zühdî Selman kalmış, diğerleri başka
cezaevlerine gönderilmişlerdi. İkincisinin bilgi ve tecrübesi sınırlı olduğu
için Seyyid daha çok M. Yusuf ile hapishanede yedi yıl karşılıklı konuşarak,
tartışarak hedef ve programını -raporunda açıkladığı üzere- şu şekilde
oluşturdu (Bak. Limâ-zâ A’demûnî s. 26-29):
1. İslam’ın bugün karşı karşıya olduğu durum inanç, bilgisizlik, İslamî ahlak
ve değerlerden uzaklık bakımından, ilk geldiği durum gibidir.
İslam düzeni ve şeriatından uzaklaşma yanında bir menfi durum da gerçek İslam’a
davetin karşısındaki haçlı ve siyonist sömürgeci teşkilatların kurduğu tuzaklar
ve her vasıtayı kullanarak koydukları engellerdir.
2. Yerel islamî hareketler farkında olmadan yerel siyasi hareketler ve
talepler ile meşgul oluyor, asıl hedefi ihmal
ediyorlar. Yine bu yerel hareketler, halkın İslam inancından ne kadar
uzaklaştıklarını görmezden gelerek hükümetlerden, İslam şeriat ve düzeninin uygulanmasını
istiyorlar.
Önce, merhum Kutub’un yanında bırakılan
kişiler üzerinde durmak gerekiyor.
Neden sadece iki kişi?
Ve neden o kişiler?
*
İmdi, istihbarat örgütlerinin dünya
genelinde hapishaneleri “devşirme” işi için kullandıkları
bilinen bir şey..
Türkiye’de de durum bu.. Yeni MİT
yasasında bu hapishane bahsi yer alıyordu.
Mısır istihbaratı, merhum Kutub’un yanında
kalan iki kişiyi, onu içeride de takip için özel olarak seçmiş
olabilir mi, olamaz mı?
Şu âlemde birtakım vaadler ve tehditler
vasıtasıyla kullanılabilecek olanlar kullanılamayacak olanlardan her zaman
fazladır.
Her yerde böyledir..
Mesela Türkiye’de 1990'lı yıllarda
hapisteki terörist Şemdin Sakık’a birtakım gazeteciler aleyhinde “andıç”lar
hazırlattıkları, sözde itiraflar (aslında iftiralar) yaptırdıkları
hafızalarda..
Sakık söz konusu iddiaların sahibinin
kendisi olmadığını ancak yıllar sonra açıklayabilmişti.
Vikipedi,
"Andıç skandalı" başlığı altında şu bilgileri veriyor:
Andıç Skandalı, 1998’de yakalanan PKK'nın üst düzey
yöneticilerinden Şemdin Sakık'ın soruşturma zabtına, yalan
ifadeler eklenerek basına sızdırılmasıdır. Bu ifadeler, 25 Nisan 1998
tarihinde Hürriyet ve Sabah gazetelerinde iki gün
boyunca yayımlandı. Sakık'a ait olduğu söylenen itirafların yayımlanmasıyla
itiraflarda adı geçen gazeteciler işlerinden çıkarıldılar ve Akın Birdal suikasta uğradı.
Daha sonradan çıkartıldığı mahkemede Sakık, böyle bir ifade vermediğini
açıkladı. 2000 yılının ekim ayında Nazlı Ilıcak, bütün bunların Genelkurmay istihbaratında
hazırlanan bir psikolojik savaş taktiğinin gereği
olduğunu gösteren bir belgeyi gazetecilere ulaştırdı ve belgenin
yayımlanmasından on gün sonra Genelkurmay, "andıç" adı verilen belgenin varlığını
kabul etti.
Andıçta II. Başkan Orgeneral Çevik Bir, İstihbarat Başkan Vekili
Tümgeneral Fevzi Türkeri ve
İç İstihbarat Şube Müdürü Kurmay Albay Bülent Dağsalı'nın imzası bulunuyordu.
Çevik Bir ve Erol Özkasnak'ın gönderdiği sahte belgeye göre Sakık ifadesinde bazı gazetecilerin ve sivil toplum kuruluşlarının "para karşılığı PKK’ya destek verdikleri" iddia edilmişti. Sabah gazetesi sahibi Dinç Bilgin başta olmak üzere bazı medya patronları, adı geçen gazetecilerin işine son verdi. Bu gazeteciler arasında Kürt sorununda devletin resmî politikasına uyum göstermeyen Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand gibi gazeteciler bulunuyordu. Bu kişilerden Cengiz Çandar'ın yazıları durdurulurken Mehmet Ali Birand, Sabah'tan atıldı ve Show TV'deki 32. Gün programı askıya alındı. Belgede adı geçen Akın Birdal ise suikasta uğradı. Birdal suikasttan ağır yaralı olarak kurtuldu.
Daha sonra bu belgenin Bir ve Özkasnak
tarafından "Andıç" adı
verilen bir yazıyla hazırlandığı anlaşıldı. Belgenin Genelkurmay'ın bir andıcı
olduğunun anlaşılmasıyla beraber olay hakkında hiçbir komutandan açıklama
gelmedi. Olaydan on bir yıl sonra belgenin sahte olduğunun anlaşıldığı dönemde
II. Başkan olan Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 32. Gün programında Mehmet
Ali Birand'ın sorusu üzerine "Evet, hata idi..." açıklaması
yapmıştır.
28 Şubat davası sırasında
Çevik Bir; Şemdin Sakık'ın ifadelerinin doğru olduğunu, ifade tutanağının
sadece son sayfasını imzaladığı için diğer sayfaları reddetmesi konusunda fikir
aldığını öne sürmüştür. Dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Erdal Şenel ise ifadelerin
doğru olduğunu, ifadelerin usulüne uygun olarak alınmadığı için bu durumun TSK
aleyhine kullanıldığını ifade etmiştir.
Bu ahâksız sahtekârların “He, biz böyle bir tezgâh
kurduk” diyecek, suçlarını itiraf edecek halleri yok.
İfadeler doğruymuşmuş da usulüne uygun alınmamışmış..
Olay açık: Senaryoyu yazmışlar, Sakık’a “Hadi bakalım
imzala” demişler.
28 Şubat’ın o meşum günlerinde meşru hükümete karşı
bile “Gerekirse silah kullanırız”
diye tehditler savurdukları bir zamanda bebek katili PKK terör örgütünün eli
kanlı bir elebaşısı, “Tı, imzalamıyorum” dediğinde, “Öyle mi, lütfen imzala,
kalbimizi kırıyorsun” diyecek halleri yok.
Bunu da en iyi, ömrünü “En güzel şarkıyı bir kurşun
söyler” diyerek tüketmiş Sakık bilir..
*
Konuya dönersek..
Ölmüş (idam edilip şehit edilmiş), artık şahitlik
yapamayacak adamın ardından iki mahkumun "Bize şunları anlatmıştı" demelerinin
bir kıymeti yoktur.
Mısır İstihbaratı'nın aşağılık bir oyunu olması
ihtimali yüzde 99'dur.
Aslında yüzde 100 diyeceğim ama gözümle görmediğim
için bir yanılma payı bırakmak zorundayım.
Kısacası, merhum Kutub’a atfedilen sözlere
güvenmek akıllı adam işi değildir.
Kendi yazdıkları dururken birilerinin
"Bize şöyle şöyle demişti" diye anlattığı hikâyelere itibar etmek
gerekmez.
*
Varsayalım ki aktarılanlar merhum Kutub’un
görüşleri.. Bu, onları sorgulamadan kabul etmemiz için bir gerekçe olamaz.
Yazılanlardan anlaşılıyor ki Seyyid
Kutub’a ait olduğu iddia edilen ıslahat programı da (iddia olunanın aksine)
“yerel” hareket ve talep durumunda.. Yerel durumu temel alıyor.
Mısır için uygun olsa bile heryer için
emsal teşkil etmez.
*
Bahis konusu yapılan “asıl hedef”e gelince…
Bireysel düzeyde asıl hedef insanın önce
İslam inancını doğru bir şekilde benimsemesi, sonra da bunu yaşamına
geçirmesidir..
Fakat toplumsal
düzeyde asıl hedef, İslam şeriat ve düzeninin uygulanmasıdır.
Ki, merhum Elmalılı Hamdi Yazır
Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde açıkladığı
gibi, küfür kanunlarının tatbik edildiği bir ülkede, müslümanlar, itikadî
veya amelî şirkten kendilerini kurtarmayı da başaramazlar.
Dolayısıyla, İslam inancının sahih bir
şekilde benimsenmesi hedefi ile İslam şeriat ve düzeninin uygulanması talebini
birbiriyle tokuşturmamak gerekir.
Bu ikisi birbirini destekler ve bütünler..
Bunlar, birbiriyle çelişen hedefler
değildir.
Burada Seyyid Kutub’un yaklaşımına yönelik
bir çarpıtma, mugalata ve demagoji var gibi görünüyor..
*
Karaman’ın yazısına dönelim:
3. Bu durumda yapılacak şey işe tabandan başlamak,
önce insanların kafa ve kalplerinde sahih İslam bilgi ve imanını ihya etmek ve
bunu kabul eden insanları aynı çerçevede eğitmektir.
Peki Hz. Musa a.s.’a Allahu Teala neden Firavun’a gitmesi emrini vermişti..
Neden, “Tabandan başla!” diye bir emir verilmemişti?
Hz. Musa, işe tabandan başlayıp,
“Firavun’dan Şeriat’e uymasını, yani Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına
uymasını istemeyelim.. Biz tabanda çalışalım” niye dememişti?..
Siz bu tür yorumlarınızla “İslam dışı” düzen yanlılarına,
düzenbazlara şirin görünme dışında birşeyi hedefliyor musunuz?
*
Karaman sözlerini şöyle sürdürüyor:
4. İktidarı ele geçirerek İslam düzenini topluma dayatmak yol
değildir; önce insanlar eğitilecek, onlar sahih
bir İslam bilgisi, imanı ve şuuruna kavuştuktan sonra kendileri İslam düzenine
talip olacaklar ve işte o zaman düzen değişecektir.
Mesela Hz. Ömer r. a. İran üzerine ordular
göndermemeli, orayı fethedip İslam düzenini İran toplumuna dayatmamalıydı, öyle
mi?!
Bu, “yol
değil”, öyle mi?!
Vay uyanık vay!
Sadece davetçiler göndermeli, bunlar da Kisra’ların müsaadesi nisbetinde
insanlara “sahih bir İslam bilgisi, imanı ve şuuru” kazandırmaya
çalışmalıydılar, öyle mi?
Şeriat’e tabi olunması gerektiği hususu
da, sahih bir İslam bilgisi, imanı ve şuuru içine girmiyor mu peki?!
İnsanları Şeriat’e davet etmeyeceksiniz,
peki neye davet edeceksiniz?
*
Okumaya devam edelim:
5. Uzunca vadeli eğitim ve öğretim programı uygulanırken hareketin
saldırılardan korunması, 1948 ve 1957 de İhvan’ın başına gelenlerin, keza
Pakistan’daki Cemâat-i İslamiyye’ye yapılanların bir daha olmaması için hem
İslam iman ve ahlakı hem de koruma/savunma vazifesi bakımından sahih ve yeterli
eğitim almış fedailerden oluşan bir koruma
birliğine/birliklerine ihtiyaç olacaktır. Bu birlikler, İslamî
hareketin faaliyetlerine bir saldırı, bir engelleme teşebbüsü olmadığı
sürece sakin duracak, günlük olaylara karışmayacaklardır. Saldırı olduğu takdirde de vazifeleri yalnızca savunma ve koruma olacak,
bu sınırı aşmayacaktır.
Burası, saçmalığın zirve yaptığı yer..
Uçuk kaçık bir teklif.. Bunlar, naif ve safça (ya da kurnazlık gereği saf ayağına yatan) laflar..
Gücün varsa, yalnızca savunma ve korunma
yapmazsın, başkalarını da koruyacak şekilde adaleti hakim kılarsın.
Ki adalet, Şeriat demektir.
Yok eğer gücün yoksa, kendini de
koruyamazsın.
Kaldı ki, mevcut düzenler sana bir
“fedailerden oluşan koruma birlikleri” kurma iznini ve fırsatını asla
vermezler.
Ezer geçerler. Seni salça yapar, turşunu
kurarlar. (İnanmıyorsan Alparslan Kuytul, Halis Bayancuk filan gibi isimlere
sor.)
*
Geçelim.
Hayrettin efendi sözlerini şöyle
sürdürüyor:
6. İslam düzeninin uygulanması hedefi acil (hemen istenecek) bir hedef
değildir; ne kadar zamana/süreye ihtiyaç varsa o kadar süre içinde öncelikle
iman, şuur ve ahlak bakımlarından topluluğu sahih İslam’a taşıma faaliyeti
yürütülecektir.
Eğer bunu yapacak gücün varsa, acil
hedeftir..
Gücün yoksa, acil hedef değildir..
Bunlar boş laflar..
*
Okumaya devam edelim:
7. Programı yürütürken İhvan’ın şiddete ve günlük olaylara bulaşmaması,
hükümetlerin mücadele hedefi haline gelmemesi için orduya veya yönetimin önemli
kademelerine sızma ve yerleşme gibi bir talep ve teşebbüsleri
olmamalıdır.
Bunlar da, uçuk kaçık boş laflar..
Senin sahih İslam inancını yayma çaban
sonuç verip de ordunun ve devletin önemli kademelerindeki adamlar seni
desteklerlerse, devlete sızmış kabul edilirsin..
O zaman da FETÖ’den beter hale getirilmen
ihtimal dahilindedir.
Ya da, ıslahat çaban sonuç vermez, devlete
sızmamış olursun..
Bu lafların saçmalığına dair söylenecek
çok şey var da, arif olana bir işaret kâfidir..
Bu tür yorumların Hayrettin efendi
gibilerin çok hoşuna gitmesinin nedeni ise, “laik (siyasal dinsiz) düzende
ıslahatçı müslüman” olarak huzur ve refah içinde yaşamalarına imkân veriyor
olması..
Hem ıslahatçı müslüman oluyorsun, hem de
mevcut düzen yanlılarının gönlüne su serpiyor, onları rahatlatıyorsun..
Çift katlı ekmek kadayıfı..
*
Evet, adam ilahiyatçı.. Fıkıhçı..
Ve, Seyyid Kutub’a ait olduğu iddia edilen
ıslahat programını Şeriat terazisinde tartacakken, Şeriat’in konumunun ona ait
olduğu iddia edilen programa göre değerlendirilmesinin önünü açacak ifadeler
kullanıyor.
Sabitesi Şeriat hükümleri olacakken,
Seyyid Kutub’a ait olduğu iddia edilen indî değerlendirmeler, spekülasyonlar
oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder