Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinde
“Öfke nefret cehalet el ele verince”
başlığı altında dün yayınlanan (9 Nisan 2023 tarihli) yazısında şöyle diyor:
Adam medyada, ağzından köpükler saçarak mealen şöyle
diyor: Bu seçimi Erdoğan kazanırsa Arap usulü bir İslam devleti kuracaklar…
Bir sınırsız bayan vardı (yine var) o da, bundan önce
Erdoğan Başkan olunca “Türkiye’ye şeriat geldi, siz uyuyun bakalım” mealinde
bir şeyler söylemiş ve yazmıştı.
Bu yazıdan maksadım “Arap usulü bir İslam devleti”
cehalet ve ajitasyonunu irdelemektir, ama bu “şeriat geldi, geliyor” efsanesine
de bir dokunup geçmekte fayda var sanırım.
Adamlar 28 Şubat bilmem ne darbesini yaptıklarında
gerekçe olarak 18 madde ilan etmişlerdi; hemen tamamı “irtica” yaygarasından
ibretti. O dönemde de irticadan maksatları, bütünüyle İslâmî hayat nizamına
dönmekti.
TC’nin bir anayasası var, bu anayasanın “değiştirme
teklifini bile yasakladığı” maddeleri var, bu maddelerden biri de “laik
demokratik cumhuriyet” maddesidir.
Bu madde ne diyor?
MADDE 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî
dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Bu maddeye ve Türkiye’nin mevcut halk tabanına
(ideolojik orana) göre Türkiye’ye şeriat (cahil tahrikçinin ifadesiyle Arap
usulü İslam devleti) getirmek mümkün değildir; bunu da bilmeyecek ölçüde cahil
olmadığına göre bu adamın ve benzerlerinin maksadı ajitasyondur vesselam.
*
Karaman
doğru söylüyor, Türkiye’ye Şeriat getirmek, birincisi mevcut Anayasa, ikincisi de mevcut halk tabanı muvacehesinde mümkün
değildir.
Amerikalılar’ın
İslam dünyasının nabzını ölçtükleri, Şeriat isteyenlerin oranını öğrenmek için
anketler yaptıkları biliniyor.
Bunlardan
Pew Research Center’ın (Pew
Araştırma Merkezi) ulaştığı rakamlar geçmiş yıllarda medyamıza yansımıştı.
Afganistan’da
Şeriat’le yönetilmek isteyenlerin oranı yüzde 99.. Mısır’da yüzde 74.. Türkiye’de
ise yüzde 12.. (Bu yüzde 12 de aldatıcı.. Çünkü hırsızlık ve zina gibi ceza
hukukunu ilgilendiren sorular yöneltildiğinde oran yüzde 3’e düşüyor.)
Şeriat,
Allahu Teala’nın rahmetidir.. Nasıl doğayı
bizim faydamıza olacak şekilde tanzim etmişse, Dünya’yı yaşanabilir hale
getirmişse, ve vücudumuzu en elverişli şekilde yaratmışsa, insanların uyması
için koyduğu hükümler de aynı şekildee en uygun ve hayırlı olandır. Daha iyisi
düşünülemez ve bulunamaz.
Ancak
insanoğlu ilerleme ve gelişme adına sınırsız
açgözlülüğü, doymaz oburluğu ve devasa hırsı ile nasıl doğayı ve çevreyi tahrip edip bozuyorsa, toplumsal alanda da aynı
şekilde fesat çıkarmaktan geri
kalmamaktadır.
Dolayısıyla, Şeriat’i ancak heva ve hevesini, nefsanî
arzularını dizginleyip aklını
kullananlar savunabilmektedir.
Böylelerinin
(aklını kullananların) sayısı ne yazık ki ülkemizde çok az.
*
Evet,
Karaman doğru söylüyor, Türkiye’ye Şeriat getirmek, birincisi mevcut Anayasa, ikincisi de mevcut halk tabanı muvacehesinde mümkün
değildir.
Ancak,
bir üçüncü neden daha var ki, Karaman onu ustaca gözlerden saklıyor.
O
da, Türkiye’deki elit tavan da
Şeriat’i istememektedir.
Ve
asıl sorun da halk tabanı değil, bu elit
tavandır.
İmdi,
Erdoğan’ı Şeriatçılıkla suçlayan
şahıslara Karaman’ın aslında şunu demesi gerekirdi: Mısır ve Tunus gibi (kâğıt
üstünde de olsa) Şeriat’e bağlılık vurgusu yapan ülkelere “Şeriat’i bırakın laik olun” diyen bir adam Türkiye’ye Şeriat
getirmeyi düşünür mü?! Getirir mi?!
Mısır’da
Şeriat için engel ne anayasaları ne de halk tabanı.. Orada sapmalar “elit tavan” yüzünden yaşanıyor. Fakat, müslüman
olmanın Şeriat’i savunmayı zorunlu kıldığını bilen halk tabanı yüzünden Şeriat’e açıkça cephe de alamıyorlar.
Türkiye’de
ise halkın bir kesimi daha Şeriat’in ne olduğunu bile bilmiyor. Halkta da iş
yok, elitlerde de..
Ve
bu ülkede elit tavan, halkın Şeriat karşıtı olmanın imansızlık olduğunu
bilmemesi için akla gelen her “önlem”i alıyor, her hilekârlığı yapıyor.
Mesela
Diyanet’in cuma hutbelerinde Şeriat konusuna girmesi “fiilen” yasaktır.
Türkiye’de gerçekte din ve vicdan hürriyeti camide bile bulunmamaktadır.
*
Karaman bunu çok sık yapıyor.
Doğruları ya eksik yazıyor ya da yanlış örnekler veriyor.
Mesela, “İslamcı
‘muhalif entelektüel’ midir?” başlığı altında 16 Mayıs 2013 tarihinde
yayınlanan yazısında bazı temel gerçeklerin altını çiziyor, fakat
örneklendirmede yaptığı hata ile, dile getirdiği gerçekleri berhava ediyordu.
Yazısının sonunda
diyor ki:
Merhum
Erbakan’ın kısmen ve zaman zaman açıklanan hedefi İslam idi,
islamcılar bu hedefte ona muhalif olamazlardı, ama yöntem konusunda bazıları
muhalif olabilirler, başka yöntem gruplarının yanında olabilirlerdi.
O
ocaktan yetişen başkaları için de aynı tutum meşrudur; bu mana ve
mahiyette yanlarında olmak da olmamak da islamcılığa aykırı değildir.
Böylece Karaman, bir “fetva”
vermiş oluyor.
Ancak, yazısının
başında dile getirdiği “genel doğrular” gerçekte bu sonuca varmasını
haklılaştırmaya yetmez.
O genel doğrular, bu
“özel” olaya uymuyor.
*
İlk sorun, Erbakan’ın
hedefi ve yöntemi ile ilgili..
Erbakan’ın “kısmen ve
zaman zaman açıklanan hedefi” ne anlama gelmektedir?
İslam,
sadece “kısmen ve zaman zaman açıklanan” bir hedef olabilir mi?!
Parçalı ve bütün
zamanları kapsamayan bir İslam hedefinden söz etmek ne kadar
mantıklıdır?!
Bu ne anlama
gelmektedir? Hedefinizin kısmen İslam, kısmen de başka birşey olması
mı?..
Zaman zaman İslam’ı,
zaman zaman da başka birşeyi savunmak anlamına mı geliyor bu?
Böyle birşey, İslam
açısından caiz olabilir mi?!
*
Karaman, lütfedip,
bu saf ve yalın olmaktan uzak hedefte değilse
bile, yöntemde Erbakan’a muhalif olunabileceğini kabul ediyor.
Peki Erbakan’ın
kendisi bunu kabul ediyor muydu?
Hayır!..
Tam aksine, yöntemde
kendisine muhalif olanları “patates dini”nden olmakla suçluyordu. (Ondan
bizzat duymuş bulunuyorum.)
Karaman, yazısında
şunu da söylüyor:
“Usulüne
göre yapılmış
ictihadlar, yorumlar ve yetkilisi tarafından alınmış kararlara fikir ve ilim
yönünden muhalif olmak caizdir, ama bu muhalefet kardeşlik, yardımlaşma,
destek, sevgi hal ve davranışlarına zarar verecek şekilde olamaz.”
Evet, “usulüne göre
yapılmış ictihadlar”da durum budur.. Ancak, Erbakan’ın yaptığı ictihadlar, “usulüne
göre yapılmış ictihadlar” mıydı?
*
Sen kendin, “bütüncül” ve
“tam zamanlı” hedef olarak İslam’ı ilan edemeyeceksin, bunu yapmamayı kendin
için caiz göreceksin, sonra da, senin kısmen şöyle kısmen böyle olduğu
ilan edilen ve zaman zaman farklı telden çalındığı için tam olarak ne olduğu
bir türlü anlaşılmayan hedefin konusunda tereddütleri bulunan insanları patates
dininden olmakla suçlayacaksın..
Seni desteklememelerini
caiz görmeyeceksin..
Böyle birşey, bu kurt
taksimi, “usulüne göre yapılmış ictihad” mıdır?
*
Evet, birçokları
Erbakan’a sırf müslüman olduğu için zarar vermeye çalıştı; ancak, onların bu
sınırsız ve ölçüsüz İslam düşmanlığı, Erbakan’ın İslamî açıdan hatalı
görüşlerini “usulüne göre yapılmış” ictihad kabul etmeyi gerektirmez.
Ne yazık ki,
Karaman’ın yazısı zımnen bu varsayım ya da ön kabul üzerine
kurulu.
Doğal olarak, bu
söylediklerimiz, Erbakan’a muhalif İslamî grupların, onun aksine, savundukları
görüşler ve yöntemleri konusunda tümüyle haklı olduklarını
düşündüğümüzü göstermez.
Mesela, Demirel’e
destek verebilmiş, şimdi de Kılıçdaroğlu’na destek verebilecek birilerinin,
Erbakan’a destek vermeme konusunda demagoji hokkabazlığı dışında mazeret bulmaları
mümkün değildir.
Erbakan’a destek
vermemek için öne süreceğiniz bütün gerekçelerin, Demirel ve Kılıçdaroğlu
gibiler için fazlasıyla mevcut bulunduğu kesindir.
*
Görüldüğü gibi
Karaman, Erbakan örneğini verdikten sonra, “O ocaktan yetişen başkaları
için de aynı tutum meşrudur” diyerek, sözü isim vermeden Erdoğan’a
ve Akparti’ye getirmektedir.
Bu da, gerçekte fasit bir
kıyastır.
Ne Erdoğan, Erbakan’dır,
ne de Akparti MSP ya da Refah Partisi’dir.
Karaman’ın, (“usul”
bilen) hiç kimsenin itiraz edemeyeceği, etmeyeceği “genel” doğrulardan
hareketle kaşla göz arasında vardığı sonuçlar, hiç de tutarlı değil.
Önce, Erbakan’ın
yöntemini, desteklenmesi de muhalefet edilmesi de caiz “usulüne göre yapılmış
bir ictihad” seviyesine yükseltiyor, sonra da, “aynı ocak”tan yetişmiş olanlara
da benzer şekilde yaklaşılmasını “meşru” ilan ediyor.
Ne yazık ki Erbakan’ın
usulsüz ictihatları, meşru olmayan söylemleri vardı.
*
Patates dini
söyleminin gizli olmasının pek fazla önemi yoktur, çünkü hedefinin İslam
olduğunu da gizlice dile getiriyor, zahirde “millî görüş”,
“ahlâk ve maneviyat”, “adil düzen” vs. gibi kavramları kullanıyordu.
“Aynı ocak”tan
yetişenlere gelince, bunların Erbakan tarafından yapıldığı şekilde gizlice de
olsa ilan edilen bir İslam hedeflerinden söz edilemez.
Bu, onların İslamî
değerleri hiç önemsememeleri ya da İslam düşmanı olmaları anlamına gelmemekle
birlikte, ortadaki gerçek budur.
Mesela, Akparti’de
genel başkan yardımcılığı yaptığı gibi başbakan yardımcılığı ve TBMM başkanlığı
gibi görevlerde de bulunan Mehmet Ali Şahin’in Vatan gazetesinden Ruşen
Çakır’a “Dindarları laikleştirdik” şeklinde açıklamada bulunduğu ileri
sürülmüş, sonra Şahin bu ifadesiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştı:
Devlet
Bakanı ve Başbakan yardımcısı Mehmet Ali Şahin dün Vatan´ın
manşetinde yer alan ´dindarları biz laikleştirdik´ sözünü kendisinin
söylemediğini belirterek, gazeteyi yalanladı ve haberde imzası bulunan Ruşen
Çakır´a kendisinin öyle bir söz söylemediğini açıkladı.
´Dindarları
biz laikleştirdik´ ifadesinin kendisine ait olmadığını belirten Bakan Şahin,
´Ruşen Çakır´a böyle bir söz söylemedim Sözlerimle uzaktan yakından alakalı
olmayan böyle bir ifadeyi neden kullandı, o ifade bana ait olmadığı halde niçin
bana mal etti bilemiyorum´ dedi.
Vakit gazetesi
yazarı Serdar Arseven´in sorularını yanıtlayan Şahin, ´Ben asla öyle bir ifade
kullanmadım. Aksine, kişilerin laik olamayacağını, devletin laik olacağını
söyledim. kişi laik olmaz, devlet laik olur. Devletin dini olmaz çünkü
dinin muhatabı şahıstır. Her şahıs da olmaz, akıl baliğ
olacaktır. Ruşen (Çakır) bana sorduğunda, Cumhuriyet´in tüm niteliklerinin şu
anda her zamankinden fazla güvence altında olduğunu söyledim. Anayasamızdaki
laiklik anlayışına vurgu yaptım. ´Hiç bir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen
laikliğin, herkesin inancında mezhebinde, özgür olması, dini inancından
dolayı farklı bir muameleye tabi tutulmayacağı´ anlamına geldiğini
söyledim. Ben Ruşen´e ´dindarları biz laikleştirdik´ demedim. Benim
söylediklerimin bazıları yer almamış´ dedi. (http://www.haber7.com/medya/haber/175985-bakan-sahin-vatana-dindarlari-laiklestirdik-demedim)
*
Doğal olarak,
“Devletin dini olmaz” diyenler, “Devletin dili olmaz, insanların dili
olur, o halde resmî dilden söz
etmeyelim” demiyorlar.
Şahin, “Dinin
muhatabı şahıstır” diye fetva veriyor, “Dinin muhatabı aynı zamanda
toplumdur, devlettir” diyemiyor, demiyor. Tam aksini söylüyor, “Devletin
dini olmaz” diyor.
İslamcılık buysa (ki bu
görüş sahiplerini Karaman, “ocak”
gerekçesiyle İslamcı kabul ediyor), İslamcı
olmamak nasıl birşeydir?
Avrupa usulü,
yani hristiyanca bir laikliği savunmak (ki John Keane
gibi Avrupalı yazarların dile getirdiği üzere, laiklik bir “hristiyan
projesi”dir), İslamcılık mıdır?!
İslamcı sayılmak için, “din düşmanı” olmayan,
her dine karşı hoşgörülü bir laikliğin (siyasal dinsizliğin) savunucusu olmak
yeterli midir?!
Ölümü gösterip sıtmaya
razı etmek, insanların sağlığını korumak anlamına mı gelir?!
Din düşmanlığından
ibaret bir laiklik yorumunun karşısına hristiyanca/Avrupalı bir
laikliği tek alternatif olarak koymak, “Devletin dini olmaz” demek,
İslamcı olmak mıdır?!
*
Şahin’in bu “laik
ictihadı”nın “usulüne uygun” bir ictihad olduğu, dolayısıyla Erbakan’la “aynı
ocak”tan yetişmiş bu kişilere destek verme ya da vermemenin aynı ölçüde “meşru”
(Şeriat’e uygun) olduğu öne sürülebilir mi?
İslam, böylesi bir
konuda bu şekilde Cumhuriyet’in temel “nitelik”lerinden ve Anayasa’daki
“ilke”lerden hareketle yapılan bir “ictihad“a izin
vermiş midir?
Erdoğan’ın, Arınç’ın
vs. beyanlarından hareketle de konuya ilişkin çok şey söylenebilir (Mesela
Erdoğan’ın millet tanımı ve milliyetçilik anlayışı
tamamen laik karakterde). Fakat, meselenin anlaşılması için bu
kadarı yeterlidir.
*
İslam davası "siyasal"
düzeyde ancak (bedeli göze alınarak, Taliban gibi) bir bütün halinde
savunulduğunda başarıya ulaşabilir. Bu, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem'in yöntemidir.
Aksi durumda gelecekteki düzelme uğruna şimdiki bozulmayı
satın almış, malumu meçhul için harcamış olursunuz.
Bununla birlikte
şartlar ve toplumsal durum elvermediğinde salt tebliğle yetiniyor
olabilirsiniz. Aciz olmak, suçlu olmak anlamına gelmez.
Ancak bu durumda da
konjonktürel hesaplar ve geçici çıkarlar için İslam'ı yamuk yumuk anlatmamalı,
hakkı olduğu gibi söylemelisiniz.
Ya da bu konulara hiç girmemelisiniz.
*
Meselenin özü şu:
Birileri akıllarınca
kurnazlık yaparak laikliği laikçilerin (İslam düşmanlarının) elinden alıp
“İslamî hedefler için kullanılabilir” hale getirmek, içini kendi kafalarına
göre doldurmak istediler.
Halbuki her paradigma
ancak kendi kavramlarıyla bütünlüğünü koruyabilir ve ayakta kalabilir.
Ödünç bir kavram,
öldürücü bir virüs gibi, girdiği yapıyı içerden çürütür, bozar ve çökertir.
Bu olayda da öyle
oldu..
Laiklik kavramını
sözde istismar edip yeniden şekillendirmek için yola çıkanlar, savunmaya
başladıkları laiklik için dini yeniden şekillendirmeye, dini (adını
koymadan) güncelleyip reforme etmeye başladılar.
Savunmaya başladıkları
laiklik onları bu noktaya getirdi.
Laiklik için İslam’dan
da, İslamcılıktan da, Şeriat’ten de (sadece amel değil, zihniyet düzeyinde)
vazgeçebilir hale geldiler.
Geriye elde, canla
başla savunulan sadece laiklik kaldı.
Bu, siyasî bir
yenilgi değildi, itikadî bir savruluştu.
Cumhuriyet'in
başlangıcında yenilgi "siyasî" mahiyetteydi, bugünse
"itikadî"..
Bu ülkedeki bütün
depremlerin anası "yüzyılın felâketi" budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder