Faruk Beşer’in “çağdaş saraylarımız, sultanlarımız, beylerimiz ve
de MİT‘imiz için muhabbet vakti” kıvamındaki “İslam’ın
devleti olur mu?” başlıklı yazısında şu ifadeler yer alıyor:
“Bugün de mütekamil bir İslam
devleti yok. Bizim tek başımıza bunu
tesis etme gücümüz de yok. Ama her birerlerimizin
Allah’a tam teslim olup kurtulma imkânımız var. Yani devlet kuramıyor olsak
da tevhide, şirkten uzaklaşmaya, İslam ahlakını yaşamaya odaklanmamız halinde
biz de Mekke dönemindeki Müslümanlar gibi sağlam birer Müslüman olabiliriz.
Sonuçta öyle olan Müslümanlara güçlü bir devlet nasip olduğu gibi bize de olur.
O zaman devlet bir hedef değil,
samimiyetimizin bir sonucu, bir mükafatı olur.”
Az uyanık değil bu Faruk Beşer..
“Batıl”ı “yutturmak” için suret-i haktan gelmeyi çok iyi becerdiği kesin.
Önce, tevhidden, şirkten uzaklaşmaktan, İslam
ahlâkını yaşamaktan söz ederek ağzımıza bir parmak bal çalıyor.
Rüşvet-i kelâm kabilinden..
Ve şunu demeye getiriyor:
“Güzel kardeşim, İslam devleti ‘hedef‘i senin
neyine, çok daha iyisi var: Tevhid, şirkten uzaklaşmak, İslam ahlâkını
yaşamak.. Sadece bunlara odaklan.. Hedefin yalnız
bunlar olsun..”
Sonra da, “peygamberî üslup“la,
peygambercesine müjde veriyor:
“… tevhide, şirkten uzaklaşmaya,
İslam ahlakını yaşamaya odaklanmamız halinde
biz de Mekke dönemindeki Müslümanlar gibi sağlam birer Müslüman olabiliriz.
Sonuçta öyle olan Müslümanlara güçlü bir devlet nasip olduğu gibi bize de
olur.”
Armut piş, ağzıma düş.. Gökten üç
elma düşmüş, üçü de Faruk efendinin nasibiymiş.
*
Peki ya cihad?..
Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker (iyilikle
emredip kötülükten menetme)?..
Gerektiğinde hicret?..
Bunlara lüzum yok.. Sadece tevhide, şirkten
uzaklaşmaya, İslam ahlâkını yaşamaya odaklanıyorsun, ve
sihirli değnek dokunmuş gibi birden bire sana da asr-ı saadetteki gibi “güçlü bir İslam devleti” nasip oluyor.
(Hayır Faruk Beşer, yanlış anlıyorsun.. Sana “İnsanları cihada, hakkı söylemeye ve batılla
mücadele etmeye teşvik et” demiyorum. Sadece, “Bile bile hakkı gizleme, batılı hak, hakkı batıl gibi gösterme,
suret-i haktan gelerek batılı soyut ‘şirkten uzaklaşma’
cilasıyla ‘yutturmaya’ çalışma! İnsanları İslam devleti idealinden
uzaklaştırmak için dilini eğip bükme, onu bir hedef olarak görmesinler
diye ‘tevhid’ kavramını istismar etme!” diyorum.)
*
Evet, Bel’am bin Bâûrâ‘nın
ruhu bedenine geçmiş gibi bir görüntü vermeye çalışan Faruk efendiye
göre, “O zaman devlet bir hedef değil, samimiyetimizin bir sonucu,
bir mükafatı olur”muş.
Vatandaşın samimiyeti kendisinden menkul..
Senin şu zırvaların samimiyetse,
samimiyetsizlik nedir?
Kendisinde zerre kadar samimiyet (ihlas, Allah rızası
kaygısı, Allah ve Peygamber sevgisi) bulunan bir müslüman böylesi zırvalar
yazamaz.
Neymiş, “O zaman devlet bir hedef
değil, samimiyetimizin bir sonucu, bir mükafatı olur”muş.
Faruk Beşer’in “İslam devleti hedefine savaş açmış” samimiyetine bağlan, otur sonucu
bekle.. Mükâfat çantada keklik.. Fakat aman ha öyle bir hedefin olmasın!
Müslümanın öyle bir hedefinin olması çok ayıpmış.
*
Faruk Beşer’in yazısındaki (MİT gibi
kurumlarla bağlantılı ‘ideoloji bakteriyologları‘nın
laik/dinsiz devletin ideoloji laboratuarlarında
özel olarak üretip yaydıkları) “maneviyat öldürücü” bulaşıcı virüsler bunlarla
sınırlı değil. Şunu da söylüyor:
“Esas olan hukuk değil ahlaktı. Bunlar
olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu. Bunun için de
bütünüyle Mekke Döneminde Resulüllah (sa), bir gün biz de bir devlet
kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, dünyaya biz hâkim olacağız
anlamında bir şey söylemedi. Söylediklerinin özeti
‘eslim-teslem’, yani Allah’a teslim ol kurtul demekten
ibaretti.”
“Esas olan hukuk değil ahlâktır” şeklindeki
ifadelerle hukuk ile ahlâkı tokuşturmak, bir
açıdan mugalata, demagoji ve safsata, diğer açıdan ise bilgisizliktir.
Biri varsa diğerine ihtiyaç yoktur diye birşey yok..
Mesela bir insan hem yürüyüp hem de konuşabilir. Yani
ikisi bir arada bulunabilir.
Tutup bir insanı “Esas olan yürümek değil
konuşmaktır” ya da “Esas olan konuşmaktır yürümek
değil” diyerek bir tercihe zorlamak; yapay/sunî bir lafazanlıkla
kafa bulandırma kurnazlığı sergilemek değilse, bilgisizliğin dibini bulmaktır.
*
Nitekim, Yeni Şafak‘ın ara
sıra doğruları yazan bir diğer yazarı, Rasim Özdenören, “Hukuk lazım ya ahlâk?” başlıklı
bir yazısında şunları söylemişti:
“Ahlâkla hukukun en temelde buluştuğu öyle
bir alan var ki gözden kaçırılmaması gerekiyor. O da hukuk kurallarının en dibinde ahlâkî ilkelerin var bulunmasıdır…
“Kavramsal olarak hukuk
ile ahlâk kuşkusuz iki farklı alanın konusu… Ancak onların iki farklı alana
ilişkin olma keyfiyeti, her zaman birbirinden bağımsız işlevlere sahip
bulunduğu anlamına gelmiyor.”
Ahlâk ile hukukun “en temelde buluştuğunu”
ve “hukuk kurallarının en dibinde ahlâkî ilkelerin
yer aldığını” kabul ederseniz, “Esas olan hukuk değil
ahlâktır“ şeklindeki laflarınızın saçmalamak olduğunu anlarsınız.
*
Ancak, Özdenören’in sözleri de bir yönüyle yanlış..
Çünkü, bütün hukuk kurallarının
“en dibinde” ahlâkî ilkeler yer almaz..
Bu, sadece Şeriat için
geçerlidir.
Şeriat’in hiçbir hükmünü gösteremezsiniz ki ahlâk ile
çelişiyor olsun.
Beşerî/laik hukuk kurallarına gelince,
bunların kimi düpedüz edepsizlik ve zulümdür ve
dolayısıyla ahlâksızlığın ta kendisidir.
Mesela, Cumhuriyet‘in ilk
yıllarında getirilen şapka giyme zorunluluğu bir hukuk kuralıdır ve (uygulanmamakla birlikte) kâğıt
üstünde hâlâ yürürlüktedir.
Ancak, insanlara böylesi bir dayatmada bulunmanın da,
şapka giymiyor diye onları idam etmenin de en büyük ahlâksızlık ve zorbalık
olduğu kuşkusuzdur.
Türkiye’de okullardaki başörtüsü
yasağı da Danıştay’da bile görüşülen bir “hukuk kuralı”ydı ve
ahlâksızlığın ta kendisiydi.
*
Faruk Beşer’in sözleri çelişki de içeriyor.
Peygamber Efendimiz s.a.s. için “Söylediklerinin özeti ‘eslim-teslem’, yani Allah’a
teslim ol kurtul demekten ibaretti” diyor.
Bu durumda şu sorulara cevap vermesi gerekir:
“Allah’a teslim olmak“tan
neyi anlıyorsun?.. Sadece ahlâkî olgunluğu mu?
Bunun içinde “hukuk” da (haklara riayet, adalet de)
yok mu?!
Allah’a teslim olmak, sadece ahlâkî olgunluktan mı ibarettir?!
Beşer, yukarıya aldığımız sözleriyle Habbab bin Eret r.
a.’den rivayet edilen şu hadîsi de yalanlamış oluyor:
“Müşriklerin çok şiddetli
işkencelerine maruz kaldığımız bir gün Resûlullah ın (s.a.s.) yanına vardım.
Hırkasını kendisine yastık edinmiş, Kâbe’nin gölgesinde bulunuyordu. ‘Ey Allah’ın Resûlü, (çektiğimiz eza ve cefalardan kurtulmamız
için) Allah’a dua etmez misin?’ deyince, kalktı ve doğruldu;
yüzü kızarmıştı ve şöyle dedi: ‘Sizden önceki milletlerde
öyleleri vardı ki, onun için yerde bir kuyu kazılır, kuyunun
içine atılır, testerelerle başından aşağıya ikiye bölünür, fakat yine de
dinlerinden dönmezlerdi. Demir taraklarla etleri kemiklerine kadar taranırdı
da, yine de bu işkenceler onları dinlerinden çeviremezdi. Vallahi Allah, bu dini tamamlayacak. Endişe ve ızdırablardan o
derece emin olacaksınız ki, bir atlı San’a’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan
başka hiç bir kimseden korkmadan gidecek. Kimsenin, koyun
sürüsüne kurt saldırır diye bir korkusu olmayacak. Fakat siz acele
ediyorsunuz’.”
*
Eslim, teslem, teslim.. Bunlar, İslam ile aynı kökten türemiş kelimeler.
Allahu Teala’ya teslim olmak müslim olmak anlamına geliyor (Arapça’da müslüman diye bir kelime yok, bu, “müslim“in Türkçe’deki bozulmuş hali).
Gerçekte “teslim olmak”, ahlâkî olgunluğa değil, hukukî duruma karşılık gelir.
Nitekim, ayet-i kerîmede bazı bedevîler için şöyle
buyurulmuştur:
“Bedevîler ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘İman etmediniz. Fakat “Teslim olduk (eslemnâ)’ deyin.
Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz,
Allah, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Muhakkak ki Allah, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 49/14)
Aynı şekilde, Cibrîl hadîsi de İslam ile imanı ayırmaktadır.
Demek ki sadece “Müslüman oldum (teslim oldum)” demek
yetmiyor.
İman etmek, mü’min olmak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder