Batı’da laiklik, devletin
(siyasal otoritenin), Kilise teşkilatının (ruhban
örgütünün) vesayetinden kurtulması anlamına geliyordu.
Dinin baskı altına
alınması değil..
Ve bu, Kilise
teşkilatının (Türkiye’de medrese ve tekkelere yapılanın
aksine) kapatılması, yasaklanması, baskı altına alınması ve yağmalanması
demek değildi.
Kilise’ye (ruhban
sınıfına), “Sen istediğini savunabilir, istediğin faaliyeti yapabilir,
istediğin gibi örgütlenebilir, devleti istediğin gibi eleştirebilirsin, siyasete karışma demiyoruz, devlete akıl da verebilirsin, fakat emir veremezsin, onun üstündeki bir
güç gibi otorite sahibi olamazsın” denildi.
Türkiye’de siyasetin
(devletin) Diyanet İşleri Başkanlığı’na “Şu konuları öne
çıkaracaksın, şu konulara hiç girmeyeceksin, şu türden vaaz ve nasihatlerde bulunacaksın,
şöyle hutbeler okuyacaksın, siyasete karışmayacaksın, onun emrinde olacaksın, onun emirberliğini yapacaksın” diye emir vermesine, "Aksi takdirde ağızını
burnunu kırar, anandan doğduğuna seni pişman ederim, anladın mı lan! İskilipli Atıf'ı unutma!"
diye hal diliyle tehdit etmesine, gözlerini belertip parmak
sallamasına benzer bir durum Batı’da yaşanmadı.
Kilise kendi yoluna,
devlet kendi yoluna gitti.
Siyaset, Kilise’nin (dinin
değil, din adamları zümresinin) emirberi olmaktan kurtuldu.
*
Bu, zamanla Batı'da
siyasetçilerin sadece din adamlarını değil, dini de “takmaması”na
yol açtı.
Takmamak zorundaydılar,
çünkü tahrif edilmiş dinin, bilimin teori düzeyinde
kalan zannî-tahminî verilerinin ötesinde kesin gerçeklerle
çatışır durumda olduğu bilinir hale gelmişti.
Bu gelişme yüzünden din
adamlarının bizzat kendileri de dini “takmamaya” başladılar. Buna mecbur
kaldılar.
Ancak, bindikleri dalı
kesmemek için minareye bir kılıf uydurmaları gerekiyordu.
Yaptılar.
“Tarihsel”lik (tarihîlik) ve sembolizm kavramlarını
kullanmaya başladılar.
Dinin emirlerini lafız düzeyinde
“takmak” gerekmiyordu, önemli olan "ruh"tu ve ruha bağlı olan
"anlam"dı, ve anlam yoruma (dolayısıyla yorumlayana) bağlıydı.
"Ruh"u
yakalamayı becerebilen "aydınlanmışlar" (bağnazlık ve yobazlıktan
kurtulmuş, "dini günceleme"yi sağlayacak formasyona sahip olduğuna inanan irfan sahipleri ve entelektüeller) için lafzın
kendisi “tarih”te kalmış (tarihsel) şeyler olabilirdi,
olmalıydı.
Bilimin (gözlem ve
deneyin, akıl ve mantığın) verileri ile çelişen (tahrif edilmiş) dinî
metinlerdeki ifadeler de sembolik anlamları üzerinden
değerlendirilmeli, böylece reddetmeye (ve metinlerin tahrif edilmiş olduğunu
itiraf etmeye) gerek kalmadan yeni bir yoruma tabi tutulabilecek ifadeler
olarak anlaşılmalıydı.
*
Batı’da laiklik, devletin tahakkümüne ve zorbalığına karşı
bireyin hak ve özgürlüklerinin korunmasını da sağladı.
Çünkü, Kilise’nin
desteğini alarak (onun vesayeti altında) din adına devleti yönetenler,
kendilerine muhalefet edilmesini sadece “pozitif (mevcut) hukuk”
çerçevesinde suç değil, aynı zamanda
Tanrı’ya başkaldırma ve affedilmeyecek bir günah olarak
gösteriyorlardı.
Din ise,
gerek Katolikler gerekse Protestanlar tarafından kendi heva ve heveslerine göre
şekillendirilip tahrif edildiği için, dini
yorumlama, daha doğrusu güncelleyip (konjonktüre uydurup) tahrif etme tekelini ya da gücünü elinde
bulunduranlar, her halükârda haklı çıkıyorlardı.
Böylece, Allahu
Teala’nın Kur’an’da açıkladığı gibi
(Tevbe Suresi, 31’inci ayet), hristiyan Batı toplumlarında papazlar “rabler” haline getirilmekte, halk da o
rablere kulluk eden putperestlere dönüşmekteydi.
*
Batı’da laiklik, işte bu
zulme son verilmesinin önünü açtı. (Ancak, büyük âlim Muhammed Hamdi Yazır rh.
a.'in Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde ilgili ayeti
açıklarken belirttiği gibi, rab edinilen ruhban sınıfının yerini
yeni rabler aldı: Parlamenterler/milletvekilleri; insanlara
parlak gelecek pazarlayan siyaset esnafı.)
Batılı düşünürler, devlet
kurumunun varlık gerekçesini ve meşruiyet zeminini (dinden bağımsız
biçimde) "akıl"a bağlı olarak inşa etmek için, “toplumsal
sözleşme” (social contract) diye bir
teori ortaya attılar.
Buna göre, devlet
yöneticilerinin toplumu yönetme yetki ya da hakları tanrısal bir nitelik taşımıyordu.
Bir siyasal otoritenin
bulunmadığı (Ki buna “doğa hali” diyorlardı) bir ortamda “anarşi” ve “kaos” ortaya
çıkacağı, hiç kimse güvende olamayacağı için, halk, toplumda “adalet”i
ve güvenliği sağlasınlar diye, hak ve özgürlüklerinden bir kısmını, yönetme
yetkisi verilen kişilere devretmekte ve aralarındaki bu (zımnî, açıkça telaffuz
edilmese de zımnen varolan) “toplumsal sözleşme”
çerçevesinde onlara itaat etmekteydiler.
Bu “sözleşme”
çerçevesinde ortaya çıkmış siyasal bütüne “devlet” adı veriliyordu.
Sadece yöneticiler değil,
halk da, devletin bir parçasıydı. Hatta, asıl kurucu unsurdu. Yönetici yetkiyi
Tanrı'dan değil halktan alıyordu.
Yöneticilik pozisyonu
Tanrı'nın bir mevhibesi, lütfu, bağışı değil, halkın, "kendisine
karşı sorumluluk"la birlikte emaneten verdiği bir yetkilendirme idi.
*
Ve devletin herhangi
bir kutsallığı bulunmuyordu.
Pratik zorunluluklardan
doğmuş, daha kötüden koruyan kötü bir arızaydı.
Bir başka deyişle,
devlet, meşruiyetini, kaynağı halkın kendi iradesinden (korku
ve endişelerinden) ibaret olan zımnî bir sözleşmeden alıyordu, Tanrı’dan değil.
Ve bu sözleşmeyi
çiğnediğinde devlet (kendilerini devlet diye adlandıran siyasetçi
ve bürokrat/memur taifesi) meşruiyetini, yönetme hakkını
kaybediyordu.
Devrim (padişahları,
diktatörleri devirmek) meşru bir hak haline gelebiliyordu.
Aynı şekilde halk da, bu
sözleşmeyi durduk yere çiğneyip "meşru" yönetime itaat etmediğinde
suçlu hale geliyor, yöneticiler tarafından cezalandırılabiliyordu.
Yöneticilerle yönetenler
arasında, bu sözleşmeden doğan “karşılıklı hak ve sorumluluklar” bulunuyordu.
Bu düşünce Batı’da, 30
Yıl Savaşları’na son veren 1648 tarihli Vestfalya Antlaşması’ndan sonra giderek güç kazanmış ve zamanla “toplumsal sözleşme” fikrini
temel alan “anayasa”lar meydana getirilmiştir.
Anayasa Hukuku denilen,
birtakım adamların prof. unvanıyla öğrettikleri disiplinin hikâyesi bundan
ibarettir.
*
Ancak Batı’da, devleti
Tanrısal nitelikten soyutlamakla birlikte, ona “laik”
bir kutsallık ve yücelik atfedenler de ortaya çıkmıştır.
Bunun en uç örneği Faşizm’dir. Faşizme göre, devlet en yüce ve
kutsal değerdir. Birey, her halükârda devlete itaat etmelidir.
İslam’a
gelince.. İslam, insanın şahsiyetini, hak ve hürriyetlerini en kâmil manada
teminat altına aldığı için, daha baştan, yönetme hakkını ve itaat sorumluluğunu
“sözleşme”ye bağlamıştır.
Bu, farazî/varsayımsal
(zımnen var olduğu düşünülen) bir sözleşme de değildir.
Fiilen yapılması istenen
bir sözleşmedir.
Biat (bey’at) budur.
*
Biat eden kişi,
yöneticiye, adil olması, kendi heva ve hevesine değil, Allahu Teala’nın hem
kendisi hem de yönetilenler için koyduğu kurallara (Şerîat'e) uyması
şartıyla biat eder.
Yönetici de, yönetilenin
canını, malını, ırzını ve namusunu korumayı taahhüt ederek, ayrıca Allah’a
isyan anlamına gelen taleplerde bulunmamak şartıyla, emirlerine itaat
edilmesi hakkını kazanır.
İslam’da, yönetici
(devlet) ile yönetilen arasındaki “sözleşme”, farazî bir
sözleşme değil, gerçek bir sözleşmedir.
Bu gerçek sözleşmenin
ortaya çıkma şartları ortadan kalktığı için, hadîs-i şerîfte belirtildiği
gibi, hilafet rejimi Rasulullah s.a.s.’den sonra sadece 30 yıl
devam etmiştir.
Ondan sonrası (Emevî,
Abbasî ve Osmanlı dönemlerindeki) (hadîs-i şerifte geçen kavramlarla)
“ısırıcı meliklik/padişahlık” ve ardından gelen (günümüzdeki)
“cebâbire/zorbalar (diktatörlük)" dönemleridir.
O 30 yıldan sonra da,
yöneticilere her ne kadar halife denilmiş
idiyse de, gerçekte onlar, saltanat sahibi
hükümdarlardı; şeklen halifeydiler, fakat Rasulullah Efendimiz s.a.s.’e gerçek
anlamda vekâlet ediyor değillerdi.
*
İslam, müslüman
bireylerin biati ve rızası mevzubahis olmaksızın, bu biatten (sözleşmeden)
bağımsız olarak itaat edilecek devlet adı verilen "itibarî"
(isimlendirmeden ibaret mevhum) bir varlığın (Ki pratikte/gerçeklikte
siyasetçiler ile onlara bağlı memurlar taifesinden ibarettir), o bireyler
üzerinde hükmetme yetkisinin bulunmasını kabul etmemektedir.
Ne var ki, devlete laik
(dinden bağımsız) bir kutsallık atfedenlere göre, insanlar her halükârda
devlete (bu
itibarî/zihnî, isimden ibaret varlığa) saygı duymak ve bağlı olmak
zorundadırlar, bu noktada biatin bulunup bulunmaması önem
taşımamaktadır.
Ancak bu sözleşmesiz/biatsiz bağlılık
"itibarî" kalmamakta, gölgesi gerçekliğin üzerine düşüp fiilen var
olan devletluların (siyasetçi ve bürokratların, devleti temsil iddiasındaki
memurların) bir kazanımına dönüşmektedir.
Devlet adı verilen bu masalsı varlığın (Hobbes'un
tabiriyle Leviathan'ın, yani Tevrat ve İncil'de
geçen kötülük temsilcisi deniz canavarının) insan zihninin ürünü olan bir
vehim/kuruntu değil, (Allahu Teala gibi haşa) "varlığı kendinden olup
kendi başına var olan" bir şeye dönüştürülmesinin ballı kaymağını, fiilen var
olan yönetici sınıf (parlamentolar, laik hükümetler) yemekte, merhum Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır Hoca'nın (rh. a.) dile getirdiği gibi, bunlar, "yeni
rabler sınıfı" (tapınılan laik ruhbanlar zümresi) haline
gelmektedirler.
Ve bu rabliğin keyfini süren taife
(siyasetçiler ve bürokratlar), bu putçu zihniyetin bekası için, elleri
altındaki besleme laik papaz ve vaizlerine (kendilerini aydın ve
entelektüel olarak adlandıran kapıkullarına), her halükârda devlete bağlı
kalmak, yerli milli olmak gerektiğini anlattırmaktadırlar.
*
Bu anlayış çerçevesinde
söz konusu saygı ve bağlılık mükellefiyeti/yükümlülüğü (laiklik gereği)
Tanrı'dan (devletin Tanrı'nın emrinde olmasından) değil, devletin bizzat
kendi varlığından gelmektedir.
Böylece devlet, (Hegel'in
de savunduğu) bu faşist devletçi zihniyet çerçevesinde, kutsal
kitapların Tanrı'sına rakip bir tanrı haline getirilmektedir. Getirilmiştir.
Cemal Bali Akal'ın
tabiriyle "Sivil Toplumun Tanrısı".
Yönetilenler, bu masalsı
tanrıya her halükârda saygılı olmak, böylece Leviathan'ın
yeryüzündeki gölgesi olan mevcut siyasetçi, bürokrat ve memurlara
kulluk etmek durumundadırlar.
Fakat bu, ne saf/pür
laik zihniyette olduğu gibi "zımnî sözleşme"den kaynaklanmaktadır, ne de
kutsal kitapların Tanrı'sının ona (Şeriat'le) verdiği (ve halkın kabulü/biati/onayı şartına bağlı, açık bir sözleşmeyle oluşan) bir haktan.
Çünkü o, kendi zatı itibariyle saygıyı ve itaati hak eden bir tanrıdır. Yeryüzü tanrısı.
Kutsal kitapların Tanrı'sını "takmayan", kendisini onun emir ve yasaklarının (Şeriat'inin) üstünde gören, kendi şeriatini (yasalarını) kendisi koyan bir tanrımsı: Leviathan (kötülük canavarı)..
*
Bu şirk (küfür)
zihniyeti bugün Türkiye'de özellikle kendilerini milliyetçi olarak
nitelendirenler arasında revaçtadır.
SSCB çökünce
"ulusalcı-Atatürkçü" olduğunu farketme felaketiyle karşılaşan eski
komünistler de onların izindedir.
Bu putçuluk, dünyevî getirisi olduğu için, eski
İslamcılar arasında da "yerlilik millilik" mavalları
etrafında müşteri buluyor.
Fakat bu zihniyetin en
büyük destekçileri, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanan bir kısım
siyasetçiler ile bürokraside bir post kapmış olmanın keyfini süren (ya da
kapmayı uman) tufeylîler ile onlardan nemalanan yağdanlıklardır.
(Allahu Teala'ya şirk
koşmaktan sakınan muvahhid bürokrat ve siyasetçilere sözümüz yok.)
*
İslam açısından
bakıldığında, bugünün demokrasileri de
gerçekte saltanattan ibarettir
Birçok Batılı siyaset
bilimciye göre de durum budur.
Prof. Maurice Duverger’nin
bir kitabı “Seçimle Gelen Krallar” adını
taşır.
Hatta, ilgili hadîs-i
şerîf çerçevesinde düşünüldüğünde bugünün demokrasileri despot ve zorba
(cebrde/zorlamada bulunan) rejimlerdir (cebâbire).
Diktatörlüklerdir.
*
Bunları yazmamızın
nedeni, Yeni Şafak’ın edebiyat paralamayı ilim zanneden
boşboğaz yazarı Ömer Lekesiz’in son iki yazısındaki zırvalar..
“Devlet hakkında
şairane düşünceler” başlıklı 5 Ocak 2023 tarihli yazısında şöyle diyor:
Önceki yazımızı “Güçlü Müslüman otoriteler sayesinde, bu olmadığında bile Kur’an yoluyla duyguda ve pratikte kendilerini sürekli olarak bir devlete nispet edebilen büyüklerimiz, devleti koruma ve kollamada yani hamiyet esasında sabit olmuşlar, ancak sistemden kaynaklanan problemler nedeniyle devlete değil muktedirlere (siyasîlere) karşı muhalefet etmeyi seçmişlerdir.” diyerek, Mehmet Akif’in de bu anlayışta olduğunu, ancak önemli kimi nedenlere bağlı olarak konunun sadece bundan ibaret olmadığını belirtmiştik.
“Kendini
sürekli olarak bir devlete nispet etmek” ne demektir?
Mesela
"mübarek büyüğümüz" Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi,
Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra kendisini hangi devlete nispet etmişti?
Ve
Zahidü'l-Kevserî hangi devlete?
Laik
Türkiye Cumhuriyeti’ne mi, Mısır’a mı?
Hiç
birine..
Fatih’in
haksız bulduğu bir fermanını yırtıp Memluk Devleti’nin elindeki
Kahire’ye giden Molla Güranî kendisini hangi devlete nisbet
ediyordu? (Okuduğunu anlamaktan aciz kişiler, hemen Peygamber Efendimiz
s.a.s.’in Fatih’le ilgili müjdesini hatırlayacaktır. Efendimiz s.a.s. sadece “Ne
güzel komutandır!” buyurmuyor, hadîsin “Ne güzel askerdir!” kısmı da var. Yani
“güzellik” bakımından Fatih ile o günkü Osmanlı ordusunun basit bir neferi
arasında bir fark yok. Fatih, o günkü “güzel”lerden bir güzel.)
Büyük
ilim adamı vatansız (heimatlos) Muhammed Hamidullah kendisini
hangi devlete nisbet ediyordu?
Ali
Kemal gibi yargısız linç edilmemek için yanına beş kuruş bile almadan ülkesini
terk eden Sultan Vahideddin kendisini hangi devlete nisbet
etmekteydi?
İmam-ı
Azam rh. a. kendisini hangi devlete nisbet
etmişti, Emevî Devleti’ne mi, Abbasî Devleti’ne mi?
İbn
Haldun kendisini hangi devlete nisbet
ediyordu? Ki, zamanın Tunus devletinden yakayı kurtarmak için
o günkü hükümdardan hacca gitme bahanesiyle izin alıp Mısır'a gitmiş ve orada
kalmıştı. Hükümdar, ailesini, çoluk çocuğunu götürmediğine göre dönüp
gelecektir diye izin vermiş, fakat İbn Haldun dönmemişti. Orada ölmüştü.
O,
kendisini hangi devlete nisbet ediyordu?
Hacı Bayram-ı Velî'nin mürşidi Şeyh
Hamid-i Velî (Somuncu Baba) kendisini hangi devlete nisbet
ediyordu?
"Biz ol uşşâk-ı
serbâzüz /Akl ü fikir bize yâr olmaz / Karanularda kalmayız / Bize leyl ü nehâr
olmaz" diyen Şeyh Hamid k. s., Osmanlı'nın başkenti Bursa'yı terk
edip Karamanoğulları'nın elindeki Aksaray'a yerleşmişti.
O kendisini hangi
devlete nisbet ediyordu, Osmanlı'ya mı, yoksa onu arkadan vurmayı dış
politikasının değişmez esası ve devlet olarak adeta varlık gerekçesi haline
getirmiş bulunan Karamanoğulları Beyliği'ne mi?
Hangisine?
Kemalist Türkiye'de
yaşamak istemediği için Medine'ye gidip yerleşen ve orada ölen (Ali Ulvi
Kurucu'nun babası) Hacı Veyiszade İbrahim Efendi kendisini
hangi devlete nisbet ediyordu?
*
İslam’da
kendini “devlet”e (hem de laik, yani siyasal dinsiz olup olmadığına bakmaksızın
devlete) nisbet etme değil, “cemaat”e nisbet etme vardır.
Ve
bu cemaat, günümüz Türkiye’sinde cemaat diye adlandırılan ve hocalarını yahut
liderlerini “hocaefendi” diyerek yüceltmeyi en büyük meziyet bilen gruplar,
topluluklar, örgütler, vakıflar, çeteler gibi fırkalar değildir, “hak üzere
topluluk” anlamında (hakka tabi olan, Allahu Teala'ya şirk koşmayan,
muvahhid) genel müslüman kitledir.
Evet,
bu cemaat, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat terkibindeki cemaattir.
(Bir
taraftan da Atatürkçülük yapan şöhret budalası soytarı ve komedyenlerin "çakma"
Ehl-i Sünnet'inden değil, gerçek Ehl-i Sünnet'ten söz ediyoruz.)
*
Yeni
Şafak'ta yazan söz konusu kurnaz şehir
edebiyatçısı, yukarıya aldığımız ifadelerinde geçtiği üzere laik devlete
bağlılığı “büyüklerimizin yolu” haline getirdikten sonra, laiklik (siyasal
dinsizlik) körüğünün ateşiyle su verdiği bıçağını Brütüs marka bir
hainlikle İslam Devleti kavramının sırtına saplıyor.
Sözleri
şöyle:
… bilahare Ak Parti iktidarının yönetiminde de yer alan bu kuşaklar, Mehmet Akif’in … yeni siyasete (iktidara) karşı muhalefetini, onun şanlı mazideki devlet(ler)e olan özlemini had olarak alıp, bunu da içi boş bir ithal tanımdan ibaret olan “İslam Devleti” tanımı içine çekerek birbirlerine karıştırmışlar ve doğal olarak yanlış yönlere savrulmuşlardır.
Bu
kafasının içi akıl ve fikir bakımından boş, fakat faşist tortular bakımından
dolu şarlatan, böylece, bir yandan İslam Devleti kavramını hem içi boş bir şey
olarak göstererek hem de ithal diye nitelendirerek aşağılıyor.
Değersizleştiriyor.. Tahkir ediyor.
İçi
boş olan İslam Devleti kavramı değil, içi (değersizlik anlamında) boş olan, bu
bozguncu müfsidin kafası..
İthal
olan İslam Devleti’nin tanımı değil, ithal olan, bu şahıs gibilerin İslam
Devleti kavramına yönelik tutumları..
*
Atatürk’ün
Batı’dan ithal ettiği “devlet anlayışı” ve bu doğrultuda
şekillendirdiği devlet yapısı, bunların zihniyetinin temelini oluşturuyor.
Bu
yüzden, İslam Devleti idealinin yaşatılıyor olmasından rahatsızlar.
Yeni
Şafak'ın edebiyatçısı bu ideali benimsemeyi
“yanlış yönlere savrulma” olarak nitelendiriyor. Zihniyet bu!
Böyle düşünen ve bu
gayri İslamî zihniyeti savunan "dindar" görünümlü tek kafasız da bu
adam değil.. Sürüyle..
Bunlar, ne yazık
ki, dış güçlerden ve 28 Şubatçılardan icazet alarak iktidar
olan Akparti'nin iktidar döneminin getirdiği zihniyet kirliliğinin çerçöpü durumundalar.
Akparti'nin bu ülkeye
en büyük zararı zihniyet alanında oldu.
Daha doğrusu, birileri
Akparti iktidarıyla önlerine gelmiş olan imtihanda kaybettiler.
Gönülleri zaten bozuk
olmasaydı, kaybetmezlerdi.
İmtihan, hayatımızın kanunu. Hayatın anlamı.
Böyle bir imtihan
önlerine gelmeseydi, mazrufları açığa çıkmazdı. "Kalıbı yerinde
pehlivan"ların içinin kof olduğu anlaşılamazdı.
Dünya hayatı denilen
imtihan, kimsenin kenarından dolaşmayı başaramadığı, herkesin ipliğini pazara
çıkaran, içyüzünü ortaya seren bir panayır durumunda.
Bir gün olur herkes bu
panayırı terk edip gider.
Kiminin geride Necip
Fazıl gibi şarkısı kalır, kiminin şarlatanlığı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder