Laiklik (siyasal
dinsizlik), Türkçe’siyle “dinler arasında tarafsız olmak”, aklı bir
tarafa bırakıp doğru ile yanlış arasında tarafsız olmaktır.
Akılsızlıktır.
İyi ile kötüye eşit
mesafede bulunacak kadar sağduyudan mahrum olmaktır.
Güzel ile çirkini denk
tutacak kadar duygusuz olmaktır.
Duygu bozukluğudur.
İlim ve irfandan, temiz
ile murdara eşit değer tanıyacak kadar uzak olmaktır.. Cehaletin zirve
noktasıdır.
Yerlerin ve göklerin,
herşeyin yaratıcısı Allahu Teala ile (Hindistanlı eşekten beter iki ayaklıların
taptığı) ineğe aynı ölçüde saygı gösterecek kadar izan, idrak ve irfan fakiri
olmaktır.. Densizliktir.
Allahu Teala ile ineği
(veya inekten farksız putlaştırılmış bir lideri) aynı konumda görme ahlâksızlığıdır.
Ve bireysel ahlâksızlık,
akılsızlık, densizlik, cehalet ve duygusuzluğu devlet düzeyine taşıması
itibariyle laiklik (siyasal dinsizlik), dinsizliğin en fena türüdür.. Zirve noktasıdır.
Buna karşılık Siyasal
İslam da, İslam’ın (Allah’a teslim oluşun) zirve noktasıdır.
İslam düşmanlarının
“İslam’ın bazı yönlerini beğeniyoruz, mesela müslümanlar yoksullara sadaka
versinler, yemek yedirsinler, yardım etsinler, çok iyi çok sevaplı, fakat
Siyasal İslam kötü” demelerinin nedeni budur.
*
İnsanların kafalarını
kullandıkları (ya da kullanıyor numarası yapmak zorunda kaldıkları) sıralarda
itiraf ettikleri gibi, “bizim dinimiz akla, fenne, ilme ve mantığa uygundur”.
Akla, ilme ve mantığa
uygun olan ile, akılsız, mantıksız ve ilme aykırı olana eşit mesafede olmak,
aklı başında bir insana yakışır mı?!
Bu iki cenah arasında
tarafsız kalmak, akıllı insanların işi olabilir mi?
Böyle bir tarafsızlık,
sapıtmak, yani doğru yoldan sapmak değilse, sapıklık nedir?!
*
Laik (siyasal dinsiz) demokrasi
(siyasal halkçılık), inanç açısından (İslam’a göre) küfürdür.. İnsan açısından
ise, esaret ve kölelik.
Bu açıdan diktatörlük ile demokrasi
arasında özü itibariyle bir fark yoktur.
Çünkü ikisi de kula kul olmaktır..
Birinde tek kişiye, diğerinde “çok kişi”ye.
Laikliği savunan kişi, yönetilense, kula
kul olmak istiyordur; yönetici ise, tanrılık taslayan bir firavundur.. Tağuttur.
Laikler ve gayrimüslimler farklı
düşünebilirler, fikir ve inanç hürriyeti var, biz İslam açısından konuşuyoruz..
Bizim dinimiz bize, onların dini onlara.
*
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde Fatiha Suresi’ni
açıklarken şunları diyor (sadeleştirilmiş metin):
Gerçekten Allah Teâlâ
âlemlerin Rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir….
Tabiat da Hak (Allah) kanunlarının mahkumu (hükmü altında) olması itibariyle
bunların irade kanunundan başkasına “tabiat kanunları” ismi de verilir.
Fakat hepsinin koyucusu Allah Teâlâ olduğundan bunlara Allah kanunları
ve ilahî nizam demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeğe ilim ve fen denildiği gibi, onların iyiliğe
götürenlerine de din, millet ve şeriat denilir.
Allah’ın koyduğu ve Allah’ın kanunu dışında din aramak batıldır ve bununla
beraber Allah’ın her kanunu da din değildir. Mesela
beynine kuvvetli bir tabanca sıkanın ölmesi bir hak kanunudur. Allah Teâlâ’nın
özel bir iradesi engel olmazsa o kurşunu kendisine sıkan ölür. Fakat intihar
etmek bir iyilik, bir din değildir, isyandır, kötülüktür. Kendi mülkü olmayan
Allah’ın binasını (bedeni) yıkıp bozmaktır.
Bunun gibi insanların
yaptığı işlerinden hangisi ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun
olacağı bir Allah kanunu vardır. İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu
din, kötü yönüyle uygun olan Allah kanunu dinin zıddıdır. İki yönden de
Allah’ın kanununa uygun düşmeyen iş, kötü ve batıldır (geçersiz ve
hükümsüzdür).
Özetle Allah’ın her
kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar. İnsan tarafından konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din, hiç biri
olamazlar. Bunlar, ilim açısından batıldır, din
açısından da kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler.
Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde
kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip
ortaya çıkarmaktır….
İslâm
literatüründe hürriyet, kişinin haklarına
(hukukuna) sahip olması diye tanımlanır (Keşf-i Pezdevî).
Bunun tam tersi, kişinin haklarına (hukukuna) başkasının sahip olması demek
olan esirlik ve köleliktir. Hakların (hukukun) aslı ise,
Allahu Teala tarafından konulmuş olmasıdır. Bundan dolayı insan, herhangi bir kişinin Allah’ın koyduğu hukuku
değiştirme, bozma veya üzerinde oynamada bulunmasına mahkum
olabiliyorsa o artık yalnız Allah’ın kulu değildir. Ve onda bir esirlik payı
vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri yalnız
(ojektif/nesnel) hakkın gereği için değildir, şunun bunun
(öznel/sübjektif/nefsanî) heves ve isteğine tâbidir. Bundan dolayı Allah
Teâlâ’yı tanımayan kimsede, haklarına sahip olma anlamında hürriyet hakkını
farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allah Teâlâ’dan başkasına kul olanlarda da,
hürriyet farz etmek imkânsızdır. Ve bunun için hürriyete kefil olma
(garanti verme, güvence sağlama), yalnızca Allah’a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluktur ve
dünya ile ilgili ilk maksadı da en
büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır. Bunun başı
da yaratılıştan gelen (vehbî) nimetlerden olan hayat, ve
sonradan kazanılan (kesbî) nimetlerden olan imandır.
Bu ifadelerin orijinali ise şöyle (https://vignette.wikia.nocookie.net/yenisehir/images/c/cf/1-Fatiha.pdf/revision/latest?cb=20100728153151&path-prefix=tr):
Filvaki Allah tealâ
rabbülâlemîn olduğundan âlemlerin hepsinde onun kanunları caridir…. Tabiat dahi
Hak kanunlarının mahkûmu olmak itibariyle bunların irade kanunundan
maadasına kavanin-i tabiiye namı dahi
verilir. Lâkin hepsinin vâzı’ı Hak tealâ olduğundan bunlara kavanin-i hak ve
sünnet-i ilâhiye demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeğe ilm ü fen
denildiği gibi onların hayra götürenlerine de din, millet, şeriat ıtlâk
olunur. Vaz’-ı ilâhî ve kanun-ı hak haricinde din aramak batıldır ve bununla
beraber her kanun-ı hak da din değildir. Meselâ beynine kuvvetli bir tabanca
sıkanın ölmesi bir kanun-ı haktır. Hak tealânın hususî bir iradesi mani olmazsa
o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir hayır, bir din değildir,
isyandır, şerdir, kendi milki olmıyan bina-i hakkı tahriptir. Bunun gibi
insanların ef’alinden hangisi alınsa onun bir ciheti hayır veya şer ile muntabık olacağı bir kanun-ı
hak vardır. Hayır cihetiyle muntabık olduğu kanun-ı hak din, şer cihetiyle
muntabık olduğu kanun-ı hak, hilâf-ı dindir. İki cihetten de kanun-ı hakka
tatbik olunmıyan fiil, şer ve batıldır.
Hasılı her kanun-ı hak
bir vaz’-ı ilâhî olduğundan müstakimdirler. Vaz’-ı beşerî olan
kanunlar ne ilim, ne din hiç biri olamazlar, bunlar
ilim nokta-i nazarından batıl, din nokta-i nazarından şer teşkil ederler ve
gayri müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde ve
gerek dinde kanun vaz’ etmek değil Hakk’ın kanunlarını arayıp bulmak ve keşf ü
ızhar etmektir….
Lisan-ı İslâm’da
hürriyet, hukukuna malikiyet diye tarif olunur, [Keşf-i Pezdevî] ki
bunun zıddı hukukuna başkasının malik olması demek olan esaret ve rıkkiyettir. Asl-ı
hukuk ise vaz’-ı ilâhîdir. Binaenaleyh [insan] her hangi bir ferdin vaz’-ı
beşer’i ile tebdil, tağyir veya tasarruf[un]a mahkûm olabiliyorsa o artık
yalnız Allah’ın kulu değildir. Ve onda bir hisse-i esaret vardır. Ve artık onun
vecaib ü vezaifi mahz-ı hakkın icabına değil, şunun bunun keyf ü iradesine
tâbidir. Binaenaleyh Hak tealâyı tanımayan kimsede hukukuna
malikiyet manâsına hakk-ı hürriyet farz etmek bir tenakuz olduğu gibi, Hak
tealâdan başkasına kul olanlarda da hürriyet farz etmek imkânsızdır. Ve bunun
için zâmın-ı hürriyet yalnız Allah’a ubudiyettedir. Ve sırat-ı müstakimin
mebdei bu ubudiyet ve ilk gaye-i dünyeviyesi de nimet-i uzma olan bu hakk-ı
hürriyettir. Bunun başı da niam-ı vehbiyeden hayat, niam-ı kesbiyeden imandır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder