İran’ın dinî lideri Hamaney’in hayatını anlatan “Şerh-i İsim: Seyyid Ali Hamanei'nin Hayat Öyküsü” adlı
kitabı okudum.
Yaklaşık 800 sayfa..
Hamaney, seyyid (Hz. Hüseyin’in soyundan) biliniyor.. Elinde şeceresi,
soy ağacı varmış.. İlim ehli bir aileden..
Aşırı mezhepçi olduğu söylenemez.. Mesela merhum şehid Seyyid
Kutub’un kitaplarını Farsça’ya tercüme etmiş..
Ancak, Hz. Hasan’ın Hz. Muaviye’ye karşı izlediği politikada
ona takiyye izafe ediyor ki, bu, sadece Hz. Muaviye’yi
değil, Hz. Hasan’ı da aşağılamak anlamına gelir..
Kabul edilemez.
Kitapta, Hamaney’in aşırı Şiîler tarafından Sünnîler’e fazla hoşgörülü
olmakla suçlandığı da ifade ediliyor.
*
Rekabet, haset ve çekememezlik, konum ve durum bakımından birbirine yakın
olanlar arasında yaşanır..
İnsanlarda da böyledir, kurumlarda da, devletlerde de..
Mesela, bir öğrenci hocasına haset etmez, o, not yarıştırdığı arkadaşına
haset eder..
Bir profesyonel sporcu, bir bilim adamına haset etmez, kendisiyle aynı
sporu yapan arkadaşına haset eder.
Polis istihbaratı, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ne haset etmez, MİT’e
haset eder, “Ondaki imkânlar ve yetkiler niye bizde yok?” der.. Tersi de
doğrudur.
Devletler de böyle..
İran, tutup Japonya’ya haset etmez, fakat Türkiye’ye eder..
Aynısı Türkiye için de geçerli.. Kanada’yla bir alıp veremediği olmaz,
fakat İran’la yarışır, kendisini onunla kıyaslar.
İran’la Türkiye arasında alttan alta böyle bir çekişme var.. İki taraf
da bir yandan birbirinin yüzüne gülerken diğer yandan “gizli servis”leri eliyle
piyonlarını harekete geçirir, karşı tarafı karalamaya, kendisini sütten çıkmış
ak kaşık gibi göstermeye uğraşır.
*
Başta Heniye olmak üzere Hamas ileri
gelenlerinin Türkiye kadar İran’la da iyi ilişki içinde oldukları görülüyor.
Niye?
Heniye, ölen Cumhurbaşkanı Reisi için Hamaney’e taziye ziyaretinde
bulundu.
Niye?
Bu ilgi karşılıksız mı?
*
Laik “Türkiye”ciler ile “dindar”-muhafazakâr “laik Türkiye”ciler,
İran’da bir (eksik gedik, kusurlu da olsa) “İslam devrimi” yaşanmış
olmasından çok rahatsızlar..
Bu rahatsızlık, son tahlilde Şia’nın İslam anlayışındaki
eksiklik ve yanlışlıklardan kaynaklanmıyor, bu devrim yüzünden Türkiye'nin
“İslamî” durumunun sorgulanıyor oluşundan ileri geliyor.
Aynı rahatsızlık şimdilerde Afganistan’a karşı da
sergileniyor.. Türkiyeciler “Ben Afganistan’ın az zeki, hiç çevik, ve aynı
zamanda Amerikan tipi ahlâklı olanını severim” modundalar.
Türkiye’de “seçilmiş” bir milletvekili TBMM’de “Ne bu
Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık riyakâr yemini!.. Ben fikri hür,
vicdanı hür, irfanı hür bir insan olarak bu ilke ve inkılaplara bağlı
olmak zorunda mıyım?! Değilim işte!” dese Meclis’ten yaka paça dışarı
atılacakken bu Türkiyeciler bunu hiç dert etmezler, Afganistan’da bazı okullara
kız öğrencilerin devamının bir süre ertelenmesi yüzünden karalar bağlarlar.
Hak ve hukuka çok bağlılar, haksızlık ve zulüm kimden gelirse gelsin
karşı koyma kararlılığı taşıyorlar ya, yerlerinde duramıyorlar, taa
Afganistan’a buradan laf sokuşturuyorlar.
Geçmişte de özellikle Suudi Arabistan rahatsızlık konusu oluyordu..
Fakat Selman’ın nursuz oğlu Türkiyecilerin yüreğine su serpmeye başladı.
İran, açıkça İslam devleti olduğunu, Şeriat’i
benimsediğini söylüyor, Türkiye ise “Varsa yoksa Atatürk ilke ve
inkılapları” diyor.
“Laik Türkiye”ciler, İran tümden dinsiz olsa daha fazla memnun
olacaklar..
O zaman ellerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin (“resmen” olmayan, yok
durumundaki) müslümanlığıyla iftihar etme ve övünme fırsatı geçecek.
Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmesi, “Selanikli ölü Mustafa Atatürk’e
teslim olmuşluğu” bırakıp “Hayy ve Kayyum Allah’a teslim
olmuşluğu” benimsemesi (İslam devleti olması) ne yazık ki bunların umurunda
değil.
Bugünkü laik (siyasal dinsiz) halinden şikâyetçi
oldukları görülmüyor..
Düzenden şikâyetleri varsa da bu, “İslamîlik eksikliği”nden
değil, “batılılaşma eksikliği”nden, Batı tipi demokrat olamamasından
kaynaklanıyor gibi görünüyor.
*
Bunların bir de İranlı rejim muhaliflerinin söylemlerine sarıldıkları
müşahede ediliyor.
Kuşkusuz bu muhaliflerin eleştirilerinin tümden haksız olduğu
söylenemez..
Ancak, bu muhaliflerin özellikle de sesi çok çıkanlarının (Batılılar
tarafından sesi duyurulanların) şikâyetlerinin ardındaki etkenin ya menfaat
paylaşımında görece olarak ikinci plana düşmüş olma ya da “devletin
laikliğini (siyasal dinsizliğini)” isteme olduğu görülüyor.
LGBT’si, İstanbul Sözleşmesi vs. olan, İslam’a rahatça hakaret
edebilecekleri, irticadan dem vurabilecekleri, “devletin laikliğinin (siyasal
dinsizliğinin) değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olduğunu
ilan edecek bir İran istiyorlar.
Yoksa, “Ne bu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı
arasında ayrım yapılıyor, bazıları aşağılanıyor, ayrıca Sünnî kardeşlerimiz
mağdur oluyorlar, Şia ile Sünnîliğin en azından eşit konumda olduğu bir İslam
devleti istiyoruz” diyor değiller.
Bu muhalifler, bizim İran’ı beğendiğimiz noktalarda beğenmiyor,
beğenmediğimiz noktalarda da ya beğeniyor ya da bunu “üzüntüden uzak bir alâka
ile” seyrediyorlar.
Dolayısıyla, İranlı muhaliflerin sözcülüğüne soyunarak İran’a atıp
tutanların kendilerini sorgulamalarında fayda var.. Bana arkadaşını, söylem
yoldaşını, dert ortağını söyle, sana kim olduğunu ve derdinin ne olduğunu
söyleyeyim.
*
Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, bugünkü (24
Mayıs 2024 tarihli) yazısına şu başlığı atmış: “Türkiye niçin İran
tarafından kuşatılıyor?”
Eğer gerçekten durum buysa, Kaplan’ın yazısına şu başlığı atması
gerekirdi: “Türkiye İran tarafından kuşatılmasına niçin kayıtsız kalıyor?”
İran bunu yapıyorsa senin devletinin eli armut mu topluyor, neyi
bekliyor?
İran doğuda bizi kuşatmış.. Ona “Kalk öte git, senden bıktım, uzaklaş”
deme şansımız yok.
Burada sorun, İran’ın Suriye ile olan bağlantısı..
Ancak, bu İran’ın suçu değil, Suriye’ye sırt çevirip onu İran’ın
kucağına iten sensin..
Bunun sebebi senin hırsın ve ABD’nin “gazına gelmen”.. Hırslarını
dizginleyememiş olman.. (2003 yılında Irak’a ABD ile birlikte çöreklenme
fırsatını kaçırmış olmaktan üzüntü duyduğunu yakın zamanlarda bile dile
getirmiş olan Erdoğan’a “Geçti Irak’ın pazarı, sür eşşeğini Suriye’ye”
denilmemiş olmasını çok isterdim.)
*
Empati sadece bireyler arası ilişkilerde değil, devletler arası
ilişkilerde de önem taşır..
İran açısından bakıldığında da, senin Afganistan, Pakistan, Azerbaycan,
Türkmenistan, Irak, Irak Kürt Yönetimi, ve hatta Ermenistan ile iyi ilişki
kurmaya çalışman, İran’ın “NATO müttefiki laik (siyasal dinsiz) Türkiye
tarafından kuşatılması” olarak yorumlanabilir.
Onların da aklına bu gelir.
Bunu hiç düşündün mü?
Sen Türkiye’nin kuşatılıyor olduğunu düşünecek zekâya sahipsin de onlar
aptal mı?!
Dünyada bir tek akıllı sen misin?!
*
Yusuf Kaplan’dan söz etmişken, yazısını da olduğu gibi
kesip kırpmadan buraya almakta fayda var.
Sözlerinde ne kadar haklı, ne kadar haksız, okurlar karar versinler.
Ancak, ona bazı itirazlarımız olacak.. Bunları kendisine yöneltilmiş
sorular olarak düşünsün..
Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.. Aklımıza yatmayan hususları
sormazsak zihnimizdeki istifhamlardan nasıl kurtulacağız?!
Evet, Yusuf Kaplan’ın yazısı şöyle:
Benim İran yazılarım, İran düşmanlığından
kaynaklanmıyor. Mezhepçilik hastalığından da kaynaklanmıyor.
İran düşmanlığı da yapmıyorum, Şiî
düşmanlığı da.
Aksine İran’ın kitlesel, ürpertici bir
Sünnî katliamı yaptığını, “vahdet, vahdet” diyerek büyük bir vahşet
gerçekleştir-diğini görüyor ve buna dikkat çekiyorum. Buna dikkat çekmek
mezhepçilik yapmak mıdır?!
Mezhepçi Şiî İran, kimsenin gözünün yaşına
bakmadan yüzbinlerce masum Sünnî Müslümanı katledecek, biz de “bu yaptığınız
şey vahşettir, yapamazsınız!” diye çıkışınca mezhepçilik mi yapmış olacağız?
Yok öyle yağma!
Kaldı ki, İslâm dünyasının, tarihinin en
zorlu dönemlerinden birinin eşiğinden geçtiği, Müslümanların birbirlerine omuz
vurmaya değil omuz vermeye şiddetle ihtiyaç duydukları bir zaman diliminde
mezhepçilik yapılır mı? Olacak iş midir bu?
İRAN NE YAPMAK İSTİYOR?
Konuşulması gereken şu: İran ve içimizdeki
İrancılar hem sürekli olarak “vahdet, vahdet” diye slogan atıyorlar hem de İran
her yerde vahşet yapıyor, Sünnî kanı akıtıyor oluk oluk… Buna sessiz kalınır
mı? Olacak iş midir bu?
Suriye’de tam yarım milyona yakın Sünnî
Müslüman kanı akıttı bu İran. Dile kolay! İnanılır gibi değil!
Ne için akıttınız Suriye’de yarım milyon
masum insan kanını?
Sünnî Suriye’nin yarısı Suriye’den sürüldü!
Çok büyük bir tezgâh var burada.
İngilizler, Yahudiler ve İranlılar bölgenin kaderini silbaştan yeniden
belirleyecek, İslâm’ın kalbini hem Şiîleştirecek hem de Fars emperyalizmine
teslim ederek İslâm dünyasının omurgası demek olan Sünnî İslâm’a büyük darbe
vuracak, İslâm’ın tarihin akışını değiştirecek büyük bir medeniyet meydan
okuması gerçekleştirmesini imkânsız hâle getirecek gelecek bin yılı
belirleyecek büyük bir tezgâh!
Türkiye’nin kuşatılmasıdır bu aynı zamanda.
Emperyalistler tarafından değil, doğu
komşusu İran tarafından kuşatılması.
Niçin bu şekilde kuşatılıyor Türkiye?
Şunun için: Sünnî dünyanın durdurulması
Türkiye’nin kuşatılmasından geçer!
Siz kimsiniz?
Ne işiniz var Suriye’de?
Suriye’de emperyalistlerle mi savaştınız,
mazlum Sünnî Müslümanların mirasının kökünü kazıyarak, Sünnî Müslümanların
şehirlerini, mesela Halep’i harabeye çevirerek, hem Halep’te hem de bütün
Suriye genelinde, Irak’ta Sünnî katliamı yaparak hangi emperyalistle
savaştınız?
Emperyalistlerin yapmaya bile cesaret
edemeyeceği katliamı siz yaptınız, hâlâ da yapmaya devam ediyorsunuz!
Aşağılıksınız siz!
Ortadoğu babanızın çiftliği olmuş: Bir
taraftan İsrail, bir taraftan emperyalist Batılılar ve vekil savaşçıları
uşakları, bir taraftan da siz Sünnî Müslümanların kökünü kazıyacak büyük bir
savaş, büyük bir katliam yapıyorsunuz!
Allah sizin belanızı versin!
Allah sizi perperişan etsin!
DİKKAT! TÜRKİYE, ŞİMDİ DE İRAN TARAFINDAN
KUŞATILIYOR!
Türkiye’nin güneyi, Doğu’daki Şiî komşusu
(!) İran tarafından işgal ediliyor ve kuşatılıyor!
Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfez
ülkeleri ve Yemen ile birlikte bütün Arabistan yarımadası devrimden bu yana
yarım asır bile geçmeden mezhepçi Şiî İran rejimi tarafından işgal edildi,
nüfus yapısı katledildi, hallaç pamuğu gibi savruldu yerle bir edildi, Sünnî
nüfus bölgeden sürüldü, yerlerinden yurtlarından uzaklaştırıldı, Sünnî akîdevî,
fikrî, kültürel, sosyal ve tarihî miras yağmalandı, tecavüze uğratıldı, iz
bırakılmayacak kadar yok edildi!
İran, Irak’ta, Suriye’de mezhep
haritalarını, etnik haritaları yeniden çizdi, çiziyor bizim gözümüzün içine
baka baka üstelik de. Sadece bizim gözümüzün içine baka baka değil, bütün
Arapların, bütün dünyanın gözünün içine baka baka haritalarla oynuyor…
Kimsenin gıkı çıkmıyor!
Bütün bunlar İran devriminden sonra oldu.
İran’ın seküler şahlık döneminde Fars yayılmacılığı gibi bir projesi yoktu,
olamazdı da zaten. Tutmazdı bu. Ama ne zaman ki İran’da devrim oldu, o zamandan
itibaren İran, bütün Arabistan Yarımadası’na yerleşti adım adım…
Fars yayılmacılığı, seküler şahlık rejimi
zamanında değil, sözümona İslâmcı İran devrimi zamanında hız kazanıyor ve kök
salıyor!
Bu çok düşündürücü ve sinsi bir strateji.
İran’ın derdi, Fars yayılmacılığı.
Batılı emperyalistlerin (Amerikalıların,
Amerika’ya hükmeden Siyonist vesayet rejiminin) tek derdi, Şia yayılmacılığı.
Batılılar, Şia yayılmacılığı üzerinden
İslâm dünyasını, bin yıldır İslâm dünyasının kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu
öncü kolu olan ama yüz yıldır seküler vesayet rejimi ile kapana kıstırılan
Türkiye’yi durdurdurma ve kuşatma savaşı veriyorlar!
Biz ise, henüz başımıza ne geldiğini bile
görebilecek durumda değiliz!
Böyle giderse, İran, bölgeye yerleşecek ve
Sünnî dünya asla özgürlüğüne kavuşamayacak. Bu kez Batı emperyalizminin
yanısıra bir de Fars / Şiî emperyalizminin pençesinde kıvranacak, ölüm kalım
savaşı verecek…
Benden hatırlatması…
*
Görüldüğü gibi, Kaplan “Allah sizin belanızı versin! Allah sizi
perperişan etsin!” diyor.
Bu bana Fethullah’ın meşhur bedduasını hatırlattı.
Benzerlik sadece bedduacılıkta değil, Fethullahçılar da acayip İran
düşmanıydılar.. Bu işin şampiyonluğu onların elindeydi..
Ancak, Kaplan’a biraz sakin olmasını, bedduadan vazgeçmesini tavsiye
ederim.
Çünkü komşun belaya uğradığında, perperişan olduğunda bundan sen de
zarar görürsün.
Allahu Teala, yıllarca PKK’ya ev sahipliği yapan, Müslüman
Kardeşler mensuplarına olmadık zulmü reva gören Suriye’nin belasını
verdi, perperişan oldular, fakat o perperişanlık bize de sirayet etti, bizim de
sırtımıza yük oldu..
Bela geldi mi, iyi kötü ayırmıyor, herkesi vuruyor.
Yarın İran parçalanırsa (Ki bu gidişle er geç parçalanacak gibi
görünüyor) bundan en çok zarar gören muhtemelen Türkiye olacak..
Böyle bir durumda İranlılar Taliban yönetimi altındaki Afganistan’a
gitmezler, akın akın Türkiye’ye gelirler.
*
Burada şunu da belirtelim, bu dostluk ve düşmanlık işleri son derece
girift ve karmaşıktır, beklenmedik sürprizlere açıktır..
İmam Maverdî “İnsanın düşmanları dostları arasından çıkar, başka
yerden gelmez” diyor.
Erbakan-Erdoğan, Bahçeli-Akşener, Akşener-İmamoğlu, Erdoğan – Abdüllatif
Şener, AK Parti – FETÖ ilişkilerinin seyri bundan haber veriyor.
Hz. Ömer de “Düşmanından uzaklaş, dostuna karşı da ihtiyatlı ol”
diyor.
İhtiyatlı ol, çünkü bir gün düşmanın olabilir, düşmanlık yapabilir.
Yine, hadîste belirtildiği gibi, düşmanlıkta da ölçüyü
kaçırmamak, durulacak yeri bilmek gerekir.. Bir gün yüz yüze bakma, yan yana
gelme durumu ortaya çıkabilir.
Mesela, bir Bahçeli’nin, bir Süleyman Soylu’nun,
bir Numan Kurtulmuş’un geçmişte Erdoğan için
söylediklerini buraya alsam, bilmeyenlerin dudakları uçuklar.
Evet, düşmanlıkta da ölçülü olmak gerekiyor ve de düşmanın bile
felaketini, yok olmasını istememek en akıllıca tavırdır..
Çünkü onun yokluğuyla doğacak boşlukta nelerin ortaya çıkacağını
bilemezsiniz..
*
Tarihten örnek verelim.. Timur’un Altınordu Devleti’ni
ezmesi, Moskova’nın önünü açtı, bugünkü Rusya’nın teşekkülünü
sağladı.
Şunu unutmayacaksın: Birşeyi yok ederken başka birşeyin önünü açarsın..
Mesela bu laik düzen doğuda medreseleri, tekkeleri, tarikatları ezerken laik
(siyasal dinsiz) bir Kürtçülük hareketi ve PKK adlı (kuruluşu itibariyle aşırı
sol eğilimli) terör örgütü için araziyi hazırlamakta olduğunu
anlayamadı..
Nerede durması gerektiğini bilenler, güçlerini korurlar.. Bilmeyenler
ise, düşmana zarar veriyorum derken kendi sonlarını da hazırlarlar.
Mesela Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, Kanunî
Sultan Süleyman’ın “Osmanlı’nın kendi döneminde batıda doğal
sınırlarına ulaştığı” kanaatine vardığını, daha ötesinin zorlanmaması
yönünde tavsiyede bulunduğunu dile getiriyor..
Evliya, bir elçilik heyeti içinde Viyana’ya da gitmiş, bu
şehri de gezip görmüş, tanımış durumda.. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın
kendisiyle görüştüğünü, Viyana ile ilgili uzun uzadıya sorular sorduğunu
anlatıyor..
Merzifonlu, Kanunî’nin yapamadığını yaparak adını tarihe altın harflerle
yazdırmak istedi, fakat işler (kendisinin basiretsizlik, firasetsizlik,
tedbirsizlik, nobranlık, istişaresizlik ve öfkeli kibrinin de etkisiyle) umduğu
gibi gitmedi.. Söz konusu hadisede Merzifon’un hata ve hilekârlıkları bir
değil, iki değil.. Hem yalan söyleyip Padişah’ı aldattı, hem de Avusturya ile
olan barış anlaşmasını önemsiz bir bahaneyle bozdu.. Sonrası malum..
Fakat şu anlaşılıyor ki, Kanunî’de sıradışı bir “siyasî akıl” ve
basiret, bir bilgelik vardı.. Öngörü ve sezgileri güçlüydü.
*
Benzer bir “siyasî deha”yı Bismarck’ta da görüyoruz..
Düşmanlarını hiçbir zaman (eline fırsat geçtiği halde) tümden ezmedi,
yok etmeyi düşünmedi..
Mesela Avusturya ordusunu mağlup ettiğinde
generalleri Viyana’nın artık avuçlarının içinde olduğunu, orayı
işgal etmek için yürümekten başka yapmaları gereken birşey bulunmadığını
söylediklerinde buna izin vermemiş, Avusturya ile bir barış
antlaşması imzalamıştır..
Daha önce de Fransa’yı mağlup ettiğinde daha ileriye gitmek
mümkünken Alsace-Lorraine’i almakla yetinmişti..
Bu şekilde Fransa ve Avusturya cephelerinde arkasını sağlama aldıktan
sonra kuzeyde Danimarka’ya yönelmiş, fakat orada da açgözlülük
yapmamış, kanaatkâr davranmıştır..
Çünkü o “sürdürülebilir, kalıcı” bir barış istiyor, “barışa
son veren barış”lar yapmaktan kaçınıyordu..
Aynı siyasî akıl Hitler’de bulunmadığı için Almanya sonradan
felaket yaşadı.
*
Benzer bir politik uyanıklığı, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı
mağlup eden İngiltere’nin dışişleri bakanı Lord Curzon’da
da görüyoruz..
İstanbul’un yine Türkler’e bırakılması gerektiğini düşünüyordu..
Çünkü İstanbul müttefiklerden kime bırakılsa diğeri bundan
rahatsız olacaktı.. Ayrıca eski müttefik Rusya da burnunun
dibinde güçlü bir işgalci devlet görmek istemezdi..
Yine, Anadolu’nun eskiden olduğu gibi Türkler’e bırakılması gerektiğini
savunuyordu.. Anadolu’nun işgal edilmesinin ve Türkler’in devletsiz
bırakılmasının ya da fazla hırpalanmasının uzun vadede kendileri için zararlı
sonuçlara yol açacağını düşünüyordu..
Bunun yerine Türkler’e (kapitülasyonların kaldırılması, kabotaj hakkının
tanınması gibi) bazı maddî tavizler verilmeli, fakat
karşılığında ondan, onu İslam dünyasının gözünden düşürecek bedeller
alınmalıydı; İstanbul’un değil Anadolu’daki bir şehrin başkent olması,
Ayasofya’nın ibadete kapatılması, halifelik kurumunun “siyaset
dışı” hale getirilmesi vs..
Curzon bu planlarını, İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul şefi
Robert Frew vasıtasıyla anlaştığı taşeronu Selanikli Mustafa Atatürk
eliyle hayata geçirdi.
(Konunun teferruatı, ilgili yazı dizimizde mevcut.. Ayrıca Curzon’un
yeni Türkiye ile ilgili planlarına dair sözleri Vikipedi’nin
“Lozan Antlaşması” ve “Lord Curzon” maddelerinde yer alıyor.)
*
Yusuf Kaplan’ın sözlerine dönelim..
İran’a “Siz kimsiniz? Ne işiniz var Suriye’de?” diyor.
Tuhaf bir soru.. Mantığını anlamak mümkün değil.. Suriye diye bir devlet
var, ve bu devlet İran’a “Gel bana yardım et!” demiş.
Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, İran’ın orada
olmasına itiraz etmek mümkün değil.
Ancak, İran savaş suçları işlemişse, bunun üzerinde
durmak, hesabını sormak gerekir.
Burada yanlış yapan, yanlış yerde duran, maalesef Türkiye..
Bunu, bu ülkenin Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral
İsmail Hakkı Pekin açıkladı.. Türkiye ile Suriye heyetleri Adana’da
dostça görüşmeler yaparken Türkiye, ABD’nin (emperyalistlerin) gazına
gelerek Suriye’ye müdahale kararı aldı.
Böyle bir karar alındığını, ABD ile bu konuda anlaştıklarını Korgeneral
Pekin’e söyleyen kişi, şu anki Dışişleri Bakanı, dönemin MİT Müsteşarı
Hakan Fidan.
Yine, dönemin kültür bakanı Ertuğrul Günay da, konunun
bakanlar kurulu toplantısında gündeme geldiğini, altı ay içinde Şam’ın
ele geçirileceğinin ileri sürüldüğünü, Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun ise “Altı ayı bulmaz” diye konuştuğunu, kendisinin
itirazlarını duymaya tahammül edemediklerini açıklamıştı.
Ne de olsa kahraman Merzifonlu Mustafa’nın torunları..
Bu torunlardan Yusuf Kaplan, İran’a, “Suriye’de emperyalistlerle mi
savaştınız?” diye soruyor.
Emperyalistlerle savaş hassasiyeti güzel..
Ancak, Suriye’ye ABD’nin girmesinde, orada Kürtler’i kullanmaya
başlamasında İran’ın bir suçu yok.. Olsaydı söylerdim, İran babamın
oğlu değil.
Peki ya Türkiye?.. Türkiye’nin suçu var mı, yok mu, cevabı Kaplan
versin..
*
Değerli kardeşim, ne yazık ki Erdoğan, Şubat
2016’da Güney Amerika dönüşü uçakta gazetecilerin sorularına cevap
verirken, Irak’ı işgal edecek ABD askerlerinin Türkiye’den
geçmesine izin veren 1 Mart tezkeresini şu sözlerle savundu:
“Ben
1 Mart tezkeresinin yanındaydım. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul
edilip Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 1 Mart
tezkeresinde çıkacak netice Türkiye’yi masaya getirecekti. O zaman Bush, benle
yaptığı görüşmelerde bir ricada bulundu. Ama maalesef biz kendi arkadaşlarımızın
yanlışıyla başbaşa kaldık.”
Erdoğan bunları söylerken
“Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyordum” da demiş
bulunuyor.
Suriye’de hataya düşmedi
ve manzara ortada..
Muhterem kardeşim, bize
masal anlatma, herşey sadece şiirsiz şair İsmet yaşarken olup bitmedi, biz de
yaşamdan payımızı aldık.. Sen bunları yazabildiğine göre kim bilir nerde
yaşıyorsun, Mars’ta mısın, Ay’da mı, her neredeysen Dünya’ya inmende fayda var.
*
İmdi, İranlılar’da (tıpkı Türkiye’deki Türklük yaygarası gibi) bir Fars
milliyetçiliğinin bulunmadığını söylemek mümkün değil..
Çünkü, resmî dili Farsça ve Fars kültürü bir şekilde
öne çıkarılıyor..
Fars milliyetçiliği Şah döneminde daha fazlaydı, eskiye göre azalmış
olsa da varlığını sürdürüyor.
İranlılar’ın İslam tarihini yorumlayışları da Farslılıkla
ilişkili.. Ali Şeriati’nin Hz. Ömer devrinde İran’ın fethini
anlatan satırlarını okuduğumda onda da bir Fars milliyetçiliği bulunduğunu
farketmiştim.
Ancak, İran devletine atfedilen bu tür kusurların (Ki bunlar gerçekten
kusur) aynısı daha fazlasıyla Türkiye için de varit.
Buradan İran’a verip veriştirmek marifet değil.. İran’da oturup
Türkiye’ye atıp tutmak da kolay.. Mesele şu: Sen aynı yanlışları Türkiye
Cumhuriyeti Devleti de yaparken buna ses çıkarmıyor, hatta dolaylı destek
veriyorsan, İran’a yönelik eleştirilerin bir “devlet hizmeti” kabul edilebilir,
fakat ne “müslüman aydın”a yakışır bir tavır sergilemiş olursun, ne de (dürüst
ve doğru tarihçilik, objektif gazetecilik veya bilimsel uluslararası ilişkiler
analistliği açısından bakıldığında) tutarlı ve adil bir bakış açısı
benimsemiş olursun.
*
İran’ın mollalarının şunu anlaması kendi hayırlarınadır: Her ne kadar
müslüman ülkelerle olan ilişkilerinde dikkatli bir dil kullanıyorlarsa da
halktaki Şiî fanatizmini törpülemeleri gerekiyor.
Bunu yapmadıkları sürece Sünnî kitlelerle “sürdürülebilir ve kalıcı” iyi
ilişkiler kurmaları mümkün olmayacaktır.
Türkiyecilerin de artık şunu farketmeleri gerekiyor: Türkiye’deki
samimiyetsiz Sünnîlik edebiyatı ile bir yere varamazsınız.. Şu anda Türkiye’de
Sünnî literatür mevcut laik (siyasal dinsiz) rejimi aklayıp paklamak için
çarpıtılıyor, istismar ediliyor.
Dini olmayanın (din içi) mezhebi olur mu?!
Türkiye Cumhuriyeti’nin dini yok ki mezhebi olsun!
“Dinime dahleden bari müselman olsa!” Hem din iman nedir bilmiyor hem de
laf şişmanı herkesten.
*
Son olarak Yusuf Kaplan’a şunu söyleyelim: İslam’ın
geleceğini laik (siyasal dinsiz) Türkiye parantezine hapsediyorsun.
Bunun için delilin nedir?
Bu konuda bir ayet ya da hadîs varsa söyle de bilelim.. Cahil
kalmayalım.
Yoksa sana vahiy mi geliyor, Allahu Teala sana Türkiye’nin gelecekteki
rolleri ile ilgili vaadlerde mi bulundu?
Sen peygamber misin?
“… De
ki: (Buna dâir) Allah katından bir söz mü aldınız, ki Allah sözünden aslâ
dönmez, yoksa Allah'a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
“Hayır! Kim bir kötülük
yapar ve günâhı kendisini kuşatırsa, işte onlar Cehennem ehlidirler! Onlar
orada ebedî kalıcıdırlar.” (Bakara, 2/80-81)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder