AK Parti’nin hurdaya çıkmış milletvekili’si,
gayriresmî sözcüsü (ve de Yeni Şafak’ın ağadan torpilli yazarımsısı) Mehmet Metiner’in
hilafet ve İslam devleti konulu zırvaları üzerinde duruyorduk.
Sözlerini hatırlayalım:
Hilafetin “İslam devlet başkanlığı kurumu”, halifenin de
“İslam devlet başkanı” biçiminde tanımlanması, modern zamanlara özgü bir
tanımlamadır. Bence siyasetin şekillendirdiği bu modern Müslüman zihnin
ürettiği kavramsallaştırma özünde sorunlu ve tartışmalıdır.
Tıpkı “İslam devleti” tanımlamasında olduğu gibi.
Peygamberimizin
Medine’deki hayatını “devlet başkanlığı” gibi takdim eden modernist zihin, kaçınılmaz bir biçimde
İslamcılığın totaliter bir siyasal tasavvura ve
projeye dönüşmesine de öncülük etmiştir. ( Ayrıntılar için bkz. Mehmet
Metiner, Siyasi Erdemler Risalesi, Sahi Yayınevi)
Bu
satırlar bana, Mevlana’nın anlattığı bir hikâyeyi hatırlattı.
Şöyle:
Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı.
Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi.
Can çalgıcısı, insanın canına munistir.
Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur.
Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine
sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.
Tanrı şarabı,
insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; (Türk’ün içtiği) bu ten şarabı da bu
çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır.
Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu
Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur.
Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü
nerede, ip nerede?
Sözdeki birlik, daima yol vurur. Kâfirle
müminin birliği, ten (beden) bakımındandır.
Bedenler, ağızları kapalı testilere benzerler.
Her testide ne var? Sen ona bak.
O beden testisi, âbıhayatla doludur, bu beden
testisi ölüm zehriyle.
İçindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan
yolunu azıttın gitti.
Söz, bil
ki şu bedene benzer, manâsı da içindeki candır.
Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.
(…)
Çalgıcı,
sarhoş Türk’ün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye
başladı:
“Bilmem
ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin?
Bilmem
ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak
şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir
türlü bilmiyorum.
Bilmiyorum
beni nasıl çekiyor da bazen karalarda yürütüyor, bazen kan denizlerine gark
ediyorsun.”
Böylece
ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lafı söylüyordu.
Bilmiyorum
sözü haddi aşınca Türk’ümüz kızdı, kızıştı.
Yerinden
fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü.
Hemen
bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.
Türk
dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim
de görsün!
A
kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle.
A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum,
bilmiyorum deyip durma.
Ben;
“Neredensin, nerelisin be adam?” diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne
Belh’li...
Ne
Bağdat’lıyım, ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne, ne diye uzatıp duruyorsun.
Nereliysen
söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.
Yahut
da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim...
Ne
et yedim, ne tirit, ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle,
kâfi.
(Mesnevî,
C. 6)
Hurda milletvekili Metiner’in
yazarlığı da bu çalgıcının türkücülüğü gibi..
Hilafet İslam devleti değilmişmiş..
Yani Müslümanlık’ta hilafet varmış fakat o,
İslam devleti değilmiş.. İslam’da, “devlet” olma yokmuş.
Devlet olursan “totaliter bir siyasal
tasavvur ve proje” oluyormuşsun.
Dolayısıyla, birilerinin sana “totaliter
bir siyasal tasavvur ve proje” dememeleri için, devleti ve siyaseti onlara
bırakmalıymışsın..
İşte o zaman “din olarak İslam” oluyormuşsun..
Yoksa sana “din” demezlermiş, “totaliter bir
siyasal tasavvur ve proje” derlermiş.
Devlet dinsiz olursa "totaliterlik" diye bir sorun kalmıyormuş.
İslam devlete bulaşmamalı, totaliterliğiyle onu rahatsız etmemeliymiş.
*
Dahası, halife için de “İslam devleti
başkanı” dememek gerekiyormuş.
Öyle ya, ortada devlet yok ki, başı olsun..
Peki ortada ne var; tamam devlet yok, peki, olan ne?
O zaman AK Parti’nin çalgıcısı hançeresini
yırtarcasına bağırıyor: Bilmiyorum.
Aslında biliyor da, doğrudan "Laikim, siyasal dinsizim" dese, müslüman mahallesinde salyangoz satamayacak, dinsel ticareti kesada uğrayacak.
O yüzden bilmiyor ayağına yatıyor, "Hilafet, devlet değil, fakat ne olduğunu ben de bilmiyorum" dercesine lafı eveleyip geveliyor.
Anlaşılıyor ki, AK Parti’nin 30 Eylül 2012 tarihinde
yapılan (Schröder, Mursi ve Barzani gibi isimlerin de katıldığı) Dördüncü
Olağan Kongresinde Aşık Veysel’in türküsünün dinletilmesi çok isabetli bir tercihti: “Bilmiyorum
ne haldayım, gidiyorum gündüz gece.”
Binmişler bir alâmete, gidiyorlar...
*
Devlet, zarurî bir kurum..
Çünkü insanlar, başkalarının haklarını
çiğnemeyecek, daima hak ve hukuku gözeterek hareket edecek yapıda varlıklar
değil.. O masumiyet, meleklere mahsus..
Her bireyin içinde nefis diye bir (potansiyel) canavar var.. İnsanlar olarak durumumuz bu..
İnsanlar akıllı varlıklar oldukları için, hayvanlardan
da farklılar; saldırganlıkları bile dünyadaki doğal dengenin devamına hizmet
edecek mahiyette olan hayvanlar gibi içgüdülerinin sınırlamalarıyla zapt u rapt altına
alınmış değiller.
İnsanın canavarlık potansiyeli sınırsız.. Melekleşme kabiliyeti de var, fakat kullanabilen ekall-ı kalîl..
Dolayısıyla, insan toplulukları için “devlet”
kurumu zorunlu..
Hayvanlar gibi "hayatın doğal akışı"na bırakılmaya da
gelmezler, melekler gibi güvenilmeye de..
Toplumda “adalet” ve “güvenlik”in tesisi bakımından devlet
vazgeçilmez öneme sahip..
Peki ya, canavarlık ruhuna işlemiş insanlar
devletin başına geçerlerse, etkili ve yetkili makamları ellerine geçirirlerse?
Kurt çoban, hırsız da polis olursa?..
*
İşte bunun için devletin “İslam devleti”
olması gerekiyor.
Devlet otoritesinin mutlak olmaması, "Allahu Teala'nın Şeriati" ile mukayyed ve meşrut olduğunun bilinmesi önem taşıyor.
Kuzu postuna bürünmüş kurtların çoban, uzman dolandırıcı ve hırsızların da polis olması ihtimaline karşı, "devlet de dahil her otoriteye itaatin ancak marufta (Şeriat'le çelişmeyen, Allah'a isyan anlamı taşımayan hususlarda) olduğunun, Allah'a isyan olan yerde kula itaat edilmeyeceğinin", böylesi durumlarda kötülüğün elle, ona güç yetmiyorsa dille, ona da güç yetmiyorsa kalple düzeltilmesi (tepki gösterilmesi) gerektiğinin insanlara öğretilmesi gerekiyor.
İslam, “İnsanlar birbirleri hakkında hüküm verecek, birbirleri hakkında kural koyacak konumda değildir; bu, kast sistemidir, bazılarının efendi, bazılarının da köle olduğu rejimdir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir, onlar hakkında kural koyma hakkı Yaratıcılarına mahsustur” diyor.
İslam’a
göre, insanlar için yapılan bir anayasanın, “esas kanun”un, kanun-ı esasînin
menşeinin, kaynağının “insan üstü” (ilahî) olması gerekiyor.
Yasanın menşei vahiy ise mesele yok, değilse, yasa koyucu her kimse ona "rablik" (tanrılık) imtiyazı veriliyor demektir.
Ancak, bu yeryüzü tanrıları, kul haline getirdikleri insanları aldatmak için "Sizi özgürleştirdik, Allah'a kul olmaktan kurtarıp dinsiz imansız Allahsız özgür bireyler haline getirdik" demeyi de unutmazlar.
*
Dahası da var, böylesi şirk/küfür-tağut rejimlerine hizmet eden münafık tipler, kaleyi içeriden çökertmek için müslüman saflarında ajan-bozguncu (bozgunculuk acentası) olarak hizmet görüyor, İslam’ı totaliter olmakla suçluyorlar.
İnsanlardan bazılarının diğer bazıları için
kafalarından, uçkurlarından ya da midelerinden aldıkları ilhamla yasa
yapmalarına özgürlük, demokrasi vs. gibi adlar takıyorlar, Allahu Teala’nın
mahza adalet olan emir ve yasaklarının (Şeriat’in) uygulanmasını ise
totalitarizm olarak gösteriyorlar.
Bakın şu Türkiye’ye.. Namus bahanesiyle (aslında
çoğu olayda namus da değil nefsanî kıskançlık yüzünden) her gün kadınlar öldürülüyor.
Peki, birilerinin beğenmediği şeriatçı Afganistan’da böyle
mi?
Hayır, öldüren öldürülür.. Kimse kimseyi namus bahanesiyle öldüremez, dört tane (şahitliğe engel sabıkası bulunmayan,
dürüstlüğü ve doğru sözlülüğüyle maruf) şahit göstererek işi devlete havale etmek zorunda.
Sözde bu laik ülkede taşlanıp öldürülen kadın bulunmuyor..
Fakat bıçakla doğranıp parçalanan, başı duvara vurulup kırılan, tecavüze uğrayıp öldürülen,
kurşunla delik deşik edilen, yüzüne gözüne kezzap atılan, tecavüz edilip sonra pencerelerden, balkonlardan fırlatılıp
atılan kızların, kadınların haddi hesabı yok.
Türkiye'nin şu çağdaş uygarlıkçı, laik, Kemaist, Atatürkçü taifesi sabah akşam İslam'a, Şeriat'e kin kusarken ABD'deki Epstein adası faciası konusunda neden ses vermiyorlar?
(İsmi cismi bilinen şahıslardan söz ediyoruz, "Laikler de tepki gösteriyor" desinler diye dostlar alışverişte görsün babından açılmış sahte kimlikli hesaplardan değil.)
*
Hurda milletvekili Metiner’in demek
istediği şu:
Devlet illa ki olacak, ama asla "İslam
devleti" olmasın..
Devlet, İslamsız olsun..
Devlet İslam devleti olmayınca geriye tek şık kalıyor: Laik devlet.
Fakat açıkça "Şeriat istemirem, laik devlet isterem" de demiyor.
Laikliği açıkça telaffuz etse, buna, "Hani modern zamanlara özgü kelimelere gıcıktın, bu ne turşu, bu ne traş!" denilecek.
O yüzden, "Anlarsın ya" babından "beden dili" laikçiliği ve Atatürkçülüğü yapıyor.
Yaptığı bu, fakat bunu kelimelere dökmüyor, suret-i
haktan gelerek münafıkça laga luga üretiyor.
İşkembesinden İslamcı olmayan "siyasi erdemler" icat ediyor.
*
İşte, AK Parti’nin bu ülkeye en büyük
zararı bu oldu.. Başörtüsü meselesi önemli ölçüde çözüldü, Ayasofya açıldı,
okullara Kur’an dersleri vs. konuldu, birçok iyi şey yapıldı..
Fakat en temel hususlarda insanların
itikadı bozuldu.
Ortada şöyle bir zımnî pazarlığın bulunduğu söylenebilir: "Ver itikadını, al amelini!"
Olay biraz Roma İmparatorluğu’nun
hristiyanlaşmasına benziyor.
Hristiyanlığı resmen kabul ettiler ve fakat
bozup kendilerine uydurdular.
Tahrif ettiler..
Tahrip ettiler.
*
Konuya devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder