Allame Eşref Ali Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla
yayınlanmış olan konferansında, Sünnet inkârcılarının görüşlerini, onların
beceremediği kadar açık, net ve özlü bir biçimde özetlemektedir.
Sözleri
şöyle:
Bu temel kaynak hakkında çıkarılan
fesat şudur:
[İddiâ etmektedirler ki,] Hadîs ne lafız,
ne de manâ bakımından korunmuştur.
Lafız bakımından korunmaması
iddiaları için şunu derler:
Çünkü hadîsler Resûlüllah sallallâhu
aleyhi ve sellem zamanında yazıyla sağlama bağlanmamışlardı. Aksine onları
kimileri, kimilerine ağızdan ağıza söylüyorlardı. Âdet olarak (hayatın olağan
akışı gereği) beşerî bir hafızanın lafızları tam bir şekilde zabtetmesi mümkün
değildir. Zîrâ bu, insan yaratılışına ters düşen bir şeydir.
Manâ bakımından korunmamasına
gelince: Çünkü Sahâbe radıyellâhu teâlâ anhum ecmaîn, Nebî sallellâhu aleyhi ve
sellem’den bir şey işittikleri zaman, onların manâlarını kendi anlayışlarına göre anlıyorlardı. Bu, Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem’in murâdına ister muvâfık olsun, isterse olmasın
değişmez; birdir. … Böylece bir kimse, ikinci bir kimseye, ancak kendi
anladığını aktarır. Bu durumda biz o hadîsteki murâdın ne
olduğunu kesin olarak söylemeye muktedir
olamayız.
Hadîsler ne lafız, ne de manâları
bakımından korunmamış olunca, o zaman şer’î bir hüccet olmaları
nasıl söz konusu olabilir?
Tarihselciler bu bakış açısını kendileri icat etmiş
değiller.
Görüşlerinin patenti büyük ölçüde Hristiyanlar’a ait.
O görüşlerin, özellikle hermenötik kavramı etrafında kopartılan
gürültü ile aynı makamdan nağmeler ve tınılar içerdiği açık.
Wikipedia’nın
“Hermaneutik” (hermeneutik) maddesinde şunlar söyleniyor:
Hermaneutik, geleneksel anlamdan
bakıldığında bir yorumlama bilgisi veya teorisidir.
Hermeneutik terimi eski Yunancadaki "hermeneuen" kelimesinden gelir.
Bu kelime, birinin fikrinin tercüme
edilmesi veya yorumlanması demektir. Hermes, Yunan
mitolojisinde Tanrıların mesajlarını ölümlülere getirirdi. Bu
bakımdan Hermeneutiğin filoloji ile yakından ilişkili bir disiplin
olarak ortaya çıkması ve gelişmesi son derece normaldir. Hermeneutik 19.
yüzyıldan itibaren metinlerle
ilgili bir yorumlama metodolojisi olarak ortaya çıktı ve
hem felsefede hem edebî metinlerde sıklıkla kullanılan bir yöntem oldu.
Bilhassa beşeri kültürün ve insan davranışlarını
inceleyen bilimlerin tamamında kullanılmaya başlandı. Martin Heidegger’in erken dönem
çalışmlarıyla birlikte Hermeneutik beşeri dilin yorumlanmasıyla
ilgili olan hemen her sahada kullanılmaya başlandı.
Alman ilâhiyatçısı Friedrich Schleiermacher genel yorumlama teorisini araştıran ve bu yorumlama teorilerini dinî metinlere uygulanan ilk araştırmacı olarak karşımıza çıkar. O, hermeneutik daire diye bilinen kavramı formülleştirmiş bir bilim insanıdır. Bir şeyin bir bölümü o şeyin tümüne ve tüm, o şeyin bir bölümüne dayalı olarak anlaşılabilir. Wilhelm von Humbolt, Wilhelm Dilthey, Martin Heidegger, Hans-Georg Gadamer, Jurgen Habermas gibi isimler hermeneutiğin en önemli isimleridir.
Tabiî
ki “Bir şeyin bir bölümü o şeyin tümüne, ve tüm, o şeyin bir bölümüne dayalı
olarak anlaşılabilir”.
Bunu
bilmeyen mi var?!
Ancak, hermenötik dedikleri şey, bu basit cümleden
ibaret değil elbette.. Yukarıda adı geçen isimlerin her biri hermenötik
çorbasına ayrı bir baharat eklemiş, tenceredeki halîta renklenmiş..
Bu yaklaşım sahiplerinin, kendilerini, (“Kartezyen felsefe”ye atfettikleri ya
da nisbet ettikleri) bir metnin (okurun
yüklediği anlamdan bağımsız olarak) “kendisine ait” bir anlamının bulunması
fikrine karşı konumlandırdıklarını görüyoruz. (Kartezyen, Dekartçı demek
oluyor. Descartes’ın Latince muadili olan Cartesius’tan geliyor. Her ne kadar
sözü edilen fikir/yaklaşım Dekart’ın tekelinde değilse de, onu dillerine
dolamak suretiyle kendilerini felsefî bir zemine yerleştirmiş, felsefe yapmakta
olduklarını ilan etmiş oluyorlar.)
Yani bunlara göre anlamın “kendinde şey” olması söz konusu
değildir, bir başka deyişle, anlam kendi başına var olan birşey olmaktan uzaktır, okur
tarafından üretilmekte, okurun yorumlama faaliyeti sırasında ortaya çıkmaktadır.
Bu da, son tahlilde, okunan bir metnin, okur için,
(okurun kendisinden bağımsız) belirli bir anlamının olamayacağı varsayımının
kabul edilmesi demek oluyor.
Tabiri caizse anlamı, okur kendisi yoktan yaratmaktadır.
Bunu kabul ettirebilmek için kafaları karıştırmaya
ihtiyaçları var, o yüzden devreye “zamansallık” diye bir kavramı sokuyorlar.
Dekart’ın “Düşünüyorum, o halde varım”
diyerek insanın düşünebilme özelliğini (anlama hassa’sını) herşeyin merkezine oturttuğunu, gerçekteyse
insan düşüncesinin “zamansallık” çerçevesinde oradan oraya savrulduğunu ileri
sürüyorlar. Bunu da “bilincin
zamansallığı” diye bir kavramla ifade ediyorlar.
*
Peki bu “bilincin zamansallığı” kavramının “anlam”ı ne?
Hermenötik yaklaşıma
göre, bu kavramın da “kendinde şey”
olarak bir anlamının bulunmaması gerekiyor. Onun anlamı, siz nasıl anlıyorsanız
o olmak zorunda.. Ancak, hermenötikçiler bu noktada çifte standart uyguluyor ve kendilerine iltimas (torpil)
geçiyorlar. Bilincin zamansallığının ne olduğunu anlamayı bize bırakmak yerine
uzun uzun anlatıyor, ve bunu bizim tam da onların anlattığı gibi anlayacağımızı
varsayıyorlar.
Gerçi anlattıklarında hareket noktalarını ve
vardıkları sonuçları açık biçimde destekleyecek bir anlam yok, fakat, onlar
açısından bunun bir öneminin bulunmadığı anlaşılıyor, çünkü varmak
istedikleri hedef başka.
Hedef şu: Onların, anlamdan yoksun olduğu için anlam
veremediğiniz laflarında sizin çözemediğiniz bir hikmet bulunduğunu düşünerek Dekart’ın ünlü sözünü yanlış kabul
etmeniz, septiklerin (şüphecilerin) kalesine atılmış golü geçersiz saymanız.
“Dekart çuvallamış, Heidegger, bir ‘egger’
(yumurtlayan) varlık olarak hikmet yumurtlamış” diyorsanız, onlar açısından
mesele bitmiş oluyor.
Bu konularla ilgilenen bir akademisyen, Prof. Burhanettin
Tatar, (eleştiri değil tasvir babından) şunları söylüyor:
Schleiermacher
hermenötik tecrübenin yapısını, mahiyetini ve yöntemini ortaya çıkarmaya
çalışan bir filozoftu. Onun bu projesini Dilthey
ve Heidegger gerçekleştirmeye
çalışmışlardır. Özellikle Heidegger
insan bilincinin zamansallığına vurgu yapmış ve onunla hermenötiği temellendirmiştir. Öyle ki biz bugün
hermenötik deyince işin açıkçası Heidegger’in
temellendirdiği biçimde ele alıyoruz. Günümüzde hermenötiği, hermenötik yapan şey insan bilincinin zamansallığıdır.
Peki zamansallık nedir? Zamansallık kelimesinin bugün bizim kullandığımız zaman kavramıyla ve saatle hiçbir ilgisi
yoktur. Zamansallık kelimesi özü itibariyle temelde varlıkların insan bilincine kendilerini oldukları gibi açmamasıyla
ancak sınırlı bir biçimde varlığın kendisini insan bilincine açıyor olmasıyla
ve bunun bir süreç olmasıyla ilgili bir kavramdır. Yani insan bilincinin
bir şeyi kavrarken hem kavradığını
sınırlı olarak kavradığını fark etmesi hem de kendisinin sınırlı olduğunu
anlaması anlamında bir kavramdır zamansallık. Zamansallık insan bilincinin merkezsizleşmesidir. Descartes düşüncesine baktığımızda
orada bir merkez görürüz. İnsan
bilincinde en kesin olan şey yani merkez teşkil eden şey onun düşünüyor
olmasıdır. Dilthey ve Heidegger böyle
bir merkezin olmadığını savunur zamansallık fikriyle. O halde başka bir şekilde ifade etmek
gerekirse; insan bilincinin
zamansallığı, insan bilincinin sürekli bir şeylere yönelirken, bir şeyleri
anlarken kendisini kaybetme riskiyle yüzleşmesi ve bir şeyleri anladıkça,
anladığı şeyler arasında irtibat kurdukça tekrar kendisine dönmesi
hareketidir. Yani bir tür döngüsel bir hareket çizilmesidir zamansallık.
Hermenötiğin temelinde böyle bir zamansallık anlayışı vardır.
(Özlem Ülker.
"Hermenötik Bizi Neden İlgilendiriyor?' Konferansı". Hadis Tetkikleri Dergisi, 7 /
1, Haziran 2009, s. 204-5)
Bu ifadelere baktığımızda, “zamansallık”
olarak adlandırılan durumun (Ki zamansallık yerine daha uygun bir kavram
kullanılabilirdi), zaten herkesçe bilinen bir şey olduğunu görüyoruz.
İnsan bilinci tabiî ki varlıkları
sınırlı biçimde kavrayabilir ve bu, şimşek çakar gibi bir anda olup biten ve artık donup öylece kalan bir
şey de değildir. Bir süreç işidir. Ayrıca bilincin kendisi de sınırlıdır.
Çünkü insan tanrı değildir.
Ancak, bundan hareketle verilen hüküm,
yani insan bilincinin (Dekart’ın iddiasının aksine) merkezsiz olması iddiası
saçma.
Prof. Tatar’ın ifadesiyle, “Descartes düşüncesine baktığımızda
orada bir merkez görürüz. İnsan bilincinde en
kesin olan şey yani merkez
teşkil eden şey onun düşünüyor
olmasıdır”.
Bu durumda, insan bilincinin
merkezsizleşmesi, onun gerçekte düşünmüyor
olduğunu iddia etmek anlamına gelir.
Tatar, “Dilthey ve Heidegger böyle bir merkezin olmadığını savunur
zamansallık fikriyle” diyor.
Yani düşünme diye bir şey yok.
Buna bakarak, "Dilthey ve Heidegger’de
gerçekten de (kendilerinin itiraf ettiği şekilde) düşünce diye bir şey yok, bu yüzden de saçmalamışlar" dememiz
gerekiyor gibi görünüyor.
*
Bu “düşünce”siz adamlar, insan
bilincinin merkezsizliği, yani düşüncesizliği “düşünce”sini “başka bir şekilde de
ifade” ediyorlarmış.
Tatar şöyle diyor:
“O halde başka bir şekilde ifade etmek
gerekirse; insan bilincinin
zamansallığı, insan bilincinin sürekli bir şeylere yönelirken, bir şeyleri
anlarken kendisini kaybetme riskiyle yüzleşmesi ve bir şeyleri anladıkça,
anladığı şeyler arasında irtibat kurdukça tekrar kendisine dönmesi
hareketidir.”
İnsan bilinci “düşünce”siz olarak sürekli
birşeylere nasıl yönelebiliyor, birşeyleri nasıl anlayabiliyor sorusu Dilthey ve Heidegger için bir “anlam” ifade etmiyor gibi görünüyor.
Yine, insan bilinci birşeyleri
anlarken kendisini neden ve nasıl kaybetme riski yaşıyor sorusu da, bu
adamların bilincinin merkezsizliğinde (düşüncesizliğinde) cevap bulabilecek bir
mesele değil, öyle anlaşılıyor.
Görüldüğü kadarıyla “insan bilincinin
kendini kaybetmesi” riski var, fakat kaybetmiyor, bu da, “bir şeyleri
anladıkça, anladığı şeyler arasında irtibat kurdukça kendisine dönmesi”
sayesinde oluyor.
İnsan bilinci bütün bunları “düşünme”den nasıl
başarıyorsa?
Ya da şöyle soralım, düşünmek bu
değilse, nedir?
Böyle saçmalarken bir de zaman
kelimesine zulmederek zamansallık diye bir kavram üretiyorlar, herşeyi getirip
buna bağlıyorlar. Tatar’ın ifadesiyle, “Yani
bir tür döngüsel bir hareket çizilmesidir zamansallık”.
Bilincinde “düşünce” diye bir merkez
bulunan bir başkası bu saçmalıklar karşısında pekâlâ şöyle bir şey diyebilir:
İnsan gözü nasıl milyarlarca ışık
yılı uzaktaki yıldızları da, semadaki Güneş’i de, Ay’ı da, ufuktaki bulutu da,
yanı başındaki ağacı da yerinden oynamadan, hareket etmeden, kendisini kaybetme
riski yaşamadan görüyorsa, bir başka ifadeyle göz nasıl görmek için yerinden ayrılıp döngüsel hareket yaparak uzayı dolaşmak zorunda değilse, insan bilinci de öyle oradan oraya savrulmadan, zıplayıp
fırlamadan, kaybolup gitme tehlikesi yaşamadan durduğu yerde herşeyi
anlayabilir,
*
Adamlar zamansız bir zamansallıktan söz ediyorlar..
Lafı dolandırmaya hiç gerek yok, bunlar saçmasapan zırvalardan
başka bir şey değil.. Neredeyse Dekart’a
inat olsun diye “Düşünüyor değilim,
düşünemiyorum, ve de yokum” deme noktasına gelmişler.
İnsan bilinci kendisini kaybetme riskiyle
yüzleşiyormuş da, kendisine dönüyormuşmuş da..
Belli ki bu adamların bilinci kaybolmuş ve bir daha da
geri dönmemiş, kendisini bulamamış..
*
Bunların, bir metnin “kendisine ait” bir anlamının
bulunması (anlamın “kendinde şey”
olması, kendisiyle kaim, kendi başına var olan birşey olması) anlayışına karşı
çıkmakta olduklarını söylemiştik.
Böylece metnin, okur için, (okurun kendisinden
bağımsız) belirli bir anlamının olamayacağı iddia edilmiş oluyor.
Böylesi bir yaklaşım, anlamanın da “kendinde şey” olamaması, buharlaşması demek
olur.
Yazarın metni “anlamlandırması” diye birşey yoksa, yani
ortada “kendinde şey” olarak anlam yoksa, okurun anlaması (anlamlandırması)
diye bir şey de olamaz.
Eğer anlama(k)
diye bir şey varsa, anlama (anlamak) “gerçekte var olmayan bir anlam” üzerine
kurulamayacağına göre, orada mutlaka “kendinde şey” olan, okurun bilincinden ve
anlayışından bağımsız bir anlam bulunmalıdır.
Aksi takdirde anlama'dan söz edemeyiz. “Yanlış anlama”
diye bir şey de kalmaz. Ortada bir anlam yok ki anlama olsun.. Burada ancak halüsinasyondan, vehim ve kuruntulardan
söz edilebilir.
Bunların sözünü ettiği anlama, bir buluta bakıp orada
bir silüet görmek gibi bir şey oluyor. Gerçekten de bulutta “kendinde şey” olarak bir silüet hiçbir
zaman var olmaz, o sadece buluttur, burada anlam
sizin bilincinizin ürettiği birşeydir.
Ya da, yağmurlu ve rüzgârlı bir gecede dışarıdaki
uğultuyu bir insanın feryadına benzetmeniz gibi bir şey.. Burada da anlam (sesi
insan feryadı olarak anlama), sizin zihninizin dışında “kendinde şey” olarak
mevcut değildir, fakat gerçekten feryat edip yardım isteyen bir insan varsa, hermenötikçi kafasıyla, orada da anlam’ın
“kendinde şey” olarak mevcut
olmadığını, bunu sadece sizin bir feryat olarak yorumladığınızı söylemek, düpedüz saçmalamaktır.
*
İmdi, hermenötik
denilen felsefe (anlayış), bütün bir felsefe
tarihi gözönüne alınmadan anlaşılamaz.
Felsefe tarihi ise iki ayrı anlayışın bitmeyen kavgasından
ibarettir: Dogmatizm (mutlak ve
kesin gerçeklerin var olduğu ve bilinebileceği düşüncesi) ve septisizm (şüphecilik, insanın kendi
varlığından da, bilgisinden de daima şüphelenmesi).
Allahu Teala’nın varlığına inanan Dekart, “Düşünüyorum, o
halde varım” diyerek septisizme büyük bir darbe indirmişti.
O zamandan beri ateist
Batılılar Dekart’ı ekarte etmek için
olmadık zırvalar üretiyorlar. İçinde doğru öğeler de barındırdığı için
insanların kolayca büyüsüne kapılabildiği hermenötik
zırvası da bir yönüyle bunlardan. Son tahlilde hedefleri “mutlak doğrular”ı yok etmek, herşeyi sübjektif (öznel) hale getirmekten ibaret gibi görünüyor..
Sofizmden postmodernizme uzanan süreçte bir ara durak
durumundalar demek mümkün olabilir.
Anlam ve anlama faaliyeti bu şekilde nesnellikten uzak bir öznelliğe hapsedilince,
doğru ve yanlış anlama arasında bir fark da kalmıyor.
Yorumların öznelliği, ve o öznelliğe bağlı geçerlilik
bakımından yorumlar arasında bir fark bulunmadığı kabul edilince, nesnellik
nosyonu kaybolunca, kimse bir başkasına “Yanlış anlıyorsun” diyemez hale gelecektir.
İstenen sanki bu.. Bütün bu laf kalabalıklarına başka
tür bir “anlam” vermek zor görünüyor.
*
İşte bu “mutlak doğrular”ı yok edip herşeyi “öznel”
hale getirme özelliği yüzünden hermenötik, tarihselci
ilahiyatçıların da işine geliyor.
Hristiyan
tarihselci ilahiyatçıların işine geliyor, çünkü kendilerini
eleştirenlere (haklı haksız ayırmadan) “Herkesin anlayışı, doğrusu kendisine; anlama
faaliyetinde sizin bize, bizim size bir üstünlüğümüz yok, eşitiz” deme imkânına
kavuşuyorlar.
İslam
dünyasındaki tarihselcilerin de işine geliyor, hermenötik adına Kur’an
ve Sünnet’i kesip biçme imkânına kavuşuyorlar.
Böylece, yaptıkları şey heva ve heveslerine, nefsanî arzularına
göre Kur’an
ve Sünnet’i yorum düzeyinde tahrif
etme ameliyesi olmaktan çıkıyor, “bilimsel
faaliyet” haline geliyor.
Bununla birlikte, Batılı hermenötikçilerle bizim
tarihselcilerimiz arasında önemli farklar da var.
Mesela, Wikipedia’dan yaptığımız alıntıda
adı geçen Jürgen Habermas’ı alalım..
O şöyle diyor:
Avrupa kamusal alanında laiklik ve dinin yerine dair görüşlerini dile getirdiği, 2004'te yayımlanan Geçiş
Zamanı adlı kitabında yer alan "Tanrı ve Dünya üzerine" başlıklı makalesinde geçen şu
ifadesiyle takipçilerini şaşırtmıştır Habermas: "Batı uygarlığının
dayandığı özgürlük, vicdan, insan hakları ve demokrasi kavramlarının temelinde Hıristiyanlık ve yalnızca Hıristiyanlık
yatar." Ayrıca Habermas'a göre "bugün
hâlâ bu temelden faydalanıyoruz - başka bir seçeneğimiz yoktur; geri kalan her
şey postmodern zırvalamalardan ibarettir". (https://tr.wikipedia.org/wiki/J%C3%BCrgen_Habermas)
Buradan anlaşılıyor ki, Habermas, hermenötik adı
altında ortaya atılan görüşlerin faydalı ve doğru kısmını almış, “postmodernist zırva”larla paralellik
gösteren saçmalıkları ise bizim yerli,
milli ve aynı zamanda laik tarihselci ilahiyatçılarımıza bırakmış.
*
Evet, hermenötikçiler birtakım varsayımlardan,
artistik laflardan ve yaldızlı kavramlarla örülmüş teorilerden hareket
ediyorlar, fakat bunlar ispatlanmış ya da ispatlayabildikleri doğrular değil.
Kur’an söz konusu olduğunda,
Allahu Teala’nın haşa meramını anlatmaktan aciz bulunduğunu, ayetlere “kendinde şey” olarak nesnel bir anlam yükleyemediğini kabul
etmedikçe, hermenötik adı altında
ortaya atılan uydurma faraziyeleri onaylayamazsınız.
Bu zırvaları onayladığınız zaman da, Heidegger gibi
şişirilmiş isimlerin teorilerinin “herkes
için” bağlayıcı olacak şekilde “nesnel” bir anlamının ve geçerliliğinin bulunduğunu kabul etmiş,
bu noktada onlara iltimas geçip torpil yapmış olursunuz.
O takdirde size, Heidegger’e bağışladığınız onuru
Allahu Teala’dan niçin esirgediğiniz sorulur.
*
Bu gibi saçmalıklar soyut felsefî mülahazalar olarak
dile getirildiğinde herkesin anlayamayacağı, sadece üstün zekâlı filozof meşrep
derin anlayışlı kişilerin çözebileceği esrarengiz ve girift hakikatler gibi
görünür, fakat hayatın olağan akışı ışığında masaya yatırıldıklarında aptalca gevezelikler oldukları ortaya
çıkar.
Eğer durum Heidegger
gibi yumurtlayan hermenötikçilerin dediği gibi olsaydı, mesela şu üniversiteye giriş sınavlarında sözel
bölümün olmaması gerekirdi.
Bu sınavlarda mesela bir metin verilir, o metinden
anlaşılabilecek bazı hususlar sorulur. Eğer bir metnin anlamı/anlamlandırılması insandan insana
mutlaka değişiyor olsaydı, o metin hakkındaki sorular için sabit/belirli doğru cevapların söz konusu olmaması
gerekirdi. Yani metnin okurun yorumundan bağımsız biçimde “kendinde şey” olarak bir anlamının bulunmaması icab ederdi. Bu da,
bütün cevapların doğruluk ve yanlışlık (ya da geçerlilik) bakımından eşit olması
anlamına gelirdi.
Bir başka örnek olarak anayasaları, kanunları ve yönetmelikleri alabiliriz.. Bunlar (Ki
sonuçta birer metindirler), hermenötik saçmalıklarıyla yorumlanabilirler mi?! Kanunu
Edirne’de yaşayan Roman’ın, Rize’de yaşayan Gürcü ya da Laz’ın, Hakkari’de
yaşayan Kürt’ün, Hatay’da yaşayan Arap’ın, İstanbul’daki gayrimüslim azınlığın,
Toroslar’daki yörüğün farklı anlaması ve yorumlaması diye bir şey olabilir mi?!
Kanunu yazanların da bunun nasıl anlaşılacağını hesap
edememesi, ona “kendinde şey” olarak
belirli bir anlam yüklememiş ya da yükleyememiş olmaları düşünülebilir mi?!
*
Bir başka örnek.. Bir komutan askerlerine, bir müdür
personeline bir yazılı ya da sözlü talimat verdiğinde (Ki sözler yazıya
geçirildiğinde yazılı metin, geçirilmediğinde sözlü metin demektir), bunun
herkes tarafından farklı anlaşılması, farklı yorumlanması mı gerekir?!
Bunları aynı şekilde
anlayan, onlarda aynı anlamı bulan
askerler ya da personel hermenötik
özürlü geri zekâlılar olarak mı kabul edilmelidirler?!
Bunların, komutanlarını ya da müdürlerini
“anlamayarak” Heidegger yumurtacısını
haklı çıkarmak için hermenötik eğitiminden geçirilmeleri mi gerekmektedir?
Bir diğer örnek okullardaki ders kitapları.. Bunlar da
birer metindir.. Bunları farklı okullardaki farklı öğretmenler farklı mı
anlıyor?! Bunların “kendinde şey”
olarak, okurların bireysel bilinçlerinden bağımsız anlamı yok mu?!
Ve de bir öğretmen bu metinleri öğrencilerine anlattığında
(anlatma faaliyetiyle bir metin ürettiğinde), farklı sosyal çevrelerden gelen her
bir öğrenci bunu farklı mı anlar, onlardan aynı şeyi anlamalarının ve sınavda
aynı cevapları vermelerinin istenmesi insan doğasına aykırı mıdır?!
Heidegger tipi hermenötik zırvaların kabul edilmesi, insanlar arası iletişimin birer
yanılsama olduğunu, iletişimden söz edilemeyeceğini kabul etmek anlamına gelmektedir.
*
Başa dönersek, merhum Tehanevî, tarihselci zihniyet
sahiplerinin görüşlerini şu şekilde tenkid ediyor:
Bu mefsedetin kaynağı, muhaddislerin
ve fukahânın hâllerine güzel ve dikkatli bakmamaları ve onları hâfıza zayıflığı
ve hadîse az ihtimam göstermemeleri, sakınmamak ve de ihtiyâtsızlık
husûsunda kendilerine kıyâs etmeleridir.
Evet, tarihselciler, ilk Müslümanları ve hadîs âlimlerini
kendileri gibi zannediyorlar.
Modern psikolojide “yansıtma” diye adlandırılan olayı sergiliyor, başkalarının duygu,
düşünce, niyet, tavır ve hareketlerinin tıpkı kendilerininki gibi olacağı
varsayımından hareket ediyorlar.
Kendileri gibi angut, kötü niyetli, sahtekâr, yalancı
ve kafasız..
Aslında hermenötik
denilen (içinde tesadüf kabilinden doğrular da barındıran) zırvaların “bilimsel
teori” olarak ortaya sürülmesi de bundan kaynaklanıyor.
Eğer düşünme sürecinin ve yorumlama faaliyetinin bütün insanlar için ortak (öznelere göre
değişmeyen) nitelikte bazı özelliklerinin bulunduğunu kabul etmezseniz, hermenötiği de herkes için geçerli, genel geçerliliği olan bir bilim dalı
olarak kabul edemezsiniz.
Eğer kabul ediyorsanız, o takdirde, insanın düşünme süreçlerini
ve yorumlama faaliyetini (salt kendinize özgü, sizin kişisel yorumunuz olarak
kalan bir işgüzarlık değil de herkesin onaylamasını istediğiniz sabit evrensel
doğrular olarak) anlıyor olmanızdan
hareketle, metinlerin anlaşılmasının da ortak bir temele ve nesnel ölçütlere dayanabileceğini,
insandan insana değişmeyebileceğini kabul etmek zorundasınızdır.
Üstelik, insanın düşünce süreçlerini ve yorumlama
faaliyetinin genel ilkelerini tespit etmek (Ki bunu başardığınızı iddia
ediyorsunuz), bir metni anlamaya göre çok daha zor, karmaşık ve çetrefil bir
meseledir.
Tanımadığınız, birebir ileşitim içinde olmadığınız
insanların bile düşünce süreçlerini bildiğinizi, onların metinleri anlama
faaliyetinin mekanizmasını kavradığınızı,
iyice anladığınızı, ve bunun hermenötik
adı verdiğiniz bir bilime karşılık geldiğini ileri sürüyorsanız, ve
başkalarının sizin bu değerlendirmelerinizi deli saçması uydurmalar değil de gerçekliğin tasviri olarak kabul
etmesi talebinde bulunuyorsanız, bundan çok daha basit olan birşeyi, bir metnin
farklı insanlar tarafından aynı şekilde
anlaşılabileceğini ve genelde öyle anlaşılmasının zorunlu olduğunu asla
inkâr edemezsiniz.
O zaman da sizin hermenötik
icadınızın lüzumsuz bir laf kalabalığı olduğu, bilgimize yeni bir şey eklemediği
ortaya çıkmış olur.
*
Şu taksimdeki, bölüşümdeki güzelliğe bakınız.. Bu hermenötikçi yumurtlama makinaları, bizim
beynimizi okuyor, düşünme süreçlerimizi, bilincimizin çalışma ilkelerini, neyi
nasıl anlayacağımızı ya da anlayamayacağımızı çözebiliyor, en ince teferruatına
kadar anlayabiliyorlar, üstelik de bunu her birimizi tek tek görmeden, bizimle
konuşmadan yapabiliyorlar, yani bizi oturdukları yerden çözmüşler, kitap gibi
okumuşlar, anlamışlar, bizim neyi ne kadar anlayıp anlayamayacağımızı bizden daha
iyi biliyorlar, bizi bizden daha iyi tanımayı başarabiliyorlar, fakat biz,
önümüze konulan iki satırı okuduğumuzda, yazarın (zihninin çalışma tarzını
bilmeyi geçtik) neyi kastettiğini bile anlayamıyoruz, her birimiz başka bir şey
anlıyor.
Şu taksimdeki güzelliğe bakınız..
Felsefe adına saçmalama rekoru her ne kadar
sofistlerde ise de, hermenötikçiler onlardan bir adım bile geri kalmazlar gibi
görünüyor.
*
Merhum Tehanevî sözlerini şöyle sürdürüyor:
Onların hafızalarının kuvvetli
olmasına gelince:
Bu, manen
tevâtür derecesine ulaşmış birçok vaka ile sâbittir: Bilinen
şeylerdendir ki, İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ efendimiz bir defa işitmekle yüz
beyti içinde bulunduran uzun bir kasîdeyi ezberlemiştir. İmam Buhârî
rahimehullâh, âlimler tarafından isnâd [rivayet senedi] ve metin bakımından
karıştırılan ve kendisine imtihan îcâbı arz ettikleri yüz hadîsi dinlemiş, (sadece
bir defa dinlediği bu hadislerin hepsini hemen ezberleyerek) onların hepsinin
hatâsını ortaya koymuş, sonra da sahîh ve doğru şekillerini serd etmiştir. …
Muhaddislerden birçoğu şeyhlerini [hocalarını]
imtihan etmişler, birçok zaman evvel kendilerine rivâyet ettikleri hadîsleri
tekrârlamalarını istemişlerdir. Onlar da herhangi bir fazlalık ve noksanlık
olmadan önceki rivâyetlerini ezberden tekrârlamışlardır ki, bütün bunlar siyer,
târîh ve esmâ-i ricâl (biyografi) kitâblarında zikredilen meşhûr vakalardır.
Bunlar da onların ezberlerinin kuvvetli olduğunu göstermekte yeterlidir.
Sonra muhaddislerin, zâyıf ravilerin
(hafıza ya da sözüne güvenilirlik bakımından zayıf rivayetçilerin, nakledicilerin)
rivâyet ettiklerini atmaları, sahîh
hadîsleri rivâyet etmeleri [bu hadîslerin ezberlenmiş ve korunmuş olduğuna
dâir] hüccet olarak yeterlidir. Muhaddisler bu yolda hiçbir gayreti eksik
etmemişlerdir. Nitekim bu, esmâ-i ricâl kitâblarına [hadîs rivayetçileriyle
ilgili kitaplara] müracaatla ortaya çıkacaktır.
Günümüzde bile, Moritanya gibi ülkelerde ezber
usulüyle yetişen ulemanın duydukları sözleri hemen ezberleyebildikleri
biliniyor.
Hatta, bilmediği yabancı dilde söylenen sözleri bile
anlamadığı halde bir defa duymakla aynen ezberleyebilenleri mevcut.
Merhum Tehanevî’nin sözlerine dönersek:
Şöyle denilmez: Burada söz,
hadîslerin hüccet (delil) olup olmayacakları etrâfında
dönmektedir. O hâlde hadîslerin hüccet oluşu husûsunda hadîslerle nasıl
delîl ileri sürülebilir?!. [Yani davacı aynı zamanda şahit olamaz.]
Çünkü biz şöyle diyoruz: (Sizin
ileri sürdüğünüz) söz ahkâm hadîsleri
[hüküm koyan hadîsler] hakkındadır. Bu (bizim aktardığımız [hafıza kuvveti
örneği]) ise bir kıssadır ve târîhten bir
parçadır. Târîhte ise hadîsle (sözle, rivayetle) tartışmasız hüccet ileri
sürülür. [Bütün tarih hadîslerden/sözlerden ibarettir, ister kitaplara isterse
taşlara/kitabelere yazılmış olsun.]
Eğer bu kıssa fıtrata (insanın
yarıtılışına, yapısına) ters düşen bir şeyi hikâye etmektedir, derlerse; biz
şöyle deriz:
… biz bunun fıtrata ters düştüğünü
kabûl etmiyoruz. Çünki hipnotizmacılar bazen bu işi üzerlerinde yaptıkları
kimselerin hayâllerinde bilinmeyen şeylerin ortaya
çıkmasında, yâhud da bilmiş olduğu bir takım şeyleri hâfızasından
uzaklaştırmasında tasarruf etmektedirler [unutulmuş şeyler hipnozla ayrıntılı
biçimde hatırlanabilmektedir]. Bizim murâdımız Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’in [ashabının hafızası için dua etmesi] tasarrufunun bu kabîlden [hipnoz
benzeri] olduğunu söylemek değildir. Maksadımız ancak bu şekilde, bu gibi
şeylerin meydana gelmesinin fıtrata muhâlif olmadığıdır (insanın yapısına
aykırı olmadığıdır). Eğer bunu kabûl edecek olursak, o bir mucizedir. Sâbit
olmuştur ki, mucizelerin meydana gelmesinde (aken bile) hiçbir mânî yoktur.
Güçlü hâfızaya gelince, bunun insanlardan bir kısmında bulunduğu inkâr edilemez.
Hatta bizim zamanımızda da bu vardır. Ben Hâfız Rahmetullâh el-İlâh Âbâdî ile
karşılaşıp onda sıradan olmayan bir hâfızanın olduğunu görmüş insanları ziyâret
ettim. Onlardan bunu gösteren birçok vakaları işittim.
Sonra onlar hadîsleri işittikleri
gibi tebliğ etmeye rağbet ediyorlardı. Çünkü Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem
onlara şu sözüyle duâ etmişti: “Allah teâlâ sözümü işiten, ezberleyen, muhâfaza
eden ve onu işittiği gibi başkalarına aktaran bir kulun yüzünü ak etsin.” Bu nebevî
duânın mazharı olmaya rağbet ederek bütün güçlerini imkân kadarıyla hadîsleri
nasılsalar öylece tebliğ etmeye sarf ediyorlardı. Ve Resûlüllah sallellâhu
aleyhi ve sellem’den işittikleri “Kim bana demediğimi yalan olarak iftirâ
ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın” hadîsinden dolayı hadîslerde değiştirme
yapmaktan korkuyorlardı….
Sonra, muhaddisler (bazı) uzun
hadîsler söz konusu olduğunda ‘benzeri’, ‘veyâhud bundan başkası (yahut bunun gibi)’
sözleriyle hadîsleri tereddüt kelimeleriyle rivâyet ederlerdi. Bu da hadîslerin
lafızlarına şiddetli itinâ göstermeleri ve bu bâbdaki ihtiyâtlarının açık
delîlidir.
İşte bu yüzden o zaman hadîsi
yazarak kayda almamak, hadîslerin ezberlenmesine zararlı değildi. Hatta
dikkatli bir şekilde bakıldığı zaman bunun onlara fayda verici ve
ezberlemelerine yardım edici olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünki yazanlar
yazılarına güvenirler. Bu yüzden hâfızalarını alıştırmaları az olur. Ma’lûmdur
ki, fıtrî mevhibeler (yetenekler), beyin jimnastikleri ve alıştırmalarıyla
kuvvet bulur. Biz uzun hesâbları zihninden yapan ümmîler [okuma yazma
bilmeyenler] görmüşüzdür. Ama bu, okur-yazar olanlarda böyle değildir. Zîrâ
okur-yazar olan, çoğu zaman yazmadıkça bir şeyi ezberleyemez/hatırlayamaz. Bu
da günümüzdeki ezber zayıflığındaki meydana gelen zayıflık sebeplerinden
biridir….
İsnâdlara, metinlere ve esmâ-i ricâl
kitâblarına dikkatle bakarsak Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerinin ve
işlerinin hıfz edildiği ve değiştirme ve yerine başka bir şey getirmek
sûretiyle herhangi bir şey vâkı’ olmadan tedvîn edildiğine dair bir gönül
huzûru hâsıl olur.
Şübhe yoktur ki bu anlatılanlar,
haber-i vâhidlerde [tek kanaldan gelen rivayetlerde] geçerlidir. Biz hadîsleri
ve isnâdlarını toplarsak, metinlerin ma’nâlarında
bir birlik, isnâd ve tarîklerde [rivayet kanallarında] onları tevâtür [yalan
üzerinde birleşilemeyecek çokluk] derecesine ulaştıracak bir fazlalık
buluruz.
[Aynı kelimelerle değil] Manâyla
rivâyete gelince…
Biz bunu inkâr etmiyoruz. Ancak manâyla
rivâyet onların âdeti değildir. … Mütevâtir hadîslerde ise rivâyetle
alâkalı şübhelere asla imkân yoktur. Çünkü onlarda [rivayet eden sayısı çok
fazla olduğu için] râvînin ne doğruluğu, ne ezberlemesi ve ne de adâleti şart
koşulmaz [Çok sayıda kişi hep birden ağız birliği etmişcesine yanlış birşeyi
aynı şekilde rivayet etmez]….
Sonra hadîs kitâblarına müracaat
eden kimseye gizli kalmayacaktır ki, bir hadîsi bazen sahâbeden bir topluluk
rivâyet eder ve onu lafızla [aynı kelimelerle] rivâyet ederler. Diğerleri manâyla
rivâyet ederler. Onların hadîsin ma’nâsındaki beraberlikleri [ittifak etmeleri]
onu manâyla rivâyet edenin hadîsi tam olarak anladığını gösterir. …
Buna göre sahâbe radıyallâhu
anhum’un Kur’ân ve Sünnet’ten
anladıkları başkalarının anladıklarından çok daha fazla itimâda lâyık ve
sağlamdır.
O halde (Sahâbe’nin) sözleri
bırakılıp da [sonraki çağlarda yaşayıp da] salt kendi anlayışıyla, ilmî
inceliklere ters düşüyor iddiâsıyla sahîh hadîsleri reddedenlerin sözüne nasıl
iltifât edilebilir?!…
Sonra, bu hususlara ibret gözüyle baktıktan
sonra şâyet (yine de) bir şübhe kalırsa hiç kuşkusuz, bu şübhe,
hadîslerden ancak bir kısmının kesinliği
için söz konusu olabilir [tamamının değil]. Bu şübhe ile ise en fazla, bu gibi
hadîslerle kat’î hükümlerin sâbit
olmayacağı, fakat bunlarla zannî hükümlerin
sâbit olacağıdır. Zannî hükümlerin de dînin amel edilmesi vâcib olan
parçalarından bir parçası olması sebebiyle, şübhesiz ki bu, maksûda zarar
vermez.
Çok güzel bir tahlîl ve tenkîd olarak şu makāleyi de tavsiye ederim Seyfi Bey.
YanıtlaSilHermeneutik Yöntem ve Usul-i Fıkhın Kat’î-Zannî Diyalektiği: Hitap-Muhatap Bağlamında Hermenötik Bir Çözümleme
👇
http://isamveri.org/pdfdrg/D083494/2002/2002_YIGITM.pdf