Bu yazıda, İhsan Şenocak’ın “Ebu Hanzala'nın İftiralarına Karşı Son Sözüm – 2” başlıklı videosunun ilk üç beş dakikasını konu edineceğiz.
Sözlerine,
Halis Bayancuk’un Türkiye’deki Diyanet’e bağlı camilerle ilgili “tağut”
iddiasını konu edinerek başlıyor.
Bayancuk’un
yaptığı genelleme hatalı.. Tümden doğru değil..
Fakat
tümden yanlış da değil.
*
Bugünkü
Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejimi (İslam’a göre, evet İslam'a göre) “tağut” hükmünde olduğu ve de
Diyanet İşleri Başkanlığı devletin emri altında bulunduğu için, Diyanet
camilerinin tağutî bir boyutu var. (Tağut kavramı için Soner Yalçın’ın hurafe
kitabına değil, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Tâgût” maddesine bakınız.)
Türkiye
Cumhuriyeti devleti, laikliği (siyasal dinsizliği) gereği İslam’ın (yani Allahu
Teala’nın) hükümlerini dünya işlerinde dikkate almadığı (hatta irtica "tehlike"si
kabul ettiği) için, otomatikman tağut hükmünü almaktadır. (İslam’a göre böyle..
Devletin anayasasına göre ise bu, çağdaşlık ve uygarlaşmışlık, medeniyetten nasiplenmişlik demek.)
Böyle
olunca, özerk olmadığı, doğrudan devletin emri altında bulunduğu için Diyanet
teşkilatı da son tahlilde tağutun emri altındaki bir kurum haline gelmektedir.
Nitekim
bunun bir sonucu olarak Diyanet, cuma hutbelerinde hiçbir zaman şeriat ve
İslam devleti gibi kavramlara yer vermemektedir. (Veya verememektedir.)
*
Ancak
bu, Müslümanlar’ın camilere küsmesini, onlara sırt çevirmesini gerektirmez.
Bundan
500 küsur sene önce Türkiye alevîleri namaz kılan, camiye giden insanlardı.. “Yavuz
Sultan Selim – Şah İsmail” ihtilafı sonucu camilere sırt çevirip “sivil ibadethaneler” (yeraltı ya da merdiven altı dinî kurumlar) oluşturunca yavaş yavaş, kademe kademe bugünkü namazsız niyazsız, semahlı “cemevi alevîliği” noktasına
geldiler.
Bayancuk’un
tespiti özü itibariyle doğruluk payı taşısa da, Diyanet’in camilerine karşı sergilenecek
tavır konusunda söyledikleri tam doğru değil.
Mesela
Kâbe putlarla dolu olduğu ve Kâbe’nin idaresi müşriklerin elinde bulunduğu
halde Müslümanlar Hudeybiye’den sonra umre yapmışlar, tağutun elinde diye ona
sırt çevirmemişlerdi.
*
Ancak,
Müslümanlar’ın Diyanet’in bu rejimdeki konumu hakkında müteyakkız olmaları da
gerekiyor.
Yani ona
tümden bel bağlamamaları icab ediyor.. Bununla birlikte bütün Diyanet personelini
suçlamak, yaptıkları hizmetleri görmezden gelmek de doğru değil.
(Benim yaşadığım mahallenin camisinin imamı, 2000’li yıllarda Avustralya’da altı sene Diyanet
camisinin imamı olarak görev yapmıştı.. Bana şunu demişti: “Bizi, yurtdışına
gidecek olan din görevlilerini topladılar, MİT’ten birileri gelip konuştu, ‘Yurtdışında
beraber çalışacağız’ dediler.”
Merhum
Kadir Mısıroğlu da hatıralarını anlattığı kitaplarında bu yönde malumat veriyor..
Yurtdışı tecrübesi var.
Eski MİT’çi
Yılmaz Tekin de anılarını anlattığı Simitçi adlı kitapta MİT’çiler ile müftüler
ve imamlar arasındaki bağlantılar konusunda ilginç birşeyler yazmış durumda.)
*
Öte yandan, mescid-i dırarla ilgili ayeti de hatırlamak gerekiyor.
Fakat
Türkiye’deki camilere külliyen mescid-i dırar denilemeyeceği gibi, bütün
Diyanet personelini aynı torbaya doldurmak da doğru değildir.
Diyanet
1930’lu yıllarda da tağutun emri altındaydı fakat Diyanet’te görev yapan birçok
zat, halkın İslam’ı unutmaması için unutulmaz hizmetler yaptılar.
Dolayısıyla,
Bayancuk’un Diyanet’in tağutla bağlantısı noktasından yaptığı tespitin doğru,
fakat bu tespite dayanarak yaptığı çıkarımların önemli bir bölümünün yanlış
olduğu kabul edilebilir.
Fakat,
Bayancuk’a inat olsun diye Diyanet’i tümden pîr ü pak, peygamberler gibi masum
ve kusursuz ilan etmek de gerekmiyor. (Hayrettin Karaman'ın bu tür yazılarını tenkit konusu yapmıştık.)
*
İhsan
Şenocak’ın sözlerine dönelim..
Halis
Bayancuk’a karşı, uyanık ya, “Ayet-i kerimeyi okuduktan sonra müslüman kalkar da ben delil
istiyorum der mi kardeşim?” diyor.
Tamam
da, o da sana mescid-i dırarla ilgili ayeti okuyor.
Bayancuk’un
Türkiye’deki Diyanet’e bağlı bütün camileri mescid-i dırar gibi göstermesi yanlış,
fakat, Şenocak’ın sanki laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti’ndeki camiler
asla mescid-i dırar haline getirilemezmiş, bu sadece Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem dönemine özgü bir arızaymış gibi konuşması da sahtekârca.
Aslında burada sahtekârca kelimesi durumu ifade için yetersiz kalıyor.
Bayancuk’un küfre duyduğu öfke, onun aşırı tepki göstermesine, yanlış genellemeler yapmasına neden oluyor, fakat buna karşılık Şenocak da, “mescid-i dırar münafıklığının avukatlığı"na soyunuyor.
*
Bu noktada Şenocak’ın kullandığı “kıymetlendirme” kelimesinin bana hayli ilginç geldiğini söylemeden geçemeyeceğim.. Değerlendirme yerine kıymetlendirme kelimesini kullanmak, istihbaratçıların huyudur; onların jargonu böyle.
Şenocak şunu diyor: “Yani mevzuyu
Allah Teala’nın ayeti, Peygamber aleyhisselam’ın buyruğundan başka neyle
kıymetlendirebilir, neyle ifade edebiliriz?”
İstihbaratçılarla sohbeti koyulaştırmış gibi görünüyor.. Kır at'ın yanında duran ya huyundan ya suyundan.. Bazen de hem huyundan hem suyundan.. Azığından, yem'inden..
Şenocak şunu da diyor: ” Onun için Allah Teala, camileri kimler yapar, bunu
kıymetlendirirken buyuruyor ki: ‘… Yani camiyi ancak ve ancak şunlar yapar.
Sonunda da ‘Sadece ve sadece Allah Teala’dan korkanlar cami yapar.’…”
Peki, mescid-i dırarla ilgili ayeti niye hiç hatırlamıyorsun:
"Bir de zarar vermek, kâfirlik yapmak, mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve Resûlü ile harp eden kimse hesabına gözetleme (ajanlık) yapmak için bir mescid (cami) edinenler vardır. “İyilikten başka bir şey istemedik” diye yemîn de edecekler. Hâlbuki Allah şâhitlik eder ki, şübhesiz onlar elbette yalancıdırlar!" (Tevbe, 9/107)
*
İstihbaratçıların mesleğinin (çalışma tarzlarının) aslı esası yalancılık, aldatma, hile ve olduğundan farklı görünmekten ibarettir.
Bu mescid-i dırar ayeti, laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve MİT’inin Diyanet eliyle yurtdışında açtığı camilerin durumuna biraz ışık tutuyor..
Ne zaman ki Almanya gibi
ülkelerdeki vatandaşlarımız camiler kurdular, bu arada “devletin güdümünde
olmayan” hocalar İslam’ı hür bir şekilde tam olarak anlatmaya başladılar, laik
devletin etekleri tutuştu.. Diyanet’e cami açtırmaya başladı.
Önce, Murat Bayrak gibi ajanları vasıtasıyla kafakola aldıkları (light Müslüm Gündüz, ya da "mürekkep yalamış Müslüm" denilebilecek) “kara ses” Cemalettin Kaplan gibi şöhret ve unvanperestlere “mescid-i dırar”ımsılar açtırdılar.
Bu, ilk adımdı..
Millî Görüşçüler ile “kara ses”ciler birbirlerini
yiyip bitirdikten, araziyi hazır ve milleti perperişan hale getirdikten sonra
da mehter eşliğinde Diyanet’i savaş meydanına sürdüler.
*
Tabiî başka şeyler de yaptılar..
Mesela 12 Eylül darbesinden sonra MİT’ten bir albay Yeni
Asyacıların lideri Mehmet Kutlular’a gidip, “Yurtdışında Millî Görüşçüler’e ve Süleymancılar’a
karşı bizimle işbirliği yapın, ‘mescid-i dırar’ cemaat (cemaat-i dırar) haline gelin, sizi destekleyelim,
Nurculuğunuzun önünü açalım” teklifinde bulundu.
Kutlular kabul etmedi.. Ama kabul eden tarikatçılar, şeyhimsiler, hocaefendimsiler, cemaatimsiler vardı.
(Bu MİT güdümlülerin sayısı Akparti iktidarı döneminde tavan yaptı.. MİT'in emrine girmek eskiden ayıpken şimdi neredeyse iftihar vesilesi haline geldi.. Halbuki devlet "değiştirilemez"lerinde ve Kemalistliğinde sabit kadem.. Ne oldu, memlekette Allah'ın indirdiği ile hükmedilmeye başlanıldı, Selanikli'nin putlaştırılan heykel ve resimleri çöpe atıldı da bizim haberimiz mi yok?! Adamın manevî hatırasını geçtik, tenekeden tahtadan kartondan heykel ve resimleri, anıtlaştırılmış kabri bile mukaddes varlık muamelesi görüyor, putlaştırılıyor.)
Evet,
Bayancuk’un genellemesi hatalı, fakat Şenocak da, ya saf ve som, süzme embesil,
ya da rolünü çok iyi oynayan bir sahtekâr "dırar" dümbelek.
Dırar borazan.
*
Böylesi durumlarda adamın Diyanet’ten istifa etmiş, sözde mağdur edilmiş olmasına falan itibar edilmez.
Bu Şenocak bir ara Cübbeli’nin cübbesinin kanatları altındaydı, sözde birlikte Ehl-i Sünnet müdafaası yapıyorlardı, sonra ayrıldı..
Buna da itibar edilmez..
Cübbeli’nin bir istihbarat operasyonu olarak Fatih Altaylı tarafından meşhur edilip şişirildiğini, önemli bir kanaat önderi haline getirilmeye, İsmail Ağa cemaati sempatizanları için “rol model” yapılmaya çalışıldığını birisi söylerse ben buna itiraz etmem.
Edemem.
Evet, Şenocak, bir ara onunla aynı bayrak altında yer aldı..
İstihbarat teşkilatları tek “at”a oynamazlar.. Her zaman her grupta yedek atları ve oyuncuları hazırdır.. Hazır etmeye çalışırlar.
Ayrıca “sahte muhalefet” de üretirler..
*
Diyelim ki Cübbeli’ye yatırım yaptılar, fakat tutmadı, etrafındakiler dağılmaya başladı, böylesi bir durumda, küsenlerin gidecekleri, sözde Cübbeli’nin hatalarına tepki gösteren sahte bir yeni adres oluştururlar.
Yeni sahte adres, eskisine yöneltilen suçlamaların benzerini yapmayacaktır.. Mesela, Fatih Altaylı'nın yeni Cübbelisi olmayı reddederek "Cübbeli gibi olmayan kahraman" gibi görünecektir.
Böylesi bir durumda, Fatih Altaylı'ya, "Falanın seni reddedip kahramanlık taslaması için ona pas ver" denilmiş olmadığından hiçbir zaman emin olamazsınız.
Aynı şekilde, bu devletin istihbaratı, Diyanet’e güvenmeyen kişiler için, sözde Diyanet’le biraz ters düşen (özde ise “laik devlete biat ve bağlılık” konusunda Diyanetçilerden bile daha kötü durumda) “Diyanet dışı” odaklar oluşturmuyorsa, saftirikler için kapılanılacak alternatif "kapı"lar hazırlamıyor, açmıyorsa, bu istihbaratçılık işinde sınıfta kalmış demektir.
*
Şunu demek istiyorum: Şenocak’ı “şüpheli” bir vaka olarak görüyorum..
İleri derecede şüpheli.
Bu hataları saf ve bön olduğu için mi yapıyor, yoksa kendisine ezberletilen rolü mü oynuyor, şu anda kesin birşey diyemem.
Gelecekteki performansı bu konuda kesin bir hüküm vermemizi sağlayacaktır.
Fakat, her iki ihtimal çerçevesinde de sözüne değer verilecek, birlikte yol yürünecek bir adam olmaktan uzak.
Bilinçli "dırar" veya bilinçsiz zarar ziyan.
*
Bayancuk’a gelince.. Samimi bir arkadaş, fakat aşırılık sergiliyor.
Şeytan'ın hileleri çoktur.. Mesela (İbrahim Hakkı Erzurumî hazretlerinin Marifetname'de ifade ettiği gibi) bir insanı farzları yapmaktan vazgeçiremiyorsa, bazen, nafileler konusunda aşırılığa iterek ibadetten bezdirmeye çalışır.
İslam'la mücadele eden şeytanlaşmış odaklar da bazen benzer taktikleri hayata geçirir, sizin bir doğrunuz konusunda aşırılık sergileyerek itibarsızlaşmanız için sizi tahrik eder, tuzağa çekerler.
*
Mesela Bayancuk-Korkmaz tartışmasını alalım..
Tartışmanın ardından aynı kişiler bir yandan "Hocam, fazla alttan aldınız, karşınızdakinin ağzının payını vermeliydiniz, size yakışmadı" mesajları gönderirken, diğer taraftan da karşı cenah adına hakaretler ve küfürler yağdırır, adamı zıvanadan çıkarmaya çalışırlar.
Bir Ehl-i Sünnetçiyi selefîlik adına tekfir ederken, selefîye de Ehl-i Sünnet adına olmadık suçlamalar yöneltir, onun "Ehl-i Sünnetçilik ve tasavvufçuluk küfrün ve münafıklığın diğer adı haline gelmiş" diye düşünmesini sağlarlar.
Bilmediğimiz, tanımadığımız insanların övgülerine ve sövgülerine asla değer vermemeliyiz.
Tanıdığımız insanların da laflarını, kendilerinden menkul kerametlerine bakarak değil, sözleri ile yaşantıları arasındaki uyum, ahlâk ve karakterleri, ilmî müktesebat ve ciddiyetleri temelinde değerlendirmemiz gerekir.
*
Evet, gördüğüm kadarıyla, Bayancuk'un küfre ve münafıklığa olan öfkesi onu yanlış genellemelere itiyor:
“Ey îmân edenler! Allah için (hakkı) ayakta
tutanlar, (ve) adâletle şâhitlik eden kimseler olun! Bir kavme olan kîn,
sizi aslâ adâletsiz olmaya sevk etmesin! Âdil olun! Bu, takvâya daha yakındır.
Ve Allah'tan sakının! Şübhesiz ki Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” (Maide, 5/8)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder