İmamet/hilafet konusunda
geçmişte (İslam bilginleri arasında) yapılmış tartışmalar, İslam devletine ve
Şeriat’e karşı olan İslam düşmanları tarafından (bağlamından
koparılarak) istismar edilmekte ve çarpıtılmaktadır.
Eski
İslamcı, turfanda "muhafazakâr demokrat" yerli-milli
münafık taifesi ile (Fethullahçı Takiyye Örgütü türünden) Siyasal İslam (İslamî
siyaset) düşmanı dindarımsılar da bu İslam düşmanlarından geri kalmıyorlar.
Öyle ki, Ehl-i Sünnet
uleması tarafından imametin itikadî bir mesele olmadığının
söylenmesinden hareketle İslam devletinin gerekli olmadığı düşüncesi
bile yerleştirilmeye çalışılıyor.. Çalışıldı.
Fakat aynı
çevreler, laik (siyasal dinsiz) devlet söz konusu olduğunda “devletçi”
olarak ortaya çıkabilmekte, devleti kutsal bir kurum kabul
edebilmekteler. (1980'lerin devletçi FETÖ'sü, diktiği devletçilik ağaçlarının
meyvelerini son 10 yıldır toplamakta olduğu için bundan vazgeçti, devletçilik
nöbetini diğer TÖ adaylarına bıraktı.)
İslam devleti idealini
önemsemeyen bu çevreler, "mevcut" devleti halihazırdaki rejimi
çerçevesinde öyle bir benimsemekteler ki, akıllara Cemal Bali
Akal’ın modern/çağdaş devlet için kullandığı “sivil toplumun
tanrısı” tabiri gelmektedir.
*
İslam devletini bile
önemsemeyeceksin, fakat laik (siyasal dinsiz, son tahlilde dinsiz)
devleti önemseyeceksin, bu olabilir mi?!
Üstelik, “Yaratıcı’ya
(Halik’a) isyan olan yerde yaratılmışlara (mahlûka) itaat edilmemesi” ilkesinin
bir sonucu olarak, laik (siyasal dinsiz) devletlere müslüman bireylerin
itaati dinî bir zorunluluk olmaktan uzakken..
Burada itaatin kaynağı dinî vücub (gereklilik) değildir (Ki esasen dinî gereklilikten söz etmek laikliğe aykırıdır).
Evet, burada itaatin dayanağı, devletin itaatsizlik durumunda “zor”
kullanıyor olmasıdır (Ki bu zor, bazen adalete hizmet etse de, kimi durumlarda zorbalık olarak da kendisini gösterebilmektedir. İslam açısından devletin Şeriat’e aykırı her
dayatması zorbalıktır.)
*
Bununla birlikte, İslam
uleması imametin (İslam devletinin) hayata geçirilmesinin (amelî bir
mesele olarak) vacip olduğunu ittifakla söylemektedirler.
Müslüman halkın,
devletin (bu devlet ister "resmen" İslam devleti, isterse dinsiz devlet olsun) İslam’a
aykırı dayatmalarına (güçleri yetiyorsa elle, yetmiyorsa dille, ona da
yetmiyorsa kalple) karşı çıkmaları, itiraz etmeleri gerekmektedir.
Elle ve dille karşı
koymak herkes için mümkün olmayabilir, fakat kalple karşı koymak, buğz
etmek herkesin elindedir, bu noktada kimse için mazeretten söz
edilemez.
Kalben muhalif olan, el ve
dille karşı koyamıyor olsa bile, destek de olmaz.
Destek vermeye (mazeret
sayılacak ölçüde) “zorlanmadığı”, ikrah söz konusu
olmadığı halde kim buna razı oluyorsa, kalben buğzetme emrini yerine getirmiyor demektir.
Ve bu, imansızlık alâmetidir.. Çünkü, kalple buğz, imanın en zayıf tezahürüdür. (İmam Nevevî Kırk Hadîs’inde konuyla ilgili hadîsi şerh ederken buna değiniyor.)
(El ve dil ile müdaheleye gücü yetmediği için kalbiyle buğz eden kişinin "zayıf imanlı" olduğu söylenemez. Sorumluluk güç ve kudret, imkân ve kabiliyet nisbetindedir. Fakat bunlara gücü yettiği halde salt kalple buğzla iktifa eden kişinin zayıf imanlı olduğunu söylemek gerekir, çünkü imanı onun harekete geçmesini sağlamaya yetmemektedir. Kötülükle el ve dil ile mücadeleye muktedir olduğu halde bunu yapmadığı gibi bir de kalple de buğzetmeyen kişi ise nifakla malul demektir.)
*
Bu noktada şunu da
belirtmek gerekiyor:
İtikadî olan ile amelî olan
arasındaki sınır çok incedir. Hatta bazen belirsizdir.
Mesela namazı alalım, itikadî bir
mesele midir, yoksa amelî bir mesele mi?
Namaz, ilmihal
kitaplarında İslam’ın şartları arasında sayılır, imanın
şartları arasında değil.
Ve sonuçta amelî bir
olaydır, amel olarak tezahür eder.
Onun için, her namaz
kılan otomatik olarak mümin hale gelmez, iman etmekle
namaz kılmak ayrı şeylerdir, münafık da yerine göre namaz
kılar.
Buna bakarak
namazın itikadî değil amelî bir mesele
olduğunu söylemek elbette mümkündür.
Fakat namaz, farziyetine
inanma bakımından da itikadî bir meseledir.
Namazın farziyetine
samimi bir şekilde inanan, bunu da ikrar eden, fakat nefsine uyup namazını
kılmayan biri mümin kabul edilebilir de, dünyevî getirisi için namaz
kılan bir münafık amelinden dolayı mümin hale gelmiş olmaz.
İslam devleti ve Şeriat’le
yönetilme meselesi de böyle.
Bunun gerekliliğine
samimi olarak “inanan”, ve bunu da sözlü olarak dile getiren, ikrar eden kişi,
ameli buna aykırı bile olsa, mümin kabul edilebilir, fakat, İslam devletinin
gerekli olmadığını, Şeriat’le yönetilmenin önem taşımadığını düşünen
bir kişi, namaz da kılsa, oruç da tutsa, hac ve umre de yapsa küfre düşmüş olur.
Çünkü böylece “Allah’ın
indirdiği ile hükmetme” konulu ayetleri inkâr etme, Kur’an’ı
yalanlama tavrı sergilemektedir.
Bu durumda “imanın
şartları”ndan olan “kitaplara iman”ın gerçekleşmiş olmasından söz
edilemez.
Devletlerin durumu da
böyledir.
Bir devlet, anayasasına
“Yasalar Kur’an ve Sünnet’e, İslam Şeriati’ne aykırı olamaz”
hükmünü koyduğunda, o devletin birtakım uygulamaları İslam’a aykırı olsa bile
onu İslam devleti olarak kabul etmek mümkün olur, fakat,
anayasasına “Devlet yönetimi din kurallarına uydurulamaz” hükmünü koyan
bir devlet, küfür devletidir.
*
İmam Cüveynî şunu
demektedir:
“İlim ya akıldan veya şeriatten alınır.
İmamet ve detaylarında aklın hiçbir yorumunun geçerliliği yoktur.”
(Ebu’l-Maâlî
Abdulmelik b. Abdillah Cüveynî, Gıyâsu’l-Umem fî İltiyâsi’z-Zulem, Tahk.
Halil el-Mansur, Beyrut: Dâru’l-Kutub el-İlmiyye, 1997, s. 60’tan aktaran Mehmet Salih Gecit, İslâm
Kelâmında Siyâset ve İmâmet Tartışmaları, doktora tezi, Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 17.)
Yani insanlar “devlet”
meselesinde “Biz böyle düşünüyoruz, ben böyle düşünüyorum” deme
durumunda değildir.
Şeriat (Kur’an ve
Sünnet) ne diyor, ona bakılması gerekir.
Bir başka deyişle, dinî
mükellefiyet ve sorumluluklar salt akıl yürütme yolu ile oluşmaz, nass gerekir.
Ulema hilafet/imamet kavramını
tartışırken gerçekte doğrudan devlet meselesini ele
almaktadır, yani “Devlet konusu ayrı, hilafet/imamet konusu ayrı” denilemez.
Şunun gibi: Suudi
Arabistan Krallığı dediğimizde krallıktan kastımız devlettir..
Hilafet/imamet denilirken de
kastedilen “İslam devleti”dir.
Dolayısıyla İmam
Cüveynî’nin sözünü şöyle anlamak gerekiyor:
“İlim ya akıldan veya Şeriat’ten
alınır. Devlet meselesi ve detaylarında aklın hiçbir
yorumunun tek başına geçerliliği yoktur.”
*
Ancak, bu mesele
etrafında yapılan tartışmaların dallanıp budaklanmış, yanlış noktalara
götürülmüş olduğu görülüyor:
Şia âlimleri imâmeti dinin aslından [usulüddinden
itikadî bir mesele] sayarken, Ehl-i sünnet âlimlerine göre dinin füruundandır
[amelî bir meseledir}. Şehristânî, Cüveynî ve Amidî'ye göre imâmet meselesi
itikâdî bir mesele değildir. Onların bu konudaki sözleri şöyledir: "Bu
konuda görüş beyân etmek itikâdın asıllarından değildir."
(Gecit, s. 217.)
Bundan hareketle “İmâmeti inkâr
eden kişi, namaz, oruç, hac gibi dinî esasları inkâr eden şahıs gibi küfre
düşmüş sayılmaz. Zira imâmet, zaruriyyât-ı dinden değildir”
diyenler bile çıkmış.
Ancak mesele bu kadar
basit değil.
Çünkü imameti (hilafeti, İslam devletini) inkâr ile gerekliliğini bilmeme arasında bir fark
bulunduğu gözardı edilemez.
Kur’an’da “Allah’ın indirdiği
ile hükmetme”nin yanı sıra ulu’l-emr ayeti de bulunduğuna, ve
Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmama söz konusu olamayacağına göre
imamet meselesini tümden inkâr mümkün olabilir mi, bu soru üzerinde düşünülmesi
gerekir.
Ayrıca, imameti inkâr
etmek; imama biat etmemenin cahiliye ölümüne yol açacağını
ifade eden hadisleri, yine, üç kişinin bir araya gelip yolculuk yapmaları
durumunda bile aralarından birini imam seçmeleri gibi tavsiyeleri reddetmek
ve yok saymak anlamına da gelebilir.
Bunların yanı sıra, konu
ile ilgili hadislerden bir “manevî tevatür” durumu ortaya çıkar mı,
çıkmaz mı, bunun da incelenmesi önem taşıyor.
Dolayısıyla, imamet
konusunu bilip de inkâr etmekle, bu konuda bilgi
sahibi olmamak arasında bir ayırım yapmak gerekir.
Bu konuda bilgi
sahibi olmamak kişinin imanına zarar vermeyebilir, yani bunun zaruriyyat-ı
diniyeden olmadığı söylenebilir, fakat bunu inkâr etmek de
herhalde zaruriyyat-ı diniyeden değildir.
Öte yandan, Hz.
Ebubekir’in hilafeti ile birlikte, Müslümanların bir imamının (ve dolayısıyla
Şeriat’in yürürlükte olduğu devletinin) bulunmasının gerekliliği konusunda
‘icma’ teşekkül etmiş bulunmaktadır.
İcmaya muhalefet mahzurdan hali değildir.
(Sa’d bin Ubade’nin Hz. Ebubekir’e biat
etmemesi, bir imamın gerekliliğine değil, Hz. Ebubekir’in
imamlığına yönelik bir itirazdı, dolayısıyla icmayı iptal etmez).
*
Yukarıda yaptığımız
alıntının devamı şöyle:
“Cüveynî'ye göre aslını bilmeden bu girift konuya dalanları iki
tehlike beklemektedir: Birinci tehlike, her fırkanın taassuba düşmesi ve haddini
aşması tehlikesidir. İkinci tehlike de kat'iyyet ifâde etmeyen
ictihadî ve ihtimalî meseleleri dinin aslı olarak kabul etme tehlikesidir.
Şehristânî’ye göre imâmet konusunda hataya düşmenin zararı, imâmet
konusunda cahil kalmanın zararından daha büyüktür.” (Gecit, s.
217-8)
Buradaki haddini
aşma, inkâr olarak da ortaya çıkabilir.
Meselenin ifrat ve
tefrit olarak iki yönünün bulunduğu düşünülürse, inkâr, bir yöndeki en uç ve
aşırı noktadır. İnkâr, daha ötesi bulunmayan bir aşırı uçtur.
Dolayısıyla, imameti
inkâr eden bir kimsenin en azından bid’atçi olduğunu kabul
etmek gerekir, ki bid’at de bir sapıtmadır.
Fakat imamet mutlak
olarak inkâr edildiğinde bu inkârın küfre yol açmayacağını savunmak, buna bir tevil yolu bulmak da öyle kolay değildir.
Çünkü böyle bir
kimse, Kitab’ın bir kısmıyla amel edilmesini istemiyor, bunu
baltalamaya çalışıyor demektir.
Şurası açık ki, Şeriat’in
bir kısım hükümlerinin uygulanması imametin (İslam devletinin) varlığına
bağlıdır.
*
Yukarıdaki alıntının
devamı şöyle:
Cüveynî [eseri] Ğiyasî'de bu konuyu şöyle
açıklamaktadır: "İmâmet, akaidin temel kaidelerinden
(asıllarından) değildir. Aksine imâmet, eksiksiz bir yönetimdir. İdâre
ve genel ve özel yönetim ile ilgili sarfedilen görüşlerin büyük çoğunluğu araştırma
ve ictihâd sonucu elde edilen zannî görüşlerden ibârettir." Taftazânî
ise şöyle der: “İmâmetle ilgili hükümler furu (fıkıh ilmi) ile ilgilidir.
Ancak bid’at ehli olanlardan birçok dinî kaideye zıt olan
bozuk itikatlar zuhûr edip yaygınlaşınca, imâmetle ilgili bahisler kelâm ilmine
dâhil edildi.” Taftazânî şu ibâreyi de kullanmıştır: “Bu
konunun itikadî hükümlerden değil amelî hükümlerden
müteşekkil olduğu gizli değildir.” (Gecit, s. 218.)
Bu meseledeki delilsiz
ve mesnetsiz aşırılıkların bir ucunu imameti külliyen inkâr, diğer ucunu
ise Şia’nın (belirli kişilerin tekelindeki, tapulu mal haline
getirilmiş) “masum imam”lık inancı oluşturmaktadır.
“Zamanın imamı”
(“zamanındaki imam” değil) hurafesi de bunlara dahildir.
*
Ehl-i Sünnet ulemasının
imameti dinin asıllarından değil fürûundan kabul etmesi, onu olsa da olmasa da
olur bir konu olarak görmesi anlamına gelmemektedir.
Tam aksine,
imametin fıkhen vacip olduğunu söylemektedirler:
İslâm ümmetinden zuhûr eden fırkalar ve mezhepler, birkaçı hariç
tutulursa, imâmetin vacip olduğu hususunda ittifak etmiştir.
…. Ebu’l-Muin en-Nesefî (v. 508/1115) bu konuda ihtilaf edenlerin görüşlerine
itibar edilmeyeceğini belirtmektedir. Kâdî Abdulcebbâr (v.420/1029) da bu
konuda şöyle der: “İmâmın (imametin) tanınması vaciptir. Kâdı
Ebu’l-Hasan Alî b. Abdilazîz el-Cürcânî dışında bu konuda ihtilaf eden kimse
bilinmemektedir. Ona göre ise bu vaciplik kamuoyuna ve avam
kesimine değil, ulemâya taalluk etmektedir.” Abdulcebbâr
(v.420/1029) bu konudaki görüşleri üç kısma ayırmaktadır: İmâmeti aklen vâcip
kılanlar, sem’an (naklen) vacip kılanlar ve vacip saymayanlar. Bu (son) görüşte
olanlar da çok azdırlar. …
İmâmetin vacipliği üzerinde ittifak eden fırkalar, aklen
mi, şer’an mı vacip olduğu hususunda da ihtilâfa düşüp bu konuda
birçok aklî ve naklî deliller ileri sürmüşlerdir. …. Taftazânî de “bize ve
Mu’tezilenin çoğuna göre imâmet sem’an vaciptir. Diğerlerine göre
ise aklen vaciptir.” der.
(Gecit, s. 219-220.)
Kâdı Ebu’l-Hasan Alî b.
Abdilazîz el-Cürcânî’nin imamet konusunda vacipliğin kamuoyuna
ve avam kesimine değil, ulemâya taalluk ettiğini söylemesi, imametin ulema
açısından vacip, halk açısından ise caiz (olsa da olmasa da olur) bir mesele
olması anlamına gelmiyor.
Burada kastedilen, imamı
seçmek ve belirlemekle yükümlü olanların ulema olmasıdır. Şöyle ki:
“İmâmetin vacip olduğunu ve İmâmın iş başına gelmesinin yolunun
da ihtiyâr (seçim) olduğunu belirten Mâverdî ve el-Ferrâ’ya
göre buradaki vaciplik (farziyyet) kifâyet üzeredir (farz-ı kifaye). O halde
imâmı seçmek ümmetin tüm bireylerine değil, ümmetten olan iki kesimden birine
farzdır (farz-ı kifâyedir).” Gecit, s. 223.)
Bu iki kesim ise,
ihtiyar heyeti (seçiciler kurulu, ehl-i hal ve akd) ile imamet şartlarını
kendilerinde taşıyanlardır. (Gecit, s. 223.)
*
Öte yandan, imametin
vacip olmadığını ileri süren Haricîler, onu inkâr ediyor da değiller:
“… Cürcânî ise Haricîlerin imâm nasbının vacip olmadığı
görüşüne bir açıklık getirmektedir. O da şudur: Haricîlere göre bu iş caiz olan
işlerdendir (yasaklanmış işlerden değildir). Buna göre Haricîlerin imâm
atanmasına karşıt bir görüş ileri sürmüş gibi gösterildiği imajlar doğru
değildir. Ayrıca bu açıklama sayesinde, onların da imam atanmasının karşısında
olmadıkları anlaşılmakta, böylece imam atanması yönündeki müslüman
fırkaların icmaı kuvvet kazanmaktadır.” (Gecit, s. 221.)
Ancak burada icma konusunda
şunu söylemek gerekir: Konuyla ilgili icma, Hz. Ebubekir’in hilafetiyle
birlikte teşekkül etmiş bulunmaktadır.
İcma oluştuğunda, daha
sonraki dönemlerde birilerinin ona muhalefet etmesi icmaı ortadan kaldırmaz.
Bilakis onlar, icmaya
muhalefet edenler olarak görülürler.
Nitekim yukarıdaki
alıntının devamı bunu ortaya koymaktadır:
Bağdadî’ye gelince o, İmâmetin vacip olmadığı görüşünde olanlara
kısaca değindikten sonra imâmetin vücubiyyeti inancına sahip
olanları vacip oluşunun dayandığı illet açısından taksim ederek görüş
farklılıklarına binâen şöyle kategorize etmektedir:
1. Mu’tezile’ye göre imâmet şer’î hükümleri ikâme etmeyi sağlayan
bir lütuf olduğu için vaciptir. …
2. Ebu’l-Hasan ( el-Eş’arî)’ye göre imâmet, şer’î hükümlerden bir
hüküm olup dinî bir hüküm olduğunun bilinmesi aklen câiz olan ve vacip
oluşu da naklen bilinen bir konudur.
3. Sahabîler de imâmetin vacip oluşunda icma’ etmişlerdir.
(Gecit, s. 221-2.)
Sahabenin icmaının
bulunduğu yerde zaten daha sonraki nesillerin itirazının bir kıymeti yoktur.
Ehl-i Sünnet'ten olmak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabının izi üzerinde olmak demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder