Bir önceki yazıda, Seyyid Şerif Cürcanî’nin vahdet-i vücud anlayışıyla
ilgili bazı ifadeleri üzerinde durmuştuk.
Cürcanî’nin sözlerinin esasını keşfî
müşahede (mükaşefe) kavramı oluşturuyor.
Fakat bu “keşf”in “aklın tavrının
ötesinde bir tavır” olmak gibi bir özelliği (ya da iddiası) var.
Akla sığmıyor..
Peki, nakle (nasslara, ayet ve
hadîslere) sığıyor mu?
Onlara da sığmıyor.. Sığsa, İbn Arabîci (İbn Arabist) vatandaşlar milleti keşflerine değil ayet ve hadîslere
davet edecekler, ortada tartışılacak bir mesele kalmayacak..
*
Bir önceki yazıda özellikle şu hususa dikkat çekmiştik:
Ehl-i sünnet itikadına göre bilgi
üç yolla elde edilir: Akıl, sağlam duyular, doğru haber.
Keşf diye bir dördüncü bilgi kaynağı yok..
Yani bir insan çıkıp, “Bana keşf oldu
ki, bundan böyle helal bildiğimiz şu şey haramdır” diyemez.
Ya da “Haram bildiğimiz şu şey, artık helaldir.. Bunu keşfî müşahede ile öğrendim” diye konuşamaz.
Yahut “İslam’ın şartlarına bir şey daha eklendi, bundan sonra ayrıca şöyle
bir ibadet daha yapmamız gerekiyor” şeklindeki bir iddia ile ortaya çıkamaz.
Amelî hususlarda “yeni
icat”lar çıkarılamayacağı gibi, itikadî
hususlarda da “yeni keşif”ler yapılamaz.
İlki amelî bid’at, ikincisi ise itikadî bid’at olur.. İkincisi daha
tehlikelidir.
Din, “Bugün sizin için dininizi
kemale erdirdim” (Maide, 5/3) ayet-i kerimesinin indiği gün tamamlanmıştır,
dinde eksik gedik yoktur, ve ona eklenecek bir şey de söz konusu değildir.
*
Ehl-i Sünnet uleması “tahkîkî iman –
taklîdî iman” ayrımı yapmaktadır.
Her mümin tahkîkî imana sahip
olmakla yükümlüdür.
Buna karşılık hiçbir mümin “keşf”
sahibi olmakla, “keşfî müşahede” ehli olmakla yükümlü değildir.
Dolayısıyla tahkîkî iman olarak nitelendirilen imanın “keşf”le bir ilgisi
yoktur.
Tahkîkî iman, aklî tefekkür ve nakle dayalı bilgi sayesinde oluşan “delile müstenid”
imandır.
*
Said Ramazan
el-Bûtî, bu “tahkik-taklid” konusunda şöyle diyor:
“Hâl böyle olunca, Allah Teâlâ’nın bizi kesin bir temele dayandırmakla yükümlü
tuttuğu itikadî hususlarda taklidin caiz olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü
taklid, ictihada güç yetirilememesi halinde söz konusu olur. İctihad da ancak,
âyan beyan bilindiği gibi, zanna dayalı
hususlarda caizdir. Allah Teâlâ’nın bizleri kesin kanaat sahibi olmakla
mükellef tuttuğu dinin (itikadî) esaslarında, yukarıda da açıkladığımız gibi,
zanna dayalı herhangi bir şey bulunmadığından ictihad yapılamaz; nerde kaldı ki taklid yapılsın.
“Bir kimse itikadî esaslarla ilgili delilleri anlamayabilir, bu durumda taklide başvurması
şarttır. Çünkü bu, … hem kendisinin, hem de idrak edilebilir şeylerle mükellef
diğer aklı başında kimselerin iştirak ettiği bedihî delillerden haberdar
olmasıdır.
“Bu yüzden âlimler demişlerdir ki: ‘… İtikadî esaslarda taklitçi durumda olan bir kimse hakkında söylenebilecek en ehven söz, “günahkârdır” ifadesidir.’.”
(Said
Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şeriatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid’attir,
çev. Süleyman Çelik, İstanbul: Bedir Y., 2011, s. 172.)
*
Konu, merhum Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin (k.
s.) Ehl-i Sünnet İ’tikadı adlı
eserinde ise şöyle yer almaktadır (Çev. A Kabakçı ve F. Günel, 7. b.,
İstanbul: Bedir Y., 1996, s. 37):
“Allah (c.c.)’ı ve Allah’ın sıfatlarını bilmek,
ilimlerin en yücesi, en büyüğü, en faydalısı, en mükemmeli, en şereflisi, en
parlağı, ruha en fazla tesir edenidir…. İşte bunun içindir ki bu ilmi,
Peygamber (s.a.v.), ilmin başı olarak vasfetmiştir. Bu ilmi, aklî ve naklî delilleri ile bilemeyen bir kimsenin
[başkalarını] taklide başvurmaktan [ve
onlara uymaktan] başka çaresi yoktur. Taklid, Mâtüridî mezhebine göre câizdir.
[Caiz olmak, farz veya vacip olmak anlamına gelmez.]
“Mutezile ulemasına göre taklid câiz değildir. Hatta
Ebu Haşim, taklid edenin kâfir olacağını söylemiştir. Şüphesiz ki doğru olan,
bizim mezhebimizin görüşüdür. Bununla beraber taklid yapan kimse günahkârdır. [Bu nedenle, taklid
için mutlak olarak caizdir denemez, aklî ve naklî delilleri öğrenme
imkânı bulamayan ya da anlayamayanlar için caizdir.]
“Peygamberimiz (s.a.v.)’den şöyle bir hadîs-i şerîfin
rivayet olunduğu ileri sürülmüştür: ‘İhtiyarların dinini taklid edin.’ Halbuki bu, hadîs-i şerîf değildir.
Süfyân-ı Sevrî’nin sözüdür….”
*
Allame
Âliyyü’l-Kârî ise
konuyu şöyle açıklıyor:
İnanç
esaslarına ilâve edilen hususlardan biri de bir delile dayanmadan
taklid eden kişinin imanı sahihtir.
İmam Ebû Hanife, Süfyan-i Sevrî, Mâlik, Evzai, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve müctehidlerin umumu ile hadis âlimleri taklidçinin imanının sahih
olduğunu, ancak delil bulmadığı için günahkâr olduğunu söylemişledir. ... Mûtezile’ye göre ise
şüpheyi defetmek mümkün olacak şekilde her meseleyi akıl delâleti ile bilmedikçe
bir kimse mümin olamaz. …
…
Bu ihtilâf dağ başında bulunup da bu âlem hakkında düşünmeyen, yaratıcısı
hakkında asla düşünmeyen kimseler hakkında doğmuştur. Müslüman ülkelerde doğup
büyüyen ve bu âlemin sanatlarını görüp Allah’ı noksan sıfatlardan berî kılan
kimse ise taklid sınırının dışındadır.
Nitekim bir Arap köylüsüne: “Allah’ı nasıl tanıdın?” diye sorulunca, şöyle
cevap vermiş: “Devenin tersi devenin geçtiğine, ayak izleri bir yürüyenin
varlığına delâlet eder de bu yüksek eyvanlar ve alçak merkez bir yaratıcının
varlığına delâlet etmez mi?” cevabını vermiş. Fakat
taklidçi inancını, kendini imana davet edenin boynuna bir gerdanlık gibi
asıp, “Eğer bu din doğru ise doğrudur, batıl ise vebali günahı onun
[beni imana davet edenin] boynuna aittir” manasında bir düşünceye
sahip olursa bu türlü taklidçi ittifakla mümin değildir. Çünkü
böyle bir kimse imanında şüphe içindedir.
Bir
görüşe göre ise, bu âlemin yaratılmışlığı ve Allah Teâlâ’nın varlığı Allah
Teâlâ hakkında gerekli olan ve olması mümkün olmayan meseleleri delilleri ile birlikte bilmek her mükellefe farz-ı ayndır.
Dolayısıyla delile bakarak bilgi sahibi olmak farzdır [farz-ı ayndır], taklid caiz değildir. İmam Razî ve Âmidî’nin
tercih ettiği görüş de budur. Burada delilden kasdedilen icmalî delile bakmaktır. Tafsilâtlı delile bakarak şüphesi bulunanların
şüphesini gidermek, yol gösterilmek isteyenlere yol göstermek ise farz-ı
kifayedir. …
(İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber Şerhi, şerh: Aliyyül Kârî, çev. Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., t. y., s. 384-8.)
*
Mehmed Zahid Kotku rh. a. ise, konuyu şöyle
açıklamaktadır:
“Taklid: Huccetsiz,
delilsiz, tahkiksiz mücerred hüsn-ü zan sebebiyle, amelde, kavilde, itikadda
başkalarına iktida ve taklid etmek caiz değildir ve günah-ı kebairdendir.
“Bazıları da segâirdendir [küçük günahlardandır] demişlerse de, huccet ve burhana müstenit olan amel ve itikada
taklidî denmez. [Mezhebinin delillerini bilmesi
durumunda salt taklit ehli olmaktan kurtulur.] Eğer bu gayr-ı
taklid itikadda olursa, icmalen [özet olarak] olsun,
nazar [fikrî inceleme/araştırma] ve istidlale [aklî delil getirme] müracaatla taklidden kurtulmak lazımdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat
mezhebine göre mukallidin imanı her ne kadar sahih ise de, itikadda mukallid olanların, üzerine vacip olan nazar
[teorik düşünce, akıl yürütme] ve istidlali [aklî ve naklî deliller
getirme] terk etmelerinden dolayı, günahkâr olduklarından şüphe edilemez….”
(Mehmet Zahid Kotku, Mü’minlere
Vaazlar 2: Günahlar, İstanbul: Seha Neşriyat, s. 159.)
*
Vahdet-i vücutçuların insanları davet ettikleri “öğreti”ye (felsefeye)
gelince..
Akılla bir ilgisi yok.. “Aklın
ötesinde bir tavır”dan söz ediyorlar.
Nakille de (nasslarla, ayet ve
hadislerle de) bir ilgisi yok, çünkü “keşf” adını verdikleri özel bir bilgi
türünü bahis konusu yapıyorlar.
Keşf vasıtasıyla ulaştıklarını söyledikleri bilgi ayet ve hadislerde
bulunuyor olsa zaten keşften söz etmelerine gerek kalmayacak, doğrudan ayet ve
hadisleri okumaları yeterli olacak.
*
Burada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor:
Vahdet-i vücutçuların sözlerine itibar eden bir adamın imanı ya da inancı “tahkik-taklid” ayrımında nereye düşer? Onun tavrı “tahkik”e mi,
yoksa “taklid”e mi dayalıdır?
Cevap açık: Bu, taklid eksenli bir tavırdır.
Çünkü mevzubahis olan, kişinin ne kendi nazarî (teorik) inceleme, araştırma
ve bilgisidir, ne de kendi keşfidir; sadece, “İbn Arabî (ya da vahdet-i vücutçu taife) şunu keşfetmiş”
şeklindeki bir “haber”e (rivayete) “takliden” inanılmaktadır.
Ortada som ve pür “taklid” mevcut.. Delilsiz, “akıl ötesi” olduğu söylenen
bir iddianın tasdiki söz konusu..
Ve bu taklid ameliyesini, Ehl-i Sünnet itikadı çerçevesinde bir yere
oturtamıyoruz.
Çünkü, Ehl-i Sünnet, ister amelî, isterse itikadî olsun, dinî konularda
keşfe itibar etmiyor.
Bunlar ise, delil olarak kıymet-i harbiyesi bulunmayan keşfe bir de taklid günahını ekliyorlar. Tüy dikiyorlar.
Üstelik, keşf sahibi oldukları söylenen kişiler, sıdk u sadakatlerinin delili olarak mucizeler gösterebilen birer
peygamber değiller.
Dahası, peygamberlere özgü “masumiyet”le de bir ilgileri yok.
Onların keşfine inanmanın tek bir dayanağı var: Hüsnüzan.
Ancak, şer’î delil niteliği taşımayan (edille-i şer’iyye arasında yer almayan)
böylesi “keşf” iddialarını geçtik, şer’î delillerin bizzat kendilerinde
bile hüsnüzan tek başına yeterli olmuyor. Amelî konularda “zan” düzeyindeki
bilgilere de (zayıf hadisler ya da içtihat çerçevesinde) yerine göre itibar
edilebiliyorsa da, itikadî meselelerde “zan” yeterli görülmüyor. Akıl ve nakil
(ayet ve hadis) eksenli “kesin” delil
isteniyor.
Dolayısıyla, itikadî konularda vahdet-i vücutçuların keşf iddialarının
i’rabta mahalli hiç yok.
Mahalli olmadığı gibi, onların sözlerine itibar etmek (Ehl-i Sünnet itikadı
çerçevesinde) mahzurlu.
Onların itikadî nitelikteki sözlerine itibar edenler, kendilerini
otomatikman “taklid ehli” haline getirmiş, günahkârlığı yol edinmiş, “imanlarının tahkîkî iman
olmadığını” belgelemiş oluyorlar.
*
Şu ayet-i kerime, onların durumunun anlaşılmasına yardımcı olabilir:
“Bunların
bir de ümmî (okuyup yazamayan) kısmı vardır, kitabı (Tevrat’ı), kitabeti
(yazmayı) bilmezler, ancak bir takım kuruntu yığını ümniyyeler kurar ve sırf
zann ardında dolaşırlar.” (Elmalılı meali, Bakara, 2/78)
Bu ayet-i kerime, Medine’nin kenar
muhitlerinde yaşayan Yahudiler için nazil oldu, fakat Hristiyanların durumuna
da ışık tutuyor.
Hatta bizim durumumuza..
Bugün milletçe (istisnalar dışında) Kur’an
karşısında ümmî konumdayız. Okuyamıyoruz, ya da anlamadan okuyoruz, okumamıştan
bir farkımız olmuyor; yazma bahsinde durumumuz daha da kötü, Kur’an
diliyle (Arapça) yazamıyor, meramımızı anlatamıyoruz.
Cahilliğimiz o kadar büyük boyutlarda ki,
Latin gâvurunun (Türkçe’nin telaffuzunun hakkını veremeyen) harfleriyle Türkçe okuyup
yazabilenimiz kendisini ümmîlikten kurtulmuş zannediyor.
Halbuki, Kur’an karşısında kör kütük ümmî.. O
kadar cahil ki, ümmî olduğunun farkında bile değil.
İşte, bu bahiste esas olan Kitap bilgisidir.. Ve,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğidir.. Sünnetidir.
Falanın filanın keşfine gelince.. O, en iyi
ihtimalle zandan ibarettir.. En iyi ihtimalle... Kötü ihtimalin ise sınırı yok.
Böylesi zanların peşine çok fazla takılmanız
halinde, şu ayet-i kerimede durumları açıklanan insanlara benzemeniz
mümkündür:
“(Yahudiler) hahamlarını,
(hristiyanlar da) râhiblerini ve Meryemoğlu Mesîh'i Allah'tan başka rabler
edindiler. Hâlbuki ancak tek bir İlâh'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. O'ndan
başka ilâh yoktur! O, (onların) ortak koşmakta oldukları şeylerden
münezzehtir!” (Tevbe, 9/31)
Bugün İslam alemindeki itikat ve/veya amel
bakımından sorunlu toplulukların hemen hepsinin bu hale gelmelerindeki temel
etken, şer’î delilleri (Şeriat'i) terk pahasına belirli şahısların keşfine, dehasına vs.
güvenmiş olmalarıdır.
Mesela FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü)..
Bu insanların en büyük sorunu, Fethullah’ın “keşf”ine bel bağlamış
olmalarıdır.
*
Bu noktada vahdet-i vücud anlayışını savunan bazı kişilerin salih insanlar
olarak bilinmesinin (ve hatta öyle olmasının) bir önemi yoktur.
Edille-i şer’iyye arasında “salih insanların keşfi” de yer alıyor olsaydı mesele
yoktu, fakat böyle bir şey söz konusu değil.
Salih insanlar da bazen yanılabilirler.. Günah da işleyebilirler, günahta
ısrar etmeyip tevbe ederler.. Hak etmeyen insanlar hakkında hüsnüzanda
bulunarak onların sözlerini tevil edebilir, onlara lüzumsuz yere kefil
olabilirler..
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i bile yanlış haber ile
yanıltabilmişlerdi.. Şu ayet böyle bir olay yüzünden nazil oldu:
“Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra
yaptığınıza pişman olmamanız için, bir fasık size bir haber
getirdiğinde doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 49/6)
Birisi size “keşfen” birşeyi haber verdiğinde, keşf yolculuğuna çıkabilen
biriyseniz şayet, onu mutlaka bizzat kendiniz araştırıp “keşf” edin..
Araştıramıyorsanız, “keşf” sahibini kendi keşfi ile başbaşa bırakmanız,
“keşf”inden uzak durmanız, akıl ve gönül sağlığınız için hararetle tavsiye
olunur.
“Hakkında bilgi sahibi
olmadığın bir şeyin ardına düşme. Şüphesiz kulak,
göz ve kalb; bunların tümü ondan sorumludur.”
(İsra, 17/36)
Şunu da unutmamak gerekiyor: İnsanın manen yaşadığı ve “keşf” diye
adlandırdığı birtakım tecrübeler Allahu Teala’nın bir imtihanı olabilir. Kendi
keşfine dayanarak, “tamamlanmış olan din”e ilaveler yapmaya kalkışmaktan insanın kaçınması gerekir.
“Yoksa
Allah'ın tuzağından (mekrinden) kendilerini güvende mi görüyorlar? Fakat
hüsrâna uğrayanlar gürûhundan başkası Allah'ın tuzağından emîn olmaz.”
(A’raf, 7/99)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder