https://www.academia.edu/117041687/%C5%9Eahsiyet_Ne_Yana_D%C3%BC%C5%9Fer_Usta_D%C4%B1%C5%9F_Politika_Ne_Yana
Dr. Seyfi SAY
İÇİNDEKİLER
REALPOLİTİK
5
BATI’NIN
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ, TÜRK’ÜN ULUSAL AŞAĞILIK KOMPLEKSİ 17
PACTA SUNT SERVANDA 33
KURTARICI
ARARKEN VE BEKLERKEN 36
KARİKATÜR
KRİZİNDE SINIFTA KALAN “SON KALE” 40
AJANLAR,
İNGİLİZÎLER 51
LOZAN’DAN
BUGÜNE “GİZLİ ANLAŞMA” VE “GİZLİ DİPLOMASİ” 55
YERLİ-MİLLİ
AMERİKANCILIK PARALEL AMERİKANCILIĞA KARŞI 60
TRUMP VE ERDOĞAN FARKI 67
BÜYÜK BASKI ALTINDA… 72
YAVUZ SULTAN
SELİM “DEVLET AKLI”NDAN, BUGÜNKÜ “DEVLETÇİ AKILSIZLIĞI”NA.. 76
FETÖ’CÜLÜK VE NATO’CULUK 83
İSLÂM DÜNYASINA
GÂVUR GİBİ BAKMAK 88
MÜSLÜMANLAR
NİÇİN HEP ÇATIŞIYOR? 95
LAİKLİK RÜŞVETİYLE
ANCAK BURAYA KADAR… 102
PAPA KADAR BİLE MÜSLÜMAN OLAMAMAK 104
MUSTAFA KEMAL VE ERDOĞAN 105
FETÖ İLE DERİN
DEVLETİMSİ FARKI 108
SON KALE AB 111
EKSELANSLARININ FETÖ’DEN FARKI? 115
BAYKAL KADAR
DA OLAMAMAK 121
YENİDEN SEVR TEHLİKESİ VE YENİ BİR
İSTİKLAL SAVAŞI 125
“DOST ABD İLE ORTAKLIK RUHU”
130
ABD VE TÜRKİYE: "DEĞER"LER ORTAK 132
DAVUTOĞLU’NUN
ANLAYAMADIĞI 135
DIŞ
POLİTİKADA AK PARTİ DÖNEMİ 142
UFUK MU, UFUKSUZLUK MU: “YA AB, YA ŞANGHAY” 151
İKİ TARZ-I SİYASET
VE AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKASI 154
MAVİ MARMARA’NIN AKIBETİ 158
AHLÂKSIZ MÜTTEFİK ABD 165
DIŞ TEHDİT 168
BANA
ORTAĞINI SÖYLE… 172
SÖYLEMİYORMUŞ GİBİ
YAPARAK SÖYLEMEK 175
CIA’İN GÜLEN
TEKLİFİ 178
ALMANYA’NIN MEYDAN
OKUMASI KARŞISINDA 181
TEK UMUT 183
STRATEJİK SIĞLIK 189
CIA’İN DİNLEDİĞİ TÜRKİYE 193
YENİ İSLAM NE YANA DÜŞER USTA, SAHİH İSLAM NE YANA? 195
BATI’NIN KÜRT MERAKI 202
EGEMENLİK MİLLETİN Mİ, YOKSA MİLLETİN AVRUPALI
EFENDİLERİNİN Mİ? 208
ÇÖZÜM SÜRECİ
ABD’NİN OYUN İÇİNDEKİ OYUNU MUYDU? 212
DIŞ GÜÇLERLE
İŞBİRLİĞİNDE FETHULLAH GÜLEN’İ GEÇMEYE ÇALIŞMAK 214
TERÖR KAVRAMI,
BATI’NIN PSİKOLOJİK SAVAŞ ALETİDİR 217
ABD BAŞKANI’NA GAZZE İÇİN MEKTUP YAZAN YOK 219
CIA-MİT STRATEJİK ORTAKLIĞININ STRATEJİK
DERİNLİĞİ 227
ERDOĞAN, DIŞ POLİTİKA, VE ÇİFTE STANDART 229
ULUSLARARASI DERİN
ŞANTAJ SİYASETİ 235
İSMET İNÖNÜ VE “BAĞIMSIZ DIŞ POLİTİKA”
HAYALİ 238
*
REALPOLİTİK
Amerika
Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül’den sonra, deyim yerindeyse kaba kuvveti temel
alan bir uluslararası politikayı yürürlüğe koymasıyla birlikte, “haksızlık” ve
“zulm”ü, “realpolitik” (ya da Türkçe’de daha çok kullanıldığı şekliyle “reelpolitik”)
kavramını kullanarak meşrulaştırmaya çalışanların sayısında da artış yaşandı.
Bu,
bir anlamda Makyavel’in zaferi kabul edilebilir.
Hatta
bu, belki de, Makyavelizmden de fazla birşeye karşılık geliyor.
*
Hourani,
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Makyavel’e ilişkin değerlendirmesini
yansıtan şu olayı nakleder: Adamlarından Artin, Makyavel’in “Prens”ini günde on sayfalık bir
hızla tercüme edip Paşa’ya sunmaktadır. Dördüncü gün Paşa, Artin’e şunu der:
“Machiavelli’den çevirdiğin bütün
parçaları okudum, ilk on sayfanda yeni olan pek fazla bir şey görmedim, fakat
gelişeceğini ümit ediyordum, bir sonraki on sayfa daha iyi değildi, sonuncusu
ise bütünüyle aleladeydi. Machiavelli’den öğrenecek fazla bir şeyim olmadığını
görüyorum. Onun bildiklerinden daha çok hile biliyorum. Onu tercüme etmene
artık gerek yok.”
(A. Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, çev. L. Boyacı-H. Yılmaz, İstanbul
1994, s. 69.)
Makyavel’in
yaptığı şey, gerçekte, hükümdarlara hile ve kötülük öğretmek değildi. O, yeni
bir paradigma, bir “meşruiyet kalıbı” oluşturuyordu. O güne kadar
devletler ve bireyler kötü davransalar bile, kötülüğü savunmazlar, yaptıklarına
bir kulp takmaya çalışırlardı. Makyavel’le birlikte “kötü”, masum bir
şey haline geldi.
Makyavel’in
özelliği, “insanın doğasının kötülüğüne” yaptığı vurgudur:
“İnsanların hepsi de (...) kötü oldukları
için, ve sana karşı sözlerinde durmayacakları için, sen de onlara
verdiğin sözde durmağa mecbur değilsin.”
“... insanlar bir zaruret dolayısıyla
iyi olmağa mecbur olmazlarsa, daima kötü olarak karşına çıkarlar.”
(Machiavelli, Hükümdar, çev. Y. Türk, İstanbul 1996, ss. 83, 111.)
Böylece
Makyavel Batılılar’a, kötü olmak “zorunda” olduklarını göstermiş oluyor,
kötülüğü meşrulaştırıyordu.
Onların
aradığı da zaten buydu.
*
Günümüzde
bilimsel bir disiplin olarak üniversitelerde okutulan “uluslararası
ilişkiler teorisi” gerçekte, büyük ölçüde Makyavelizm’den ibarettir.
Bu
bilim dalında pek çok yeni yaklaşım mevcutsa da, asıl geleneği realizm/realpolitik
(gerçekçilik) oluşturur.
Realizmin
kurucusu olarak görülen isim ise, tahmin edilebileceği gibi, Makyavel’dir.
Ancak,
Hegel, Hobbes ve Clausewitz gibi isimlerin görüşlerinden de yararlanılmıştır.
*
Realpolitik
kavramını ilk kez L. von Rochau, 1853’te yayınladığı
“Grundsatze der Realpolitik” adlı eserinde kullandı. (Bkz. Patrick
Brauns, “Realpolitik”, Herder
Lexikon-Politik, Freiburg: Verlag Herder, 5. Auf., 1988, s. 176.)
Felsefî
realizmle ilgisi bulunmayan siyasal realizmin “realpolitik” olarak da
adlandırıldığını belirten Fukuyama, “gerçekçilik” (siyasal realizm), “realpolitik”
ve “güç politikası”nın [Machtpolitik] aynı şeyler olduğunu söyler (F.
Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan,
çev. Z. Dicleli, İstanbul, s. 301).
Fakat
ayıranlar var:
“Bismark’ın ‘Realpolitik’ görüşüne
göre, Almanya’yı hiçbir zaman doğuda ve batıda iki yönlü savaş haline
getirmeyecek bir denge politikası izlemek ana ilke olmalıdır. Oysa, Hitler ...
gerçekçilik yerine kuvvet politikası ‘Machtpolitik’ izlemiş ve kuvvetine
güvenerek iki yönde savaş durumunu yaratmış ve sonunda mağlup olmuştur.”
(Kemal Girgin, Çağdaş Politika ve Diplomasi, Ankara 1975, s. 414.)
*
Makyavel’den
“realizm” bayrağını devralan Hegel, kötü olmak zorunda kalmaktan söz
etmek bir yana, kötülükle iyilik arasındaki sınırı kaldırmıştır.
Ebenstein
şunu söyler:
“Machiavelli bile kuvveti ahlâkla özdeşleştirmekten
sakınmış ve her birinin kendi kurallarına sahip iki ayrı davranış biçimi
olduğunu söylemiştir. Hegel, kuvveti -devleti- ahlâkla özdeşleştirerek
Machiavelli’den daha ileri gitmiştir. Hegelyanizmin ikiz mirasçıları
totaliter faşizm ve komünizm, eski zaman ahlâkını, yerine Irk,
Devlet yahut Sınıf’ı koyarak terk etmişlerdir.”
(W. Ebenstein, Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri,
çev. İ. Özel, İstanbul 1996, s. 265.)
Evet,
Makyavel, “kuvvet”i “ahlâk”ın boyunduruğundan kurtarmak ve özerk (bağımsız)
hale getirmek istiyordu.
Hegel
ise ikisini tekrar birleştirdi.
Ancak,
ikisi arasındaki ilişki ya da bağlantıyı tersine çevirdi.. Artık “kuvvet”in
“ahlâk”a bağımlı olması gerekmiyordu, ahlâkı belirleyen kuvvetti.
*
Hem
faşizm, hem de komünizm, kendilerine lazım olan ahlâk anlayışını
Hegel’de bulmuşlardı.
Faşizmde
eski zaman ahlâkının yerini ırk ve devlet (ulus-devlet, millî devlet),
komünizmde ise sınıf aldı.
Faşiste
göre devlet kutsaldı ve devletin faydasına olan herşey ahlâka uygun,
zararına olan herşey de ahlâka aykırı kabul edilmeliydi.
Milliyetçilik (ırkçılık) ile ahlâk aynı
şey demekti.
Böylece
“ulusal çıkar” kavramı meşruiyetin (hukuka ve ahlâka uygunluğun)
temel ölçütü haline getirildi.
Artık
devletler “Burada benim ulusal çıkarım söz konusu” diyerek
faaliyetlerini ve iddialarını meşru gösterebilirlerdi.
Eski
zaman ahlâkının aşağıladığı menfaatperestlik/çıkarcılık, faşist
(milliyetçi/ırkçı ve devletçi) zihniyetin elinde ahlâkın (meşruiyetin) ta
kendisi haline gelmiş oluyordu.
Aynı
şey komünizm için de geçerliydi.. Ancak onlar, ırkın/milletin yerine “sınıf”ı
koymuş bulunuyorlardı.
Ahlâkî
davranış, işçi sınıfının çıkarına uygun olan davranıştı.. Sermaye sahiplerinin
tamamı ahlâksız sömürgenler olarak nitelendirilebilirlerdi.
*
Realistler,
Hobbes’tan da yararlandılar.
Ondan,
işlerine gelen tarafları aldılar.
Hobbes, “güvenliği sağlayan, barışı
emreden ve toplumu uygarlaştıran doğa yasaları” olarak on dokuz ilke
sayar.
Bunların
çoğu, adalet, af, tevazu, kadirbilirlik, geçimlilik, haddini bilmek ve
hakkaniyet gibi ahlâkî ilkelerdir.
Ayrıca
o, sözkonusu ilkelerin tamamını birden tek bir ahlâkî ilkeye bağlar.
Ona
göre, bütün bu yasalar, “en kıt anlayışlı bir insanın bile kavrayabileceği” şu
ilkeye sığdırılmıştır: “Kendine yapılmasını kabul etmeyeceğin bir şeyi
başkasına yapma.”
Hobbes’a
göre, bu doğa yasalarının bilimi “gerçek ahlâk felsefesi”dir.
Gerektiğinde
kötü olmayı teklif eden Makyavel’in (Ki hayatın akışı maalesef her zaman
kötü olmayı gerektirir) aksine o, sözkonusu doğa yasalarının “vicdanen
bağlayıcı” olduğunu, fakat “fiilen bağlayıcı” olmasını, ancak,
güvenliği sağlayan bir otoritenin (siyasal otoritenin, devletin) varlığına
borçlu olduğunu söylemiştir.
Bunu,
“Leviathan” adlı eserinde
şöyle açıklar:
“Çünkü, başkalarının kendisi gibi
davranmadığı bir zaman ve yerde bir insanın alçakgönüllü ve uysal olması
ve bütün sözlerini tutması, varlığın korunmasına hizmet eden bütün doğa
yasalarının temeline aykırı olarak, insanı başkalarına av yapmaktan ve kendi
kesin mahvına yol açmaktan başka bir şeye yaramaz. Fakat, başkalarının
onunla ilişkilerinde aynı yasalara uyacağına dair yeterli güvencesi olan
bir kimse, bu yasalara kendisi uymadığı takdirde, barış değil savaş, ve
dolayısıyla kendi varlığının şiddet yoluyla yok edilmesini istiyor
demektir.”
(H. Williams, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Teorisi Üzerine Bir Derleme,
çev. Z. Çitak, Ankara 1996, ss. 140-147.)
Buradan
anlaşılabileceği gibi, Prens’e (devlete) gerektiğinde kötü olması gerektiğini
öğreten Makyavel’in aksine, Hobbes, devletin herkesin iyi
olmasını (ya da iyi davranmasını) sağlayacak güvence olarak hizmet vermesi gerektiğini düşünmektedir.
Yani devletin hikmet-i vücudu (varlık nedeni, raison d'etat), insanların adaleti sağlayacak bir hukuk düzenine ihtiyaç duyuyor olmalarıdır.
Hobbes'un dikkat çektiği gibi, hukukun (İslamî terminolojiyi kullanarak konuşmak gerekirse şeriatin) güvencesi altında olmayan bir ahlâk, insanların aldanmasına, aldatılmasına, ve başkalarına av (yem) olmasına yol açar..
(Bu yüzdendir ki av değil de avcı olmalarını sağlayacak güce, makama, mevkiye ya da zenginliğe sahip olanlar, başka insanlara hukuktan/şeriatten değil de ahlâktan bahsetmeyi çok severler..
Aynı nedenle "resmî din adamları, güçlülerin fetvacıları", siyasal otorite ile açık ya da örtülü ilişki içinde olan ilahiyatçılar ve şeyhtanlar, şeriatçı değil ahlâkçı olarak arz-ı endam ederler.
Şeriat kelimesini duyduklarında tüyleri diken diken olur, kırmızı görmüş boğaya dönerler.)
*
Bununla
birlikte, Batılılar Hobbes’u daha çok, “İnsan insanın kurdudur” (Homo
homini lupus est) sözüyle hatırlamayı tercih ederler.
Onun
demek istediği şuydu: Siyasal otoritenin bulunmadığı anarşik (devletsiz)
ortamda insanlar birbirini yer. Birbirinin kurdu olur.
Fakat
Batılılar Hobbes’tan bir başka Makyavel ürettiler.
Hazard’ın
şu sözleri bunun örneklerinden birini oluşturur:
“Hobbes’e göre herkes tabiat itibariyle
kötüdür. Dünyada hiçbir manevi ilke mevcut değildir. Hazdan
başka iyi, elemden başka kötü şey de yoktur.”
(P. Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, çev. E. Güngör, 2. b.,
İstanbul 1994, s. 284.)
Oysa
Hobbes bunu demek istemiyordu.
*
Makyavel’in
fikirlerine dayanarak bir “uluslararası ilişkiler teorisi” geliştiren isim ise Hans
J. Morgenthau’dur.
1948
yılında yayınladığı Uluslar Arasında Siyaset (Politics
Among Nations) adlı kitabı ile, “doğa”ları gereği bencil
olan bireyler gibi milletlerin de çıkar peşinde koştuğunu ve
uluslararası ilişkilerin “millî menfaat” (ulusal çıkar) üzerine
kurulduğunu savundu.
Ahlâkî
ilkeleri ütopya olarak değerlendirerek, millî
menfaatlerin “güç ilişkileri” çerçevesinde savunulması gerektiğini ileri sürdü.
Bu,
“Bükemediğin eli öp, bükebildiğini kır” ve “Haklının değil güçlünün yanında ol,
düşene bir tekme de sen vur” demek oluyordu.
Morgenthau’nun,
ahlâk karşıtlığında Hegel’i bile aştığı söylenebilir. Ona göre, her
ülkenin ulusal güvenliğini sağlaması moral bir hak olabilir, fakat bir
ülkenin dış politika hedeflerini moral mülahazalar üzerine kurması “ahlâken
yanlış”tır. (Bkz. F. E. Oppenheim, Moral
Principles in Political Philosophy, New York 1968, s. 109.)
*
Böylece
Morgenthau, ahlâkı ahlâksızlık olarak takdim ediyordu.
Bu anlayış,
aslında, büyük güçlerin ahlâkî olmayan ve hukuk dışı eylemlerini
meşrulaştırmaktaydı.
Daha doğrusu
bizzat bu amaçla ortaya atılmıştı..
Morgenthau
gibi akademisyenler, büyük güçlerin haksızlık, hukuksuzluk ve ahlâksızlıklarına
“seküler fetva” üreten şeyhüllaikismuslar olarak “modern bilim
kilisesi”nde “ulusal çıkar” dininin temel esaslarını belirlemeye
koyuldular.
Fakat
Batılılar bir yandan da geleneksel ahlâkı, kendi zulümlerine yönelecek olan
tepkiyi yok etmek için istismar ettiler.
Edward
Hallett Carr “The Twenty Years’
Crisis: 1919-1939” adlı eserinde politikanın ahlâkın bir fonksiyonu
olmasından çok, ahlâkın, politikanın ve gücün bir sonucu olduğunu ileri sürer.
(Deniz Ülke Arıboğan, Kabileden
Küreselleşmeye Uluslararası İlişkiler Düşüncesi, İstanbul 1998, ss.
160-161.)
Carr,
geliştirilen entelektüel teoriler ve ahlâksal standartların, “hem
ortamların ve çıkarların ürünü, hem de çıkarların geliştirilmesinin
silahları” olduklarını savunur. (Williams, s. 256.)
Ona
göre, “son yüz senede ve daha ziyade 1918’den beri, dünyada İngilizce konuşulan
devletler/uluslar egemen olmuşlardır; ve şu anda geçerli olup uluslararası
ilişkilere yönelik olarak geliştirilen etik kavramlar, bu ulusların
üstünlüğünü sağlamayı amaçlamış ve onlara has bir dilde ifade edilmiştir”.
(A.g.e., ss. 263-264.)
Bu
çerçevede Carr, 19. yüzyılda serbest ticaretin İngiltere’nin kazancına
katkıda bulunduğunu keşfeden İngiliz devlet adamlarının, serbest ticaretin
bütün dünyanın çıkarına olduğunu savunmalarına ve, korumacı politikalar güden
ülkeleri bütün dünyanın çıkarlarına zarar vermek ve “gayri ahlakî”
davranmakla suçlamalarına dikkat çeker. (A.g.e., s.
265-266.)
(Bu ahlâk
istismarı iç politikada ve devlet bürokrasilerindeki ayak oyunlarında
da çok başvurulan bir numaradır. Güç sahipleri çıkarları doğrultusunda
kanunları, hatta anayasaları değiştirip dururken, hukuku kendi çıkarlarına
alet ve basamak haline getirirken, o kanunlar çerçevesinde oluşan bazı
haklardan yararlanan kişilere “Senin yaptığın hukuka aykırı değil, tamam,
kabul ediyoruz, fakat ahlâkî de değil” diyerek baskı uygular, mobbing
yaparlar.)
*
Vahyi
(ilahî iradeyi) yok sayan beşerî ideolojiler, ahlâk istismarından
vazgeçemezler. Ahlâkî idealler ve ilkeler onların elinde ahlâksızlığa dönüşür.
Morgenthau
bu gerçeği, “Politika sahnesindeki aktörün, davranışının gerçek anlamını
gizlemek için her zaman bir ideolojiye başvurması, politikanın doğasında
yatar” diyerek itiraf eder. (Fukuyama, s. 302.)
Mesela
geçen yüzyılda sömürgeciler, dünyanın Batı dışındaki bölgelerini, “uygarlaştırmak”
için istila ettiklerini öne sürüyorlardı.
Bu
propagandaları öylesine tuttu ki, bizzat sömürülenler “çağdaş uygarlığı” bir
hedef olarak benimsediler.
Günümüzde
ise “uygarlaştırma”nın yerini “demokrasi”, “terörle savaş”, “insan haklarını
savunma”, “cinsiyetçilik karşıtlığı” ve “Siyasal İslam’la mücadele” aldı.
Böylece
hem “İslam”la savaşılmadığı ileri sürülebilmekte, hem de kimliğine “Kültürel
İslam” (sade dindar) yazılmasına razı olmaya hazır bulunanların Siyasal
İslam’la (dincilikle) mücadelede ön saflara sürülmesi mümkün olmaktadır.
Kraldan
fazla kralcılar, nesli asla tükenmeyen, tükenmeyecek bir türdür.
*
Realizm,
güçlülerin zayıfları ezmesi kadar, zayıfların güçlülere karşı koyması ve
herkesin herkesle savaşması anlamına geldiği için, hukuk felsefecileri
tarafından eleştirilmiştir. “Bu bakış açısından insan gelişmiş bir hayvan
olarak görünür.” (V. Aral, Hukuk
Felsefesinin Temel Sorunları, 2. b., İstanbul 1992, s. 150-151.)
Gerçekten
de, siyasal eylemlerde ahlakî ilkeler hiç dikkate alınmayacaksa, terörü
insanlık, ahlâk ve hukuk adına kınamak da anlamsız olur.
Böylece
realizm, insanın bencil “doğa”sı varsayımından yola çıkarak,
uluslararası ortamın “en güçlü bencil”in istediğini yaptığı bir arena
haline getirilmesini meşrulaştırmaktadır.
Realistlerdeki
çelişkiye Ebenstein şöyle işaret eder:
“Siyasî felsefedeki paradoksal olaylardan
biri, devlet içinde mutlak kanun ve düzen isteyenlerin, devletler
arası ilişkiler sözkonusu olunca anarşiyi [kuralsızlığı, ahlâk ve hukuk
tanımazlığı] normal ve arzulanır saymalarıdır.” (Ebenstein, s. 263.)
Plant’ın
belirttiği gibi, günümüzde artık insan doğası ile ilgili teorilerin olgulara
(nesnel gerçekliğe) dayanmadığı, belirli koşullar veri alınarak, bu
koşullarda insanın nasıl davranacağı üzerine üretilmiş varsayımlardan
ibaret olduğu ve bunlardan sosyal ve politik düzenlemeler için ahlakî
sonuçlar çıkarılmaya çalışıldığı dile getirilmektedir. (R. Plant, Modern Political Thought, Oxford
1991, s. 70.)
Yani
realistler insanda “olan”ı değil, “olmasını istedikleri”ni görmektedirler.
*
Realistlerin
haklı oldukları belki tek nokta, başkalarının “iyiliğine ve insafına güvenmeyi”
bırakıp güçlü olmaya çalışmak gerektiğini göstermeleridir.
Bu,
Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nda
işaret ettiği durumdur:
“Askerî harekâtların kuralı düşmanların
gelmeyişine güvenmek değil, onlarla başa çıkma yollarına sahip olmaktır.
Düşmanların saldırmazlığına güvenmek değil, saldırılmaz şeylere sahip olmaktır.”
O
yüzden ecdad “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh ü salah” demiştir.
Realist
söylemi bilmedikçe, Batılılar’ın bugünkü politikalarını ve gelecekte nasıl
davranacaklarını doğru tahmin etmek mümkün değildir.
Onların
çoğu için uluslararası ilişkilerde hukuk ve ahlâk yoktur.
Bu
yaklaşım çerçevesinde ahlâkî ilkeler ve hukuk, ancak, karşı tarafı aldatmak
için savunulur.
Bu
demektir ki, yalan söylemek ve sözünde durmamak savunulur bir şeydir.
Ve
bu, “psikolojik savaş, manipülasyon becerisi, algı operasyonu” gibi
“artistik” adlandırmalarla matah birşey gibi gösterilir.
Nitekim,
İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion “Uluslararası hukuk bir kâğıt
parçasından ibarettir” deme açıksözlülüğünü göstermiş bulunuyor. (R. Garaudy, İsrail: Mitler ve Terör, çev. C.
Aydın, 2. b., İstanbul 1996, s. 11.)
*
Bu,
Hegel gibi Batılı “düşünür”lerin de savunduğu görüştür.
Hegel’e
göre, “gerçekte anlaşmalarla kurulan ilişkiler sürekli olarak yine
anlaşmalarla değiştirilip, ortadan kaldırılırken, uluslararası hukukun
temel önermesi iyi niyetin ötesine gitmez”. (Williams, s. 190.)
Yani
ahde sadakat, pratikte geçerliği olmayan kuru bir iyi niyet beyanından
ibarettir.
Ben
Gurioncu ve Hegelci “müşrikler”, “galip gelemedikleri” müddetçe insancıldırlar,
çünkü, Kur’an’da bildirildiği gibi, onların “çoğu” fasıktır:
"Müşriklerle
nasıl sözleşme olabilir ki, size galip gelseler hakkınızda ne bir yemin
gözetirler, ne de bir sözleşme. Ağızlarıyla (sözleriyle) sizi
razı etmeye çalışırlar. Fakat kalpleri buna karşıdır. Onların çoğu insanlıktan
çıkmış fasıklardır." (Tevbe, 9/8.)
Abdullah
ibni Abbas r. a.’in rivayet ettiği bir hadîs ise şöyledir:
“Ahir
zamanda yüzleri insana benzeyen, fakat kalpleri şeytan kalbi olan bir
topluluk gelir. Bunlar kurtlara benzerler. Kalplerinde rahmetin
kırıntısı dahi yoktur. Kan dökücüdürler. Hiçbir kötülükten sakınmazlar.
Kendileri ile sözleşsen, seni aldatırlar....” (Taberanî, Mu’cemü’s-Sağîr, 2/597.)
*
Realpolitik
söylemi matah bir şey zannedenler, her halükârda şu soruyla yüzleşmek
zorundadırlar:
“Machiavellici ‘gerçekçiler’ kendi büyüme ve yayılma
kalıplarını fiiliyata sokacak araçların seçiminde genellikle gerçekçi ve
rasyonel olmuşlardır. Ama acaba araçların gerçekçi kullanımı, eğer amaçlar
bizatihî tamamen megalomanyak ve gerçek dışı ise ne olacaktır?” (Ebenstein,
s. 143.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder