UĞUR
MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI - 4
Bu
yazı dizisinin bir önceki bölümünde İngiliz Yarbayı Alfred Rawlinson’un
Erzurum’da Kâzım Karabekir ile yaptığı görüşmeyi konu
edinmiştik.
Lozan
Barış Antlaşması görüşmelerinde İngiliz heyetine başkanlık eden Lord
Curzon’un yeğeni olan bu yarbay, Karabekir’e İngilizler’in “anlaşma
teklifi”ni getirmiş durumdaydı.
Karabekir’e
verilen mesajlar şunlardı:
1.
İngiltere olarak siz Türkler’le barış yapmak istiyoruz, fakat muhatap
olarak karşımızda Osmanlı padişahı ve onun hükümeti değil Mustafa Kemal bulunmalı..
2.
Padişahlık kaldırılmalı, cumhuriyet ilan edilmelidir.
3. Halifelik kurumu
siyasî niteliğinden arındırılmalı, hükümet üzerinde hiçbir etki ve yetkisi
bulunmayan (non-governmental türde) sembolik bir sivil makama
dönüştürülmelidir.
4. İstanbul'un Türkler’de
kalmasına razıyız, siz de Çanakkale'nin Müttefikler’de (İngiltere, Fransa,
İtalya) kalmasına razı olun.
5.
Bununla birlikte İstanbul Türkler’e, başkent olmama şartıyla bırakılacaktır. Başkent
Anadolu’daki (mesela Bursa gibi) bir şehir olacaktır.
6.
Türkler, gelecekte başkent olacak şehirde (ileride cumhuriyet ilan
edecek) yeni bir hükümet kurmakta serbesttirler. Anadolu'da
güçlü bir hükümetin bulunmasını yapacağımız barış açısından faydalı ve gerekli
görüyoruz.
(Bkz.
Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, 17. b., İstanbul:
Tekin Yayınevi, s. 41-42.)
*
Bir
önceki bölümde de belirttiğimiz gibi, bu Rawlinson'la, daha önce Selanikli
Mustafa Atatürk de defalarca görüşmüş durumda. (Selanikli'nin,
İstanbul’da defalarca yalnız başına görüştüğü bir başka isimle, İngiliz
İstihbarat Teşkilatı İstanbul Şefi Rahip Robert Frew’la “yol haritası”
konusunda prensipte anlaşmış olduğu kabul edilebilir.)
İngilizler’in
aynı teklifleri Selanikli Mustafa’ya da yaptıkları ve olumlu cevap aldıklarını,
Selanikli’nin Erzurum Kongresi sırasında bir gece hempaları Mazhar
Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e açıkladığı “gizli
gündem”inden anlayabiliyoruz.
(Bu
tür “istihbarat / gizli servis” manevraları saman altında su yürütülerek, karda
yürüyüp iz bırakmama çevikliğiyle “gizli” icra edildiği için ancak karînelerle
anlaşılabilirler. Selim Edes’in şu meşhur “Rüşvetin belgesi mi olur pezevenk?!”
vecizesini hatırlamak, meselenin anlaşılmasına yardımcı olabilir. Fakat
Selanikli Mustafa Atatürk olayında daha fazlası var: İtiraflar.. En başta
geleni İkinci Adam İsmet İnönü’nün itirafı: “İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de
bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.” [Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından
aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.])
Evet,
Selanikli Mustafa Atatürk, Kongre gecesi hempalarına, zaferden sonra cumhuriyet ilan
edileceğini, Osmanlı hanedanına gerekenin yapılacağını
söylüyor.
Bir
yandan da Kongre sırasında milletin önünde Osmanlı Padişahı’na,
Müslümanlar’ın Halifesi’ne bağlılık yemini ediyor, esir padişahı
kurtarma edebiyatı yapıyor.
Yani
yalan söylüyor, takiyye destanı yazıyor.
Son
ana kadar da bu takiyyesini ve yalanlarını sürdürmüş durumda.
Düşman olarak hedefe Osmanlı Padişahı’nı koymuş, fakat onu kurtarmaya
çalışıyormuş, bu yolda kendisini feda etmeye hazırmış gibi konuşuyor.
Perde
arkasında İngilizler’le anlaşmış,
fakat onların amansız düşmanıymış gibi rol kesiyor.
Hatta
İngilizler'i tehdit ediyor, onlara kabadayılık taslıyor, görüşmelerde sert
konuşuyor. (Buna karşılık mesela Fransızlar karşısında çok kibar ve ürkek..
Ayrıntılar için Kurtuluş Savaşı'nın Sansürsüz Tarihi kitabımıza
bakılabilir.)
Durum
biraz filmlerdeki sahneyi hatırlatıyor: Gözüne girmek istediği kıza hava atmak
isteyen bıçkın delikanlı, birkaç serseriyi onun önünde evire çevire döver,
sonra kızın bulunmadığı bir yerde ise onlara hizmetlerinin ve emeklerinin
karşılığını nakit olarak öder, zararlarını tazmin eder.
*
İkinci
Adam İnönü’nün “tarihî” itirafı, İngilizler’in Selanikli Mustafa Atatürk’le
anlaşmış olduklarını, ayrıca Fransızlar, İtalyanlar ve hatta Yunan hakkında
garanti verdiklerini gösteriyor.
Çünkü
İnönü, İngilizler’in diğer müttefikleri “mecbur etmesi”nden söz ediyor:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de
bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
Bu mecbur etme Selanikli'nin sarı saçı ve mavi gözünün hatırı için olamayacağına göre, altında bir "Al gülüm, ver
gülüm" pazarlığının yatıyor olması gerekiyor.
İngilizler, bu mecbur etme işini "tehdit"le
de gerçekleştirmiş olamazlar; işin içinde mutlaka bir "uzlaşarak ikna"
boyutu bulunuyordur, ve bu ikna, birtakım maddî ve manevî
kazançlar gösterilmeden yapılamaz.
Bu ikna işi "Sarı saçlım mavi gözlüm nerdee,
nerdee, nerdesin dost?" diye türkü "çığırılarak" da
başarılabilecek birşey değil.
*
Kararı veren İngilizler..
"Mecbur edilme" ise
ortakların payına düşüyor.
İngilizler hedefleri belirlemişler, yol haritasını
hazırlamışlar, ihaleyi verecekleri partneri ya da işbirlikçiyi (Selanikli’yi) bulmuşlar, ve
müttefiklerini de “kabule mecbur” etmişler.
İşte o yüzden Selanikli, Samsun'a çıkarken ve Anadolu'da
"cumhurbaşkanlığı" hedefine doğru yürürken müttefikler (Fransızlar ve
İtalyanlar) cihetinden rahat..
Anasına yazdığı (ve Salih Bozok'un götürdüğü)
mektupta söylediği gibi, netice alacağından emin.. İngilizler buna sağlam
garanti vermişler:
“Pekala
bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.”
(Bkz. Salih
Bozok, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, haz. Can Dündar, 7.
b., İstanbul: Doğan Kitapçılık 2006. s: 72-74; Sadi
Borak, Atatürk'ün Özel Mektupları, İstanbul: Kırmızı
Beyaz Yayınevi, 2004, s. 253-255.)
Netice görmese vatan savunması için kılını kıpırdatmaz.
Yani "Mevzubahis olan benim
alacağım netice ise vatan savunması da teferruattır!"
*
Selanikli’nin önünde tek bir sorun vardı: Bütün bu harala
gürele arasında Anadolu’ya, millete kendisini kabul ettirmesi..
Bunun için temelde iki dayanağı vardı: Birincisi Padişah'tan ve Osmanlı Hükümeti'nden aldığı "Anadolu genel valiliği" anlamına gelen olağanüstü yetkiler, ikincisi çaresizlik içinde kıvranan milletin saflığı.
Yunan cihetinden de rahattı, çünkü (İngiliz Generali Milne’nin
ismini taşıyan) Milne Hattı ile İzmir önlerinde
durdurulmuşlar, İngilizler onlara “Burada duracaksınız, ileriye yürümek yok”
demişlerdi.
Dolayısıyla Selanikli, Anadolu’da Yunan’ı hiç dert
etmeden rahat rahat kongre tertip edebilir, yeni meclis kurmak için altyapı
çalışmalarını aheste aheste yürütebilirdi.
Falih
Rıfkı Atay’ın şu sözleri önemli:
“Haziranda [1921] İngiliz nazırları [bakanları], Türk – Yunan
harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul
bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de
teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi
artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de
Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III,
Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)
*
Buradan anlıyoruz ki, İngilizler Selanikli’yi Bandırma
Vapuru’na bindirip Samsun’a yolcu ederken ona Yunan konusunda da güvence
vermişler.
Ona şunları söylediklerini düşünebiliriz:
“Senin görevin, Anadolu’da uygun göreceğin bir şehirde
bir meclis toplamak, sonra bu meclisin yeni bir hükümet kurmasını sağlamak,
ardından da bu meclis ve hükümet adına bizim muhatabımız olarak bizimle anlaşma
yapmak.. Ortak düşmanımız Osmanlı padişahı.. Onun ocağına elbirliğiyle incir
dikeceğiz.. Fransızlar ve İtalyanlar açısından rahat ol, onları bunu kabule
mecbur edeceğiz. Yunan’ı da İzmir kenarında bir hat/sınır çizip
durduracağız.. Ancak, Vahideddin’i vatan haini haline getirmemiz gerekiyor.
Bunun için ona, seni geri çağırması için ağır baskı yapacağız. O da ‘Kemal
olmazsa Cemal olur, sorun değil’ diye düşünerek seni geri çağıracak,
fakat sen dönmeyeceksin. Askerlikten istifa edecek, millete de ‘Padişahımız
esir, mecburen böyle yapıyor, ben İngilizler istedi diye vatanı kurtarma
davasından geri duracak adam değilim.. Ya istiklal ya ölüm!’ diyeceksin. Bunun üzerine biz Padişah
üzerindeki baskıyı artıracağız, böylece o ‘işbirlikçimiz bir hain’
olarak görülecek. Senin tek yapacağın şey, Vahideddin’e isyan ettiğini
söyleyerek Anadolu halkını sana karşı harekete geçirecek olan Şeyhülislam
Mustafa Sabri gibilerden etkilenenlerin başını ezmek.. Bunun için de Fransız Devrimi'nin Jakobenleri gibi hareket eder, bir İstiklal Mahkemesi icat edip önüne geleni vatan haini diye asarsın, olur biter. Bir meclis toplayıp
hükümet kurdun mu herşey hallolur, işin kilit taşı meclis.. Biz bu arada İstanbul’daki Meclis-i
Mebusan’ı, İçişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarını, Genelkurmay’ı basıp
kapatacak, çalışmaz hale getireceğiz, böylece Anadolu’daki mülkî ve askerî
yetkililer kuracağın yeni hükümete biat edip tabi olma dışında bir çare bulamayacaklar.”
Evet, eldeki karîneler, İngiliz-Selanikli
anlaşmasının böyle birşey olduğunu söylüyor.
Ancak, Yunan’la ilgili hesaplar tutmadı..
Yunanistan, İngilizler'in “işin artık müttefiklere emanet edilmesi” talimatına uymayı kabul
etmedi.
Sebebi,
Yunanistan’da Venizelos hükümetinin yıkılmış, başa genç ve
heyecanlı kral Konstantin’in geçmiş olmasıydı..
*
Eğer Venizelos hükümeti
yıkılmasaydı, çok büyük ihtimalle Selanikli Yunan’la hiç savaşmadan Lozan
barış görüşmelerine başlayacak, "Gâvur" İzmir (ve belki Aydın ve Manisa) Yunan’a,
Çanakkale de Müttefikler’e bırakılarak bir barış antlaşması imzalanacaktı.
Bunun bir benzeri
Fransızlar’la yaşanmış, onlarla yapılan Ankara Antlaşması ile Misak-ı
Millî sınırları içindeki "müslüman" Halep gibi şehirler onlara
bırakılmıştı.
Fransızlar’la Maraş, Urfa
ve Antep’te halk kendisi savaştı.. Selanikli diğer (Misak-ı Millî’ye dahil) vatan
toprakları için onlarla savaşmaya gerek görmedi.
Onlarla hemen anlaştı..
İtalyanlar da Antalya
civarını bırakıp kendiliklerinden çekildiler.
Eğer Yunan sorun
çıkarmasaydı, “netice görmese işe başlamayacak” olan Selanikli, Ankara’da
TBMM’yi topladıktan sonra rahatça “barış” yapacak, anasına yazdığı
mektupta belirttiği gibi serbestçe (İngilizler’in Türkler’e bırakma sözü verdiği)
İstanbul’a gidebilecekti.
Evet, Selanikli anasına
şunu yazmıştı:
“Daha bir zaman bu suretle Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Kariben [yakında] Meclis-i Mebusan [yeni Millet Meclisi, TBMM] toplanacak ve meşru
bir hükümet mevki-i iktidara (iktidar konumuna)
geçecektir. Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim.”
Bu kolay
ihtimal, Yunan’ın (daha doğrusu, Venizelos’un elinden ipleri alan Kral Konstantin’in)
oyun bozanlığı yüzünden gerçekleşmeyecektir.
“Evdeki
hesap çarşıya uymaz” atasözünün genellikle doğru çıkmak gibi bir özelliği var.
Nitekim
papazlar da her gün ve her defasında pilav yemiyor.
*
Biz yine Falih Rıfkı’ya kulak verelim:
“Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Konstantin zarını
attı. Umumî seferberlik yapmıştı. … Kral ordulariyle Ankara’ya gidecek ve
zaferini orada Mustafa Kemal’e dikte edecekti.
“Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler.
Eskişehir düştü.”
(Atay, Çankaya III, s.
83.)
Selanikli TBMM’yi toplayıp yeni bir hükümet kurduktan
sonra ortaya çıkan tablo bu..
Buradan, şayet İngilizler Selanikli’nin Anadolu’ya
geçişinin akabinde Milne Hattı ile Yunan’ı durdurmamış
olsalardı neler olacağı anlaşılabilir.
Olacağı şuydu, Anadolu’daki subaylar, ellerindeki
kuvvetlerle Yunan’a karşı direnişe geçecekler, sonunda Yunan, en büyük askerî
birliğin başında bulunan Karabekir ile kavgaya tutuşacaktı.
Bu durumda da Karabekir, Millî Mücadele’nin doğal
lideri haline gelecekti.
Bu kavga gürültü arasında Selanikli'nin yeni bir meclis
toplama, hükümet kurma vs. tezgâhlarını hayata geçirmesi de mümkün olmayacaktı.
*
İngilizler, Selanikli’nin Anadolu’da “meşru” bir meclis
kurması için gereken adımları attılar.
İstanbul’daki Meclis-i
Mebusan’ı (Milletvekilleri Meclisi’ni), 16 Mart 1920 tarihinde basıp
kapattılar.
Zamanlama çok manidar.. İngiliz demiri tavında dövmeyi biliyor.
Ankara’da
TBMM’nin toplanacağı 23 Nisan gününden 38 gün (bir ay, bir
hafta) öncesi..
Böylece
TBMM’yi alternatifsiz ve rakipsiz hale getirmiş oluyorlardı..
“Zaten
bir meclis var, ikincisine ne gerek vardı?” diyecek olanların söyleyecek sözü
kalmıyor.
Normalda
İngilizler’in, “hayatın olağan akışı” göz önüne alındığında, toplarının, tüfeklerinin ve süngülerinin gölgesi altındaki
Meclis-i Mebusan’ı yaşatmaları, böylece Ankara’da toplanan
TBMM’yi geçersiz ve yetkisiz, gayrimeşru ilan etmeleri, bu
iki meclisi birbiriyle tabiri caizse “tokuşturmaları” gerekirdi.
Fakat
bunu yapmadılar.
TBMM’ye meşruiyet,
hareket alanı ve rakipsizlik kazandıracak şekilde Meclis-i Mebusan’ın
başını ezdiler.
Evet, o
günlerde Türkiye’de hayat, “olağan akışı”nın dışında yol alıyor,
farklı mecralarda seyrediyordu. (Hukuk tahsili görmemiş olanlar genelde
bilmezler fakat "hayatın olağan akışı" tabirinin hukukçular
açısından önemi "böyük"tür.)
*
Aradaki
38 gün, tutuklanıp Malta’ya sürülmeyen mebuslardan/milletvekillerinden
bir bölümünün Ankara’ya gidip TBMM’ye katılmaları için yeterli bir süreydi.
Böylece,
TBMM, 172 üyeli Meclis-i Mebusan’ın 80 üyesini resmen (fiilen
68’ini) bünyesine katacak, Osmanlı devlet yapısına dayanan bir
meşruiyeti de cebine koyacaktı.
İngilizler,
tereyağından kıl çeker gibi Osmanlı devlet teşkilatının içini boşaltıyor,
Selanikli'ye, örmekte olduğu ağ için malzeme üstüne malzeme sunuyorlardı.
İstanbul'daki devlet kadrolarını işsiz güçsüz bırakıyor, "Ya Malta ya Ankara" seçenekleri arasında tercihe zorluyor, herkesi Selanikli'ye biate mecbur ediyorlardı.
Plan öyle başarılı biçimde
işliyordu ki, hırs ve ihtiras defterini dürüp kapatmış bir
zahid zannedilen Selanikli, Meclis-i
Mebusan üyelerini ikbal düşkünü olmakla suçlayabiliyordu.
Falih
Rıfkı’yı dinleyelim:
“Mustafa Kemal’in son İstanbul Meclisine güveni yoktu.
Kâzım Karabekir’e yazdığı bir telgrafta ‘mebusların ikbal düşkünlüğü yüzünden
grupta dayanışma sağlanamadığını, daha fazla hükûmetin aldatıcı politikasına kapıldıklarını’
söylemişti. Bazı vali ve komutanlar da Ankara’nın İstanbul ile
ilgi kesilmek emrine karşı, hükûmet İstanbul’da onunla
ilgiyi kesmek nasıl olur, yollu tenkitlerde bulunmuşlardı. Bir 23
Nisan akşamı Çankaya’da Atatürk o günün hikâyesini şöyle anlattı idi: ‘İç isyan
Ankara kapılarındadır. Başta ben olmazsam tehlikenin hafifleyeceği fikrinde
olanlar böyle bir denemenin faydalı olacağını bana kadar işittirdiler. Ben
nereye gidebilirim, diye sormaklığım üzerine de, şarka doğru, tavsiyesinde
bulunmuşlardı. (Sofrada bulunan Recep Peker’e dönerek) Hatırlar mısın Recep,
yeni gelmiştin, sana da fikrini sordum, memleketin menfaati bunda ise
fedakârlık etmelisiniz, demiştin. Fakat ben, tarihî bir görevimiz var; Meclisi açmak! Bu görevi yerine
getirelim de sonra düşünürüz, cevabını verdim ve Meclisin hemen
toplanması için tedbir aldım.”
(Atay, Çankaya III, s.
21).
Meğer
adamın (kimsenin bilmediği) "tarihî" bir görevi varmış.
“Memleketin menfaati için fedakârlık etme”
de ne demekti ki?
Memleketin menfaati bekleyebilirdi..
Mevzubahis olan, başına Selanikli’nin geçeceği bir meclis
ise, memleketin menfaati teferruattı.
Bu, "tarihî" bir görevdi..
Kim ya da kimler vermişti bu görevi ona?
Görünüşe göre, tarih.. Tarih tanrısı..
Ancak,
"tarihin verdiği görev"leri anlama yeteneği sadece Selanikli'ye
bahşedilmiş bir "olağanüstülük" değildi.
İngilizler
de "tarihin verdiği görev"leri keşfedip bulma konusunda maharet
kesbetmiş durumdaydılar.
*
Meclis işi tamamdı, fakat Yunan’la ilgili hesaplar
tutmamıştı.
Eskişehir bozgunu deyip geçmeyin, ciddi bir
yenilgiydi.. Yunan ordusu Ankara’nın ensesindeydi.
Ordu
Yunan karşısında tutunamamıştı, Falih Rıfkı’nın verdiği rakamlara göre, 70 bin kişilik ordudan geriye sadece 30 bin kişi kalmış bulunuyordu.
40 bin
kişi kayıptı.
Silah,
cephane, mühimmat ve erzak bakımından da durum kötüydü.
İşler
Selanikli’nin umduğu gibi gitmemişti..
Filistin'deki tecrübelerinden yararlanarak Ankara’yı
boşaltıp Kayseri’ye çekilme kararı aldı..
Meclisçilik
ve hükümetçilik oyununu orada kavgasız
gürültüsüz daha rahat sürdürebilirdi.
Memleketin
menfaati için şarka (doğuya) gitmeyen Selanikli, şimdi artık (kendi menfaati için) gidebilirdi.
Tarih
tanrısı, "Şimdi tarihî bir görevin var, Yunan'la savaşmak"
demiyordu.
Selanikli'nin
Yunus Nadi gibi bazı has adamı milletvekilleri hemen Kayseri’nin yolunu
tuttular, sonradan Kayseri Lisesi olarak hizmet görecek olan
tarihî yapıyı yeni meclis binası olarak hazırladılar.
*
Fakat
TBMM’nin “Selanikli dalkavuğu” olmayan milletvekilleri Kayseri'ye kaçmayı kabul
etmediler.
“Hiçbir
yere gitmiyoruz. Burada kalacağız ve savaşacağız. Gerekirse öleceğiz” dediler.
Selanikli
baktı ki kendisi gitse Meclis gitmiyor, elinden Meclis de, Hükümet
de kayıp gidecek, o yüzden, cepheye gidip savaşmaya çarnaçar razı oldu.
Tam dört
gün boyunca TBMM'de "Selanikli cepheye gider mi, gitmez mi"
tartışması yaşandı.
Sonunda
(Meclis-i Mebusan üyelerini ikbal düşkünü olmakla suçlayan) Selanikli iki
şartla cepheye gitmeyi kabul etti.
Birinci
şartı şuydu: TBMM’nin bütün yetkileri kendisine bırakılacak,
yani “astığı astık kestiği kestik, la yüs’el, sorgulanamaz ve hesap
sorulamaz” diktatör olacak.
İkinci
şart ise, bir yenilgi durumunda kendisine (kusur ve kabahati olsa bile)
suçlamada bulunulamayacaktı.
Polatlı'ya
kadar gelmiş olan Yunan yüzünden TBMM "Denize düşen ne bulsa sarılır"
hesabı bu şartları kabul etti.
Ve
fedakâr Selanikli, kaptığı diktatörlüğü bir daha hiç bırakmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder