Prof. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinin 13 Ekim 2017 tarihli
sayısında yayınlanan “İnsan, ümmet
birliği ve tefrika” başlıklı yazısına şöyle başlamış:
“Şu mübarek
Cuma gününde İslam’ın insan anlatışı, birlik ve tefrika konularında temel
kaynağımız Kur’ân-ı Kerim’den, kısa açıklamalarla birkaç
âyet meâli nakledeceğim.”
Böyle diyerek söze başlamış ve hiç de mübarek olmayan
yorumlar yapmış.
Mesela, “İslâm dini inançta ve amelde birliğe
büyük önem veriyor. Bunun içindir ki inanç alanında Allah’ın birliği
ilkesini getirdiği gibi, …” diyor.
Sanki, Allahu Teala’nın birliği “sonradan ihdas edilmiş” bir ilke..
İslâm, Allahu Teala’nın birliği ilkesini getirmiş
değildir; tek ve bir olan Allahu Teala, varlığı ve birliği anlaşılsın,
kendisine ortak/şirk koşulmasın diye İslâm nimetini din olarak insanlara
göndermiştir.
*
Karaman’ın bir başka yorumu:
“Allah ve Resulü’ne itaat edin,
birbirinize düşmeyin, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız.
Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenleri sever” (Enfal:46).
Bu âyette ve aynı meâldeki âyetler
ve hadislerden çıkan sonuca göre zafer ve başarının altın kurallarını şöyle
sıralamak mümkündür: Harekette sebat ve istikrar, Allah’ı devamlı anmak ve asla
unutmamak, Allah ve Resulü’ne itaat (yöneticilere, kumandanlara ve kanuna itaat
etmek), birlik ve beraberliği korumak, …
Ayet-i kerimede sadece Allah’a ve
Resulü’ne itaatten söz ediliyor.
Yöneticilere ve kumandanlara itaat meselesi,
“sizden olan ulu’l-emr (emir/iş sahipleri)”
kaydıyla başka bir ayette (Nisa, 4/59) geçiyor.
Hayrettin Karaman ise, abrakadabra ve el çabukluğu
ile mukayyed bir hükmü mutlak hale
çeviriyor.
Üstelik, ulu’l-emrle ilgili ayet, müfessirlerin
belirttiği gibi, yöneticiler ve kumandanlar ile onların emri altındakiler
arasında ihtilaf çıkabileceğini, bu takdirde ihtilafın
yönetici ve kumandanların keyfine göre
değil, onlar aradan çıkarılarak Kur’an ve
Sünnet’e göre çözümleneceğine işaret etmektedir:
"Ey iman edenler! Allah’a itaat edin.
Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere)
de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret
gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlü’ne arz edin.
Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir." (Nisa, 4/59)
Tabiî Hayrettin efendi bir de, durup dururken, araya “kanuna itaat”
meselesini de ekliyor.
Hangi kanuna itaat?..
Neden bu Hayrettin efendi Şeriat’e itaatten
değil de, (laik bir devletin Şeriat'e aykırı yasalarını da akla getirecek şekilde) kanuna itaatten söz ediyor?
*
Hayrettin efendi devam ediyor:
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir
erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere
ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla
sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır” (Hucurat:13).
… Âyet …; insanın şeref ve değerini,
kendi iradesi ile elde etmediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla
elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor.
Âyetteki değer ölçütü takvâ, evrensel değerleri,
erdemleri edinme ve bunların zıtlarından titizlikle kaçınma ve sakınmayı ifade
etmektedir.
Adam, “Evrensel değerler, ancak Kur’an ve
Sünnet’teki takva tanımı içine giren değerler olabilir” diyerek evrensel
değerler için takvayı referans olarak
gösterse, öpüp başımıza koyacağız.
Fakat, öyle yapmıyor, takva kavramını laikleştiriyor, takva için, ne idüğü belirsiz evrensel
değerleri referans haline getiriyor.
Nedir bu evrensel değerler?
*
Takvayı biliyoruz, Allahu Teala’nın şiarlarını yüceltmektir, emir
ve yasaklarına uymak, şeriatini yürürlüğe koymaktır. Malıyla ve canıyla cihad
etmektir.
Takva ile ilgili bir ayetin meali şöyle:
“Allah’a ve
ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten
(kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilendir.” (Tevbe,
9/44)
Bir başka ayet meali:
“İşte böyle;
kim Allah’ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerin
takvasındandır.” (Hac, 22/32)
Takva bu..
Peki evrensel değerler ne?
Allah’ın şiarları nerde, laiklerin evrensel dedikleri
değerimsiler nerde!
*
Karaman, 12 Ekim 2017 tarihli (yukarıda sözünü ettiğimiz yazısından bir gün önceki) yazısında da kafa karıştırma alanındaki yeteneklerini büyük bir ustalıkla sergilemiş bulunuyordu.
Mesela şöyle diyordu:
Adının başında İslam bulunan ülkeler
ikiye ayrılıyor:
1. Bütünüyle
İslâmî düzenin hakim olduğu ülkeler.
2. Resmi düzeni
bütünüyle İslama dayanmasa da halkının çoğu Müslüman olan ve İslâmî hayatın
kısmen de olsa yaşandığı ülkeler.
Bugün dünyamızda birinci sınıfa
giren İslam ülkesi yok gibidir. Bazı İslam ülkelerinin anayasalarında “Devletin
dini İslam’dır” yazılı olsa da hayatın çeşitli alanlarına ait düzenlemeler ve
uygulamalara bakıldığında bu cümlenin bir slogandan ibaret olduğu görülür.
Bizde de Cumhuriyetin ilk yıllarında anayasada böyle bir cümle var idi, ama
hedef devletin ve halkın hayatından İslam’ı ya söküp atmak veya asgariye
indirmek idi.
Karaman'ın, bazı İslam ülkelerinin anayasalarında “Devletin dini İslam’dır” yazılmış olmasını küçümsemesi basite alınacak bir hata değildir.
*
Bu vatandaş, işine gelince bir de tekfircilik belasından, tekfirin kötülüğünden dem vurmasa
bu kadar yadırgamayacağız..
İman edilmesi gereken bütün hususlara iman eden, küfür söz ve eylemlerden kaçınan, bununla birlikte
İslam’ı tam yaşamayan, birtakım günahları işleyen
bir adam, bütün kusurlarına rağmen tekfir edilemez.
O, mümin/müslümandır.
“Onun Kelime-i Şehadet getirmesine bakmayın, bu, slogandan ibaret” denilerek zımnen tekfir edilmesi kabul edilemez.
Buna karşılık, İslam’ın emrettiği çoğu iyilikleri
yapıyor (insanlara yardım ediyor, sadaka veriyor, çaresizlerin dertlerine
derman oluyor) ve kötülüklerden (içkiden, kumardan, zinadan,
faizden) kaçınıyor olsa bile, İslam’ı hayat nizamı olarak kabul
etmeyen, Şeriat’in devrinin geçtiğini söyleyen biri, kâfirdir.
Böyle biri, kullara iyilik yapıyor olsa bile, bütün iyiliklerin yaratıcısı olan Allahu Teala’ya karşı nankörlük ettiği
için, son tahlilde Şeytan’ın yoldaşı ve yandaşı olma durumundadır.
*
Devletler de böyledir.
İslam’ı tam uygulamıyor olsa bile, “Devletin dini,
İslam dinidir” diyen bir devlet, İslam devletidir.
Dinler arasında tarafsız olduğunu, her dine eşit mesafede durduğunu, dininin bulunmadığını ilan eden devlet ise, kendi beyanı, ifadesi ve itirafı gereği dinsiz devlettir, küfür devletidir.
Dinde zorlama yoktur. "Dinsizim" diyen dinsizdir, onu zorla müslüman yapacak halimiz yok.
*
Anayasasında yer alan bir madde ile müslüman olduğunu ilan eden, Kur'an ve Sünnet'e bağlılığını vurgulayan devlet ile, dinsiz olduğunu söyleyen devlet arasındaki fark, ölçülemeyecek derecede büyüktür.
İkisi birbirine Cennet ve Cehennem kadar uzaktır.
Bugün anayasasında Şeriat‘e bağlılık vurgusu yapan İslam ülkeleri
ile, Türkiye Cumhuriyeti‘nin 1924 Anayasası’ndaki hükmü
halkı aldatmak için koymuş bulunanların aynı kefeye konulması ise,
abrakadabrayı da aşan bir sahtekârlıktır.
1921 Anayasası’nda, kanunların İslam hukukuna uygun
olması hususu dile getiriliyordu.
1924 Anayasası’ndaki “Devletin dini, din-i
İslam’dır” hükmü muvacehesinde, Türkiye Cumhuriyeti, herşeye
rağmen bir İslam devletiydi.
O dönemde bazılarının münafıklık yapmış olması, sonucu
değiştirmez.
*
Bu hükmün kaldırılması ile birlikte, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, dinsiz bir küfür devleti haline
gelmiştir.
Hayrettin Karaman’ın “Bazı İslam ülkelerinin
anayasalarında ‘Devletin dini İslam’dır’ yazılı” olmasını değersizleştirmeye çalışması, affedilir bir hata değildir.
Ne yapmaya çalışıyor bu adam?
Onlarınki sloganmış,,
Kolaysa senin devletin de aynısını yapıp "slogan müslümanı" olsun, dinsizlikten kurtulsun da görelim!
Sonra da bu vatandaş yana döne tekfircilikten şikâyetçi oluyor.
Yani ne diyelim, “Hayrettin Karaman’ın İslam
hukukçuluğu da içi boş bir slogandan ibarettir, asıl derdi İslam hukukunun
küfür düzeninin arzusuna uygun biçimde tahrif edilmesi için çaba göstermekten
ibarettir” mi diyelim?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder