Büyük İslam âlimi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde En'âm Suresi'nin 136'ncı ayetini açıklarken şöyle demektedir:
… Burada iman ile şirki, önce biri inanca (itikada),
biri amele (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan
düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin
Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa, kanun)
tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi
ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının hükmü adına bir kazanç
sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının hükmü adına bir masraf da
yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü
adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir.
Buradan ne anlıyoruz?
Şunları:
Birincisi, Allahu Teala'yı birleyen, O'na
şirk koşmayan muvahhid bir mümin esas itibariyle Allah'tan başka hakem
(hüküm veren) tanımaz.
Yani Allahu Teala'nın hükmünü bildirdiği bir
konuda "Yok güncellemeydi, yok İslam'ın ruhuydu,
yok şuydu, yok buydu" diyerek laga luga ve ukalalık, haddini bilmezlik
yapmaz.
(Hz. Ali r. a.. döneminde Haricîler önce
onu hakem olayını kabule zorlamışlar, sonra da "Hakem ancak Allah'tır, sen
bu konuda hakem kabul ederek küfre düştün" diyerek başkaldırmışlardı. Hz.
Ali de "Hak bir sözle batılı kast ediyorlar" demişti. Allahu
Teala, Talut örneğinde olduğu gibi "Falan kişi halife olacaktır" diye
bir hüküm indirmemiş bulunduğu için, bunların söyledikleri, ahmaklığın
daniskası oluyordu.)
İkincisi, Allahu
Teala'yı birleyen, O'na şirk koşmayan muvahhid bir mümin Allah’ın
hükmünden başka hüküm (yasa, kanun) tanımaz.
Tanırsa, Allahu Teala'ya şirk koşmuş olur. Bu, muvahhid (Allah'ı
birleyen) bir mümin olmaktan çıkıp müşrik olması demektir.
İnsanlar, mesela "Arabalar yolun solundan değil sağından
gitsinler, kırmızı ışık yanınca dursunlar, memurlar filanca saatte mesaiye
başlasınlar, ehliyet almayan araba kullanamasın" filan gibi hüküm verebilir, kurallar koyabilirler, fakat, Allahu Teala'nın (Kur'an'la ya da peygamberi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla
bildirilmiş olan) hükümleri söz konusu olduğunda, başka bir hüküm veremezler.
Bunu yaparlarsa, muvahhid bir mümin olmaktan çıkar, kendilerini
müslüman zannetseler bile bir müşrik olurlar.
Ahirette, karaladıkları imtihan kâğıdının üstüne kocaman bir
sıfır yazılmış olduğunu görürler.
*
Üçüncüsü, laiklik (siyasal dinsizlik) mevzubahis
olduğunda muvahhid (Allah'ı birleyen, O'na ortak koşmayan) bir müminin
kendisine soracağı soru şudur: Allahu Teala'nın bu konudaki hükmü nedir?
Bu noktada T. C. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın (Allah'ın
bu konudaki hükmünü merak etmeden, kendiliğinden) şöyle bir hüküm verdiğini
görüyoruz: "İnsanlar laik olmaz, fakat devlet laik olur, olabilir,
dinen mahzuru yoktur."
İmdi, Allahu Teala'nın, devletin laik (siyasal dinsiz, dinler
arasında tarafsız) olabileceğine dair bir hükmü var mıdır?
Böyle olması için Allahu Teala'nın devlet yönetimini
ilgilendiren hususlarda hiçbir emir vermemiş olması gerekir.
Böyle midir?!..
*
Rasulullah s.a.s., ashabına, tarım/ziraat konusunda,
"Dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz"
buyurmuştu.
Dünya işleri dediği şey, devlet işleri değildi, kişisel
meselelerdi.
İşte bu anlamda laiklik İslam'da belki vardır. Yani insanlar
dünyevî gündelik işlerinde, geçim meşgalelerinde kendi hallerine bırakılırlar.
Ağacını aşılayıp aşılamayacağına kişinin kendisi karar
verir. Allahu Teala, "Ağaçlarınızı aşılamanız farzdır, aşılamayı
geciktirirseniz kefareti şudur" diye bir hüküm indirmemiştir.
Ama, Rasulullah s.a.s. devlete ilişkin hususlarda,
"Bunları siz benden daha iyi bilirsiniz" demiş değildir.
Mesela Mekke'de hırsızlık yaptığı anlaşılan
asil/soylu bir kadın için birileri şefaatte bulunduklarında şöyle dememiştir:
"Devlete ait üç erk/kuvvet vardır: Yasama (yasa
koyma), yürütme (hükümet), yargı (mahkemeler). İmdi, bu kadına ne
yapılacağı konusu, yasama bağlamında devlete ait bir konu,
İslam ise bireylere karışır, devlete karışmaz, dolayısıyla bu hırsızlık olayı
hakkında laik bir hüküm vermemiz lazım, laik demokrasiyi
hayata geçirip bu konuda referanduma gidelim, halkın çoğunluğu ne derse onu
yapalım.. Ayrıca, yargı da devlete ait bir iştir, burada da
laiklik olsun, biz Kur'an'dan hüküm aramayalım. O kadını yakalayıp
mahkeme huzuruna getirmek de yürütme (hükümet etme) ile ilgili
bir husus, bu da laiklik kapsamında İslam'ın ilgilenmediği birşey, devlet işi. Dinle devlet işleri ayrıdır. Böyle devlet
işleriyle beni meşgul etmeyin."
Böyle mi demişti Peygamber Efendimiz s.a.s.?!
*
İslam'da laiklik kişisel düzeyde vardır, devlet
düzeyinde yoktur. Gayrimüslimler, müslüman olmaya zorlanamazlar.
Fakat onlara, müslüman olmadıkları, "Allah'ın hükümlerine, Rasulü'nün ilke ve inkılaplarına bağlı kalacaklarına" yemin etmedikleri sürece "velayet/velîlik" (hükmetme, yönetme yetkisi) verilmez. Yani devlet İslam devleti olmak zorundadır.
Erdoğan ise bunu tersine çeviriyor, kişisel düzeyde
müslümanlık, devlet düzeyinde laiklik istiyor.
Bu kadarcık hakkı bana Almanya da, ABD de, İngiltere de, Rusya da,
İngiltere de, Brezilya da, Yunanistan da tanıyor. Sonuçta bu devletler "din
devleti" değil, laik devlet biliniyor.
*
Erdoğan, Suudi Arabistan'ın el-Arabiya kanalının Şubat 2017’de kendisiyle gerçekleştirdiği mülakatta şöyle demişti:
... Bize de tabii geçmiş yıllarda laikliği,
ladinilik diye, dinsizlik diye anlattılar. Ama biz şu anda partimizdeki
tanımına bunu koyduk, dedik ki: Laiklik devletin bütün inanç gruplarına
eşit mesafede olmasıdır ve bu inanç gruplarının inancını güvence altına
almasıdır. … Demek ki 'Onlarla istişare edin' hükmünü çok daha geniş
ele almamız lazım, istişarelerimizi genişletmemiz lazım. Tabii ki
düşüncelerimizi de güncellememiz gerekiyor.
Sözünü edip güncellemeye tabi tuttuğu istişare emri, Uhud
Savaşı'ndan sonra inen şu ayet-i kerimede geçiyor:
"Allah'dan bir rahmet iledir ki, sen
onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalbli olsaydın, elbette
etrâfından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için mağfiret dile ve
(hakkında vahiy gelmeyen bir) iş husûsunda onlarla müşavere et! Fakat karar
verdiğinde, artık Allah'a tevekkül et! Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri
sever." (Âl-i İmran, 3/159)
Burada sözü edilen kişiler ashab.. Hem de savaşa katılan, İslam için cihad eden ashab..
Erdoğan'ın "Çok daha geniş
ele almamız lazım" derken kastının ise, sadece müslümanlarla değil,
kâfirlerle de (ateist, yahudi, hristiyan, budist vs.) müşaverede bulunulması (yani
laik demokrasinin hayata geçirilmesi) olduğu anlaşılıyor.
Güncellemesi böyle bir güncelleme..
Allahu Teala (haşa) işi bilememiş, emri eksik
vermiş, neyse ki müctehid Erdoğan gelmiş, eksik ya da hatalı olanı düzeltmeye
koyulmuş.
*
Lafları böyle..
Pratiğe baktığımızda ise, etrafında istişarede bulunduğu (sözünü sakınmayan, hakkı söyleyen) bir tane bile gerçek âlim
bulunmadığını görüyoruz.
Onlara parmak sallıyor, "Bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar ya da çok
farklı bir dünyada yaşıyorlar. Çünkü İslam'ın güncellenmesinin
gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar" diyor.
Aşağılıyor. Katılığın destanını yazıyor.
Bunların yaşadığı "asır", hükmünü
vermiş zaten. Ayrıca İslam'ın hükmünü beklemeye gerek var mı?! Acizler işte,
n'olacak!
Böyle bir kafanın istişaresinden ne hayır
gelir!
Tabiî ki müşavere işini "geniş ele
alacak", acizler yerine muktedirleri seçecektir.
Nitekim Temmuz 2016'da Mehmet Barlas'ın
oğlu Cemil, televizyon ekranında Can Ataklı'ya şöyle demişti:
"Türkiye'yi Tayyip Erdoğan yönetiyor sen
de alış buna bir sorun yok. Türkiye'yi Tayyip Erdoğan temsil ediyor. O ne derse
o oluyor Türkiye adına. Biz söylüyoruz ama ona, kendi kafasına göre
yapmıyor."
*
İslam'ın (Kur'an'da geçen) "kısas"
emrini alalım..
Eğer laiklik İslam açısından makbul birşeyse, bu kısas
emrini devlet yapmayacak, bireyler kendileri icra edecekler demektir.
Çünkü devlet müslüman olmaz, laik olur, dinler arasında tarafsız
kalır.
Müslüman bireyler şöyle deme durumundalar: "Allah, bunu
devlete değil, bize emretti, çünkü devletin laikliği esastır, İslam devleti
diye birşey olmaz. O halde gidip şunu öldürmeli, kısası uygulamalıyım, aksi
takdirde bir farzı çiğnemiş olurum. Herşey devletten beklenmez. Allah'ın emrini yerine getirmek devlete değil, müslüman bireylere düşüyor. Ne yapalım, iş başa düştü."
Böyle saçmalık olabilir mi?!
Ondan sanra da bu kafa, kendisini çok akıllı zannederek İslam'ı
güncellemeden bahsediyor.
Demagoji, büyük laflar ve hitabet sanatıyla cahil kitlelerin
gözünü boyamak mümkün de, buna Allahu Teala razı olur mu?!..
*
Merhum Elmalılı rh. a. sözlerini şöyle sürdürüyor:
İnanç (itikad, akaid) bakımından böyle olan,
Allah’ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından
da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil
bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o
inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o
zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından
bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan
dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp
hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç
veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar.
Olayın bir inanç (zihniyet) boyutu
var, bir de amel (uygulama).
Bir insan, Allahu Teala'nın emir ve
yasaklarını geçersiz ve önemsiz görürse, kabul etmezse, kâfir olur.
Kabul etmekle birlikte riayet etmezse, günahkâr bir müslümandır.
Bu noktada "müşriklerin uyruğu
altında" olup olmama, önemli hale gelmektedir.
Uyrukluk meselesi, doğrudan devlet meselesi.
Eğer devlet müşriklerin (Allahu Teala'ya
ortak koşanların, başka şahısları O'na denk tutup o şahısların ilke ve
inkılaplarını yüceltenlerin) elindeyse ve bir müslüman da bu tür
adamların "değiştirilemez" diyerek hüküm koyup borularını öttürdükleri o devletin "uyruğu" olma durumundaysa, söz konusu müslüman, merhum büyük âlim
Elmalılı Hoca'nın (Ki Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de onun
için "büyük alim" diyor) açıkladığı şekilde inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten kurtulamaz.
Bu, böyledir.
"He yav, böyle ne güzel, burada İslam'a bir aykırılık yok,
böyle laik bir düzen de İslam'a uyar, hatta daha uygundur, keşke Taliban da
böyle olsa, laikliği benimsese" derse bir müslüman, inanç (itikat) bakımından müşrik
hale gelmiş, İslam'ı terk etmiş olur.
Şayet, "Ben bir müslümanım, bunları onaylamıyorum, fakat yaşadığım
bu ülkede birşeyleri değiştirmek benim elimde değil, başım belaya girmesin diye
laik düzenin istediklerini yapıyorum. Bu ülkenin mazisinde neler var neler,
şapka denilen üç kuruşluk bez parçası için adam asanların hüküm sürmüş olduğu
bir tımarhaneydi burası, aman başıma birşey gelmesin" derse, bu durumda
itikadını kurtarırsa da (Ki bu az birşey değildir, büyük şeydir) amel
bakımından şirke düşmekten kurtulamamaktadır.
İşte bizim büyük bahtsızlığımız, büyük felaketimiz budur.
Yüzyıllık trajedimiz.
*
Merhum Hoca'nın sözlerinin devamı şöyle:
Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı (uyum göstermesi) amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda “Eğer onlara [müşriklere, bunlar devlet büyüğüdür diye] itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz” (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder