Charles Jourdain, Dictionnaire des Sciences Philosophiques’de yer alan “Fatalisme”
(Kadercilik) maddesinde (Babanzade Ahmed Naim Bey’in Ahlak-ı İslamiyenin Esasları adlı kitabında yer alan çeviriye göre) şöyle diyor
(Bazı ifadeleri sadeleştirdik, köşeli parantez içinde de açıklamalar ekledik):
İnsanın muhtar
[ihtiyar/seçim sahibi] olduğu yakînen [kesin bilgiyle] sabittir.
Zira buna vicdan şahittir [Herkes, kendi içinde bu
muhtariyeti bulur]. [Bu, meselenin insana bakan yönü. Allahu Teala’ya bakan
diğer yöne gelince..]
Allahu Teala’nın
namütenahî (sonsuz) sıfat-ı kâmile sahibi olduğu yine yakînen sabittir [Kemal
sıfatlarıyla muttasıf olmayan, yani Tanrılığa yakışan vasıflarla vasıflanmamış
olan, Tanrı olamaz. Akla aykırıdır]. Zira akıl bunu idrak
ediyor.
Bu yakîn-i muzaaf
[İnsanın kendisinin seçim sahibi olduğunu kesin bilgiyle bilmesine eklenen bu
ikinci kesin bilgi], kuvve-i akliyenin (aklî potansiyelin) ilk devre-i
inkişafında (ilk gelişim döneminde) teemmül-i i’male (aklı kullanarak
düşünmeye) başlamadan evvel kalpte [vicdanda]
kemal-i metanetle (tam bir sağlamlıkla) rasih ve mütemekkindir (sağlam ve
yerleşiktir).
Binaenaleyh felsefe bunları tefekkürat-ı gunagun (çeşit çeşit
akıl yürütmeler) ile isbat etmeye muhtaç olmadığı gibi [Çünkü bunlar, insanın
kendisinin kendisi olduğunu bilmesi gibi doğrudan bilinen ve ispat istemeyen
kesin bilgilerdir] bunları safsatalarıyla da
tevhin etmeye (zayıflatmaya) salahiyettar (yetkili) değildir.
Felsefenin bütün himmeti
(çaba ve gayreti) bizatiha (zaten) gayri kabil-i red ve cerh (reddedilmesi ve
çürütülmesi mümkün olmayan bu) iki hakikati nazar-ı itibardan dûr tutmamaya
(göz önünden uzak tutmamaya) maksur olmalıdır.
Felsefenin bu iki
hakikatin nokta-i esrarengiz ictimaını (esrarengiz birleşim noktasını)
keşfettiği gün, âlem-i insaniyetin en büyük günlerinden biri olup kalacaktır.
Maamafih bu iki
hakikatin keyfiyet-i te’lifini [İnsanın hem özgür irade sahibi olması
hem de Allahu Teala’nın kemal sıfatlarıyla muttasıf olması itibariyle insan
için bir kader takdir etmiş olması hakikatlerinin birbirleriyle nasıl
uzlaştırılacağını] bilmemekle (insan) bunları inkâra ve akl-ı selimin kendisine tevdi ettiği vazifeden inhirafa
(sapmaya) salahiyet kazanamaz.
Merhum
Babanzade’nin eseri sadeleştirilerek yayınlanmış bulunuyor.
Sadeleştiren
Dr. Recep Kılıç (O şimdi prof.).
Bu vatandaş “İnsanın muhtar [ihtiyar/seçim sahibi]
olduğu yakînen [kesin bilgiyle] sabittir” şeklindeki cümleyi şöyle çevirmiş:
"İnsanın seçilmiş bir varlık olduğu kesin olarak sabittir.”
(Babanzâde Ahmed Naim, İslâm Ahlâkının Esasları, sad. Recep
Kılıç, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995, s. 43.)
Buyur burdan yak!
Sözün bittiği yerdeyiz, ne desek boş.
İlk düğmeyi yanlış ilikleyen adam, son düğmeye kadar öyle gider.
Bu vatandaş da aklınca kitabı sadeleştirmiş, fakat anlamadan.
Kendi anlayışsızlığını merhum Babanzade’nin sırtına yüklemiş.
“Muhtar” kelimesine hiç dokunmasaydı, kelimeyi doğru bildiğini ve
genel okuyucu kitlesi tarafından da bilindiğini zannettiğini düşünebilirdik.
Keşke bu kadar cesur olmasa, cümleyi olduğu gibi bıraksaydı.
(Muhtar kelimesi hem
seçilmiş hem de seçen anlamına gelir. Bunun nedeni iftial babından gelmesi ve
kelimenin aslının ecvef, yani orta harfi 'ya' olan bir fiil olmasıdır. Geçmiş
zaman kipi ihteyera, masdarı ihtiyârun'dur. Muhtarlıklardaki "ihtiyar
heyeti" de buradan geliyor. "Ya" "elif"e dönüştüğü
için ism-i faili muhteyirun yerine muhtarun, ism-i mef'ulü de muhteyerun yerine
yine muhtarun olur. Türkçe'de daha çok ism-i fail anlamı kullanılmıştır,
nitekim dilde yenileşme ile birlikte muhtar kelimesi yerine özerk/otonom
kelimesi tercih edilmiştir. Otonomi, bağımsız karar verme kabiliyeti anlamına
gelmektedir.)
*
Neyse ki bu şahıs, bütün kelimeleri sadeleştirmeye kalkışmamış.
Hafazanallah akıl, vicdan vs. gibi kelimeleri de sadeleştirmeye kalkışsaydı kim
bilir ortaya nasıl bir metin çıkardı.
Babanzade’nin cümlelerini olduğu gibi aktardığında, merhumu
anlayıp anlamadığından emin olamasak da, ortaya düzgün bir metin çıkıyor.
Bu ilahiyatçı akademisyen, sadeleştirmenin baş tarafında
Babanzade’nin görüşlerini özetlemeye de çalışmış.
Bunu yaparken, “akıl” konusunda yazdıklarına bakarak, onu mezheben
Matüridî ilan etme anlamına gelen bir ifade kullanmış.
Oysa, TDV İslâm Ansiklopedisi’nde de
belirtildiği gibi, Babanzade mezheben Şafiî idi. Şafiîler de itikatta genelde
Eş’arîdir. Babanzade bunun istisnası değil.
Buradaki hatanın kaynağı, Eş’arîlik konusundaki cehalet..
Aklın dindeki önemi ve dinî gerçekleri anlamadaki rolü ve işlevi konusunda
İmam Matüridî ile İmam Eş’arî arasında önemsenecek bir fark yoktur.
*
Merhum Babanzade’nin Matüridîyye mezhebinden zannedilmesine yol
açan düşüncelerine gelince..
Kitabı sadeleştiren Recep Kılıç, bunları, yazmış olduğu ‘giriş’
anlamına gelen bir bölümde aktarmış.
Okuyalım:
İslâm ahlâkmın "vahiy" veya "din"
ile temellendirilmiş olması, ahlâkî sahada "akıl’ın önemini
azaltmadığı gibi, İslâm dininde ahlâkî görevlerle ilgili buyrukların oldukça
çok olması da, yine İslâm ahlâkına aklî niteliğinden bir şey kaybettirmez.
Düşünürümüze göre insanm, kendi dışındaki bir otorite tarafından belirlenmiş
olan bu ahlâk buyruklarma itaat etmesi, gerçekte, yine ahlâkî görev
tasavvurunu, akıl'dan alması demektir. Çünkü başlangıçta "insanm
esasen müslüman oluşu, iman etmesi, zaten aklî delillendirme sonucu
gerçekleşmiştir."
Görüldüğü gibi A. Naîm'e göre, aklî delillendirme
(istidlâl-i aklî) neticesinde dini kabul eden müslüman için ahlâk buyruklarını
din'den almak, esasen onları akıl'dan almak anlamına gelir. Çünkü daha
başlangıçta din'in kabûlü, aklî istidlal ile gerçekleşmiştir.
Ahmed Naîm'in anlayışmda akıl'ın önemi, sanıldığından
da büyüktür. Ahlâk'ı din ile temellendiren Naîm, din'i de akıl ile
temellendirir gibi gözükür. Ona göre "dinimizin mebnâsı, mebâdi-i akliyyedir".
Gözükür
değil, öyledir.
Recep
Kılıç, “Din'in temelinin akıl ilkeleri olduğunu söyleyen bu satırlar…” diyerek
sözlerini sürdürüyor ve “(Babanzade) aklın dinî delillerden biri
olduğunda bütün İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde olduğunu düşünür” diyor.
Onun kendi düşüncesi değil, vakıa böyle.
Sözde İslam’ı savunma adına akıl düşmanlığı yapan ahmak cahillerin
türemesi modern/çağdaş bir olay.
Bu akıl düşmanlığı, münafık, kâfir, fasık ve facirlerin de işine
geliyor, çünkü “İslam akla aykırıdır” şeklindeki palavralarına “içerden” şahit
bulmuş oluyorlar. Ve böylesi ahmakları “Sahici dindar, gerçek müslüman, dini
din olarak gören, ideolojileştirmeyen samimiler” olarak
adlandırıyorlar.
Recep Kılıç sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Dinin temeli akıl ilkeleridir" derken
A. Naîm'in vurgulamak istediği, iki esas konu vardır: Bunlardan birisi,
İslâm'da taklidi imanın önemli olmadığını vurgulamak; İkincisi de İslâm
dini'ndeki iman ilkeleri ile Hrıstiyanlıktaki iman esasları arasındaki farka
dikkat çekmektir.
Evet, Mutezile’ye göre iman “tahkîkî” olmalıdır, “taklîdî” iman
geçersizdir. Ehl-i Sünnet’e göre taklîdî iman önemsiz değildir, önemlidir
(tabiî doğru/sahih olması kaydıyla), fakat kişi tahkiki (araştırmayı) terk
ettiği için günahkârdır. Babanzade de taklîdî iman önemsizdir demiyor. Buradaki
sorun imanda değildir, aklın kullanılmamasındadır, taklitle yetinilmesindedir.
Recep Kılıç, bunun ardından, Babanzade’den şu alıntıları yapıyor:
"İman denilen şey, kalbî bir iş ise de, her
halde aklen güzel görülmesi de gerekir. İslâm ulemasının büyük çoğunluğu taklid
seviyesindeki imana pek o kadar hoş bir gözle bakmazlar.
"İmaıun esası ve dayanağı bizde akıldır.
Gerek Allah'm varhğma ve gerek şerefli Nebi Hz.Muhammed (s.a.v)'in
peygamberliğine ve bildirdiklerinin Allah tarafından indirildiğine iman eden
her müslüman, her halde aklî delillere baş vurarak bu hakikatleri kabul eder...
İslâm dininde aklın keşfedemiyeceği nitelikte sadece iman edilmesi gereken sır
yoktur. Hiçbir kimseye 'aklın alsın almasın herhalde iman ile yükümlüsün,
iman edilmesi gereken konuları tartışmaya aklın yetkisi yoktur' denilmemiş
ve denilemez."
Merhum Babanzade’nin bu sözleri doğrudur.
Allahu Teala’nın zatı hakkında düşünmenin yasak olması da yine
aklın gerektirdiği birşeydir. Çünkü insan düşüncesi, beş duyu vasıtasıyla
algılanan şeyler çerçevesinde faaliyet gösterir. Mesela anadan doğma körler
renkleri, aydınlık ve karanlığı asla zihinlerinde canlandıramazlar. Zihnin
çalışma düzeni böyle. Zihnimizde, doğada var olmayan birşeyi tasavvur
edebiliriz, fakat o, parçaları ve özellikleri itibariyle doğada mevcut olan
birşeydir. Sadece terkip (bileşim) farklılık gösterir. Kafamızda icat ettiğimiz
yeni nesneler, renkleri ve parçalarının geometrik biçimleri itibariyle doğada
zaten var olan şeylerdir. Bir müzisyen yeni bir beste yapabilir, fakat yeni bir
nota icat edemez. Yeni beste, aynı notaların farklı bir terkibinden ibarettir.
İmdi, insan Allahu Teala’yı zihninde canlandırmak istediğinde de, ancak
yaratılmış olan ve o güne kadar duyularıyla algılamış olduğu nesnelere ait
özellikler çerçevesinde düşünebilir. Olayın diğer bir boyutu da şu: Zihnin
faaliyeti de Allahu Teala’nın yarattığı birşeydir.
Bu yüzden, gerçek mutasavvıfların marifetullah hakkındaki sözleri haddini bilir nitelikte ve ölçülüdür. Mesela Ebu Said Harrâz şöyle demiştir: “Allah hakkındaki marifet, Allah’ı bulmadan (vuslat) önce O’nu araştırmakla ilgili olmak üzere elde edilen ilimdir.” (Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf - Ta’arruf, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Y., s. 98.) Yani varlığını ve birliğini bilmeyi sağlayan ilimden ibarettir. Kelâbâzî şunu da söylemektedir:
“... 'Marifet iki nevidir: Hakk’ı tanımak, hakikatı tanımak. Hakk ile ilgili olan marifet, sıfatlarından anlaşıldığı gibi Allah Teala’nın birliğini kabul etmektir. Hakikatla ilgili olan marifet, “Allah Teala’nın birliğine ulaşmanın yolu yoktur” diye arifin inanmasıdır. Zira samediyet bunu imkansız hale getirmiştir.’ Bu sebeple Rabb’ın ihata edilemeyeceği bir hakikat olarak ortaya çıkmıştır. Allah Teala, ‘İlim yönünden onu ihata edemezler’ (Taha, 20/110) buyurmuştur. Samed, sıfat ve vasıflarının mahiyeti idrak edilmeyen varlık demektir.” (A.g.e., s. 193)
Benzer şekilde Zünnun-ı
Mısrî’den şu söz nakledilir: “Allah’tan en uzak kalan, zahir itibariyle
O’na en fazla işarette bulunandır.” (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, çev.
Süleyman Uludağ, İstanbul: Erdem Y., 1991, s. 192.) Cüneyd-i Bağdadî de şöyle
demiştir: “Marifet, Allahü Teala’nın mekri, yani oyunudur. Arif olduğu zannına
kapılan oyuna gelmiştir.” (A.g.e., s. 463.) Ondan şu söz de
nakledilmiştir: “İlim, ihata eden (kuşatan) birşeydir, keza marifet de ihata
eden birşeydir. Şu halde (ihata olunmaktan münezzeh bulunan) Allah nerede, kul
nerede?” Yine şu söz de ona aittir: “Allah’ın vahdaniyetine dair olan ilim,
O’nun varlığından farklıdır, keza O’nun varlığı, O’na dair olan ilimden
farklıdır.” Ebu Bekir Vasıtî ise şöyle der: “İbare ve ifade Tevhid yolunun
mahremi değildir. Bilmek tevhid yolunda, yabancıdır. Tevehhüm ve zan gibi
şeylerin tümünde hudus (sonradan oluş) tohumu vardır (ve Allahu Teala bunda
münezzehtir). Tevhid ise kendi mukaddes aleminde tertemiz bir halde olup
konuşmak, dinlemek, ibare, ifade, işaret, görmek, suret, hayal, öyle veya böyle
olmak gibi şeylerden münezzehtir. Bütün bunlarda beşeriyet kiri vardır, halbuki
tevhiddeki marifet kirli olmaktan münezzehtir....” (A.g.e., s. 739.) Yine
şöyle demiştir: “Muamele (amel) yoluna dair söz söylemek güzel birşeydir. Lakin
söz, hakikatlar bahsinde şirk çölünden esen bir rüzgar, beşeriyet aleminden
zahir olan bir inkar ve tanınma halidir.” (A.g.e., s. 743.) Ebu Abbas Seyyarî
ise, “Hakiki marifet, marifetlerden çıkmaktır” demiştir. (A.g.e., s. 777.)
Kader meselesi de aynı
durumdadır. Kader, Allahu Teala’nın “irade” sıfatıyla ilgili bir meseledir.
Allahu Teala’nın sıfatlarının künhüne vakıf olamayacağımız için kaderi
anlayamayız. Kader yoktur da diyemeyiz, bu, Allahu Teala’nın irade ve kudretine
noksanlık izafe etme sonucunu verir. Bunu da yine akıl söylemektedir.
İslam’da akla aykırı hiçbir inanç esası, emir ve yasak mevcut
değildir. Bazı emir ve yasaklar ile Şeriat’in getirdiği bazı cezalar insanların
heva ve heveslerine, şehvetlerine aykırıdır, akla değil.
Recep Kılıç, söz konusu alıntıları yaptıktan sonra şu aceleci
hükmü veriyor:
Görüldüğü gibi Ahmet Naîm; İslâm dini’nin temeli
olarak akıl ilkelerini gösterirken, taklidi seviyede kalan imarım önemsiz
olduğunu dile getirmek ister,
Önemsiz değil, iman önemsiz olmaz. Fakat, aklın delaletiyle
güçlendirilmediği için, büyük bir fırtınayı geçtik, hafif bir rüzgârda bile
yıkılabilir. Nitekim günümüzde birçok kişi bu yüzden iman zaafiyetine, hatta
imansızlığa müptela.. Kendisini müslüman zannediyor (veya öyle bilinmek
istiyor) fakat dini yalanlıyor, dinin hükümlerini neddediyor. Mesela, bir
müslüman, “Ben müslümanım ama dinci, şeriatçı değilim” diyemez. Bu, Casiye
Suresi’nin 18’inci ayetinin inkârı olduğu için küfürdür. Başka pekçok ayetin de
yine doğrudan ya da dolaylı inkârı anlamına gelir. Tahkîkî iman sahibi hiçbir
mümin böylesi kepazelikleri sergilemez.
Bugün
Müslümanlar’ın sorunu, salt ‘amel’sizlik (Şeriat’i tam uygula/ya/mamak)
değildir; Şeriat karşısındaki söylemlerinin birçok durumda onları “iman”
problemiyle karşı karşıya getirmesidir. Merhum Said-i Nursi zamanındakinden
farklı bir iman sorunuyla karşı karşıyayız. O zamanlar, pozitivizmin etkisiyle
küfre düşme tehlikesi vardı. Bugün bu tehlike (deizme kayan üç beş kişi bir
tarafa bırakılırsa) hemen hemen yok. Fakat, beşerî ideolojileri Şeriat’e tercih
edecek duruma gelenler var.
Mesela
demokrasinin ve laikliğin benimsenmesi, içselleştirilmesi...
Demokrasiyi
bir “araç” olarak kullanmak zorunda kalabilirsiniz, de facto olan ile de jure olan
arasında bir fark oluşabilir. Ama idealiniz demokrasi ise, yani Allahu Teala’nın
hükümlerinin geçerli olması değil de kulların “hükmetme”si ise, bir başka
deyişle, birilerinin kafalarından hüküm koyarak diğer insanlara bir nevi
tanrılık taslamalarını onaylıyorsanız, diğer insanların da onların bu adı
konulmamış tanrılık davalarına itiraz etmeyerek kendilerini onların “kul”u
haline getirmelerini güzel buluyorsanız, Şeriat kelimesini duymak bile
istemiyorsanız, ortada önemli bir iman sorunu var demektir.
İslam’ı
bir Batılı gibi, “kültürel-siyasal” vs. kavramları ile anlamaya çalışıyorsanız,
yine ortada bir sorun vardır.
Recep Kılıç yorumlarını şöyle sürdürüyor:
Düşünürümüze göre din'e iman eden insan, bu iman
ile birlikte mantıken başka bir takım temel ilkeleri de kabul etmiş olur. Bu
kabul, birtakım bilgileri de beraberinde getirir. Bu bilgilerin en önemlileri
şunlardır, (…) Yaratılmış varlık dünyasından hiçbir şeye ihtiyacı olmaması
dolayısıyla Yaratıcı Zât'ın emirlerinin daima iyilikle ilgili, yasaklarının da
daima kötülükle ilgili olduğunu bilir. Ayrıca din'in koymuş olduğu buyruklann,
emir veya yasakların fayda ve zararları da sayılmış, bu konuda yapılan açıklama
ve yorumlar ile hidayet yolu da aydmlatlılmıştır.
İşte bunu anlamayan, Şeriat’in önemini ve değerini kabul etmeyen
kişi iman etmiş olmaz.
Recep Kılıç, sözlerini şöyle noktalıyor:
Bütün bunlar Ahmet Naîm'in vahiy ve akıl ilişkisi
konusunda Maturidî gibi düşündüğünü gösterir. İmam Maturidî de; Allah'ın
peygamberler gönderip, vahiyle emir ve yasaklarım bildirmesini "akıl için
bir kolaylaştırma ve hafifletme kabilinden yardım ve irşad" olarak
görmektedir.
Sadece Matüridî gibi değil, aynı zamanda Eş’arî gibi düşünüyor,
inanıyor. Eş’ariyye bunlardan farklı birşeyi savunmuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder