İSLAM’I TASFİYE VE DÖNÜŞTÜRME ARACI OLARAK TÜRKÇÜLÜK

 








 

“Kelimelerin gücünü anlamadan,” diyor Konfüçyüs, “insanların gücünü anlayamazsınız”. 

Kur’an’da birçok ayette geçen “millet” kelimesi günümüz meallerinde “din” diye tercüme ediliyor.

Bu sözcüğün asıl manası terk edilip Batı’dan “anlam ithali” yapılmasaydı, sözkonusu tercüme farklılaşmasına gerek kalmayacaktı:

İbrahim’in milletinden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir.” (Bakara, 2/130)

Birçok yerde “İbrahim’in milleti”nden yüz çevrilmesi, Hz. İbrahim’in millet tanımından yüz çevrilmesiyle başladı.

Osmanlı’da Müslümanlar tek millet kabul edilmekteydi; millet, bugün bizim ümmet dediğimiz oluşuma karşılık geliyordu.

Müslümanlar tek millet olduğu için ibadethaneleri ve mezarlıkları birdi.

Buna karşılık Rum’u, Ermeni’si vs. ayrı milletlerdi, çünkü “mabet”leri (kiliseleri) ve kabristanları ayrıydı.

Batı’da yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelerin anlaşılması, Osmanlı’nın son döneminde başlayan Batılılaşma maceramızın doğru değerlendirilmesini de sağlar: 

“Batı’da milliyetçiliğin ortaya çıkışı kapitalizmin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Ticarî kapitalizmin doktrinini oluşturan merkantilizm, devletlerin dış piyasalarda kendi tüccarıyla bütünleşmesini, bu da ‘millî şuur’un varlığını gerektirmiştir. Yine feodal toplumda önemli olan din faktörünün Protestanlık ve laisizm ile zayıflatılması içtimaî birliğin en önemli unsuru olarak vatan fikrinin güç kazanmasını sağladı.Kapitalizm Hıristiyanlığı kendi amaçları doğrultusunda reforma tabi tuttu; Protestanlık bunun sonucudur. Yine Protestanlığın bir varyantı olan püritenliğin XVII. yüzyıldan itibaren İngiliz milliyetçiliğinin temelini teşkil ettiği biliniyor. Tevrat ve Yahudi kültürünün bu yeni oluşumda büyük bir yeri vardır.” 

(“Milliyetçilik”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul: Risale Y., 1990, s. 32.)

Protestanlığın kurucularından Martin Luther (1483-1546), Vatikan’a başkaldırarak İncil‘i ana dili olan Almanca’ya çevirmiş ve bu, Almanca’nın telaffuz ve kurallarının standartlaşmasına ve yayılıp güçlenmesine yol açmıştı.

Bu aynı zamanda, Almanlar’ın dinlerini millîleştirmelerini, bir Alman Hıristiyanlığı meydana getirmelerini de mümkün kıldı.

1532 ila 1536 yılları arasında da İngiliz Kralı Henry VIII ve İngiliz Parlamentosu, Papalığın otoritesine son vermek için altı yasa çıkardı. Vatikan’dan bağımsız bir yapı kuruldu: İngiliz Anglikan Kilisesi.

*

Bütün bunlar, (şu sıralarda sahte ve çarpıtılmış bir Ehl-i Sünnetçilik maskesi altında sürdürüldüğü görülen) Türk İslamı ya da Türk Müslümanlığı projesinin Batılılaşma ile olan ilgisini de açıklamaktadır.

Türk İslamı kavramı, adı üstünde milliyetçi bir bakış açısını yansıttığı gibi, Protestanlıkta görüldüğü şekilde dinde reformu da (dinin yeniden biçimlendirilmesi) hedefler.

Kısacası, Türk Müslümanlığı projesinin ilham kaynağı Protestan Reformu’dur.

Nasıl Protestanlık Vatikan’dan koparak ayrı bir kilise hiyerarşisi kurduysa, İslam ülkelerindeki milliyetçiler de ibadet dilini farklılaştırarak ve millî bayrakları camilere asarak mabetleri bölmeyi amaçladılar.

Böylece herkes kendi millî camisine devam edecek, ortada müslümanların “birliği” diye birşey kalmayacaktı.

Bir başka deyişle, nasıl Rum Kilisesi ile Ermeni Kilisesi ayrıysa, Ortodoks ve Protestan kiliseleri farklıysa, Türk camisiyle Pakistanlı ya da Arap camisi ayrı olacaktı.

Türk, Türkçe ibadet edilen camiye, Pakistanlı Urduca ibadet yapılan camiye, Arap da Arapça ibadet edilen camiye gidecekti.

Müslüman olan İngilizler’e düşen de, kendileri için İngilizce ibadet edilen bir cami açmalarıydı.

*

Türk Müslümanlığı projesinin mimarlarının sıkça vurguladıkları bir nokta da, dini bizzat Kur’an’dan öğrenmek gerektiğidir.

Bu tutum, Sıffin Savaşı’nda hakem tayin etmesi nedeniyle kendisine “Hakem ancak Allah’tır” diye itiraz eden Haricilere Hz. Ali’nin verdiği cevabı hatırlatmaktadır: “Hak bir sözle batılı kastediyorlar.”

Türk Müslümanlığı projesinin Kur’an’a yaptığı vurgu, Avrupa’daki Reform hareketlerinden esinlenmektedir. Batı’da İncil’i okuyup yorumlamak Katolik papazların tekelindeydi; dinde bireyselliği öne çıkaran Protestanlar (reformcular), herkesin İncil’i okuyup anlayabileceğini savundular.

Çağımızda İslam’ın temel kaynaklarının mahalli dillere çevrilmesi, bazen anlaşılmaları için değil, dinin millîleştirilmesi ve orijinal kaynaklardan koparılması amacıyla yapıldı. Bu tür faaliyetlere Kur’an ve ezanın orijinalinin kullanılmasının önüne geçilmesi tekliflerinin eşlik etmesi düşündürücüdür.

Dinde reformun ve Protestanlar’ı taklidin kaynağının milliyetçilik olduğunu itiraf etmek zorundayız. Baydur şöyle der:

“… milliyetçiliğin, modernleşmenin bir işlevi olduğu kuramları yakın dönemdeki literatürde oldukça ön plana çıkmıştır.” 

(Mithat Baydur, Milliyetçilik, İstanbul 1994, s. 62.)

Modernleşmenin “tarihsel” anlamının protestanlığı içerdiği dikkate alınırsa, Baydur’un ifadesinden, milliyetçiliğin protestanlaşmanın bir işlevi olduğu sonucu çıkarılabilir. Anthony D. Smith, modernlik kavramı hakkında şunları söyler:

“İkinci anlamı tarihseldir. (…) belirli zaman dönemlerini ifade eder. Avrupa’da Rönesans ve Reformasyona kadar gerilere giden söz konusu dönem, laikleşme ve kapitalizmin doğuşu ile ayırt edilir.”

(Anthony D. Smith, Toplumsal Değişme Anlayışı, çev. Ülgen Oskay, İzmir 1988, s. 66.)

*

Lapidus, milliyetçilik ile dinde reform ilişkisinin Türkiye’de aldığı biçimi şöyle değerlendirir: 

Türklük düşüncesi, laiklik ve modernizme olan temayülü daha da güçlendirdi. Çünkü bu düşünce, Doğu-Batı kimliklerini birbirleriyle uzlaştırmak gibi bir zahmete gerek kalmaksızın, Türkleri toptan İslam’dan uzaklaştırmayı mümkün kılmaktaydı. Türk kavramı, Türkler’in tarihî kimliğini ifade edebilen, fakat İslamî olmayan; modern olan, fakat Batılı olmayan yeni bir medeniyet tarifi ortaya koyabilmekteydi.” 

(Ira M. Lapidus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, çev. İ. S. Üstün, İstanbul 1996, s. 71.)

Batılı olmayan bir medeniyet tarifi yapılsaydı, bir kelime oyunu olmaktan öteye gitmeyecekti, fakat “Batı” kelimesi o kadar büyüleyiciydi ki, milliyetçiler bundan vazgeçemediler. Nitekim Ziya Gökalp “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” diyordu.

Böylece Türkçülük, Türk’ün kendi tarih, medeniyet ve kültürüne yabancılaşmasının ideolojisi haline getirilmişti.

Yani milliyetçilik, Batıcılıktı. 

Batı kavramını da açarsak, milliyetçilik aslında Türkçülük kisveli İngilizcilik, Fransızcılık ve Almancılıktı. 

İttihat ve Terakki hükümetinin başbakanı “Jön Türk” Talat Paşa şöyle der: 

“Bence dünyada bir tek uygarlık vardır ve Türkiye’nin kurtuluşu için bu uygarlığa katılması gerekiyor. Savaştan önce İngiltere’nin Türkiye’ye öğretmenlik yapmasını istemiştim…. Ancak İngiltere bunu kabul etmedi ve savaşa başladı.”

(Talât Paşanın Hatıraları, haz. Alpay Kabacalı, İstanbul 2000, s. 155.)

İngilizler bu işi Talat’la değil, Selanikli Mustafa Atatürk ile yapacaklardı.

Ne yazık ki milliyetçilik, dinde reformun veya halkın din anlayışının reforme edilmesinin yegane meşruiyet kaynağı ve bazen de itici gücü oldu.

Bunu anlamak için uzun uzadıya araştırma yapmaya da gerek yoktur, bir zamanlar aşırı milliyetçi kalem erbabının olumsuz bir sıfat olarak üretip kullandıkları “ümmetçi” yaftası herşeyi açıklamaktadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ANADOLU CAHİLLİĞİ VE MÜNAFIKLIĞI KARŞISINDA ŞEYH SAİD “ÖZ”Ü

  Yeni Şafak gazetesi yazarı Ömer Lekesiz, 16 Kasım 2024 tarihli yazısında, Yalçın Koç diye birinin Anadolu Mayası – Türk Kimliği Üzerine...