Yeni Şafak
gazetesi yazarı Ömer Lekesiz, 16 Kasım 2024 tarihli yazısında, Yalçın Koç diye
birinin Anadolu Mayası – Türk Kimliği
Üzerine Bir İnceleme adlı (Cedit,
Ankara 2008) zırvalar koleksiyonunun reklamını yapmış.
Yazısında bol bol “Horasan erenleri” tabiri geçiyor, fakat Lekesiz’in
peşinden gittiği kişiler Horasan erenleri değil, Yalçın Koç adlı Anadolu ergeni.
Bu Anadolu koçu, “Anadolu Türk kim’liği” diye bir
kavram icat etmiş.
Kitabında şunu diyormuş:
“Anadolu Türk
kim’liği”nin esası, “Türkistan’dan gelen kelam”dır.
“Türkistan’dan
gelen kelam”, “İnsan’ın öz’ü”dür.
Anlaşılıyor ki bu koçun, kafasını kullanmadan fikir
üretebilme gibi özel bir yeteneği var.
Cahil adam, senin boş laflarına göre, Anadolu Türk kimliğinin
esası, insanın özünden ibaret.
İnsanın özü ise, var olmak için ne Anadolu’ya, ne de
Türklüğe muhtaçtır.
İnsanlık (insan olma) ve insanlığın özü Türkler’in
tekelinde değil.
Hakikat de, Türkistan'dan gelen kelam diye yutturmaya çalıştığınız sahteciliğin inhisarı altında bulunmuyor.
*
Lekesiz’in yazısında, yukarıya aldığımız saçma lafları (Koç’a
ait) şu cümle izliyor: “‘İnsan’ın öz’ü’, ‘mutlak’tır.”
Bu “mutlak”lıktan neyi anladığını ise lafın gerisi ortaya
koyuyor:
“Anadolu Türk kim’liği”, bu
nedenle “evrim”e, “devrim”e, “değişim”e tabi olamaz; çünkü, “İnsan’ın öz’ü”nün
“öte’si” mevcut değildir. “Evrim”, “devrim” ve “değişim” için, “öte”ye ve
“son’ra”ya ihtiyaç bulunur.
Demek ki, aklı kıt koç, mutlaklığı değişmezlik olarak
anlıyor. (Oysa, Kur’an’da anlatılan “insanın özü” böyle bir
mutlaklık içermez.. Ahsen-i takvîmi de var, esfel-i safilîni de.)
Eğer insanın özü, bu cahil koçun dediği gibiyse, onu Anadolu Türk kimliğine hapsedemezsiniz..
Nerede insan varsa, orada Anadolu Türk
kimliğinden bağımsız olarak “insanın özü” var demektir.
*
O arada bu aklı kıt, çenesi kuvvetli koç, bir öz-kültür
ayrımı yapıyor.
İnsanın özü başkaymış, kültürü başkaymış.
Lekesiz’in ağzı açık ayran budalası gibi hayranlıkla
aktardığına göre, bu akılsız koç şöyle diyesiymiş: “ ‘İnsan’ın öz’ü’
cihetinden ‘kültür’, ‘dış kabuk’tan ibarettir.”
Bu cümleyi şu laflar izliyor:
“Anadolu Türk kim’liği”, bu
bakımdan, Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus olan hiçbir “fikriyat” vasıtasiyle,
bu diyara mahsus olan hiçbir “ideoloji” yoluyla ne “açılabilir”, ne
“anlatılabilir”, ne “reddedilebilir”, ne de “savunulabilir”.
Bre dangalak, Kur’an ve Sünnet’ten bağımsız
olarak icat ettiğin “mutlak” insan özüne bir de seküler sosyal bilimin “kültür”
kavramını eklediğinde, tam da Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus “fikriyat”
içinden konuşmaya başlamış olacağını fark edemeyecek kadar angutsan ben sana ne
diyeyim!
*
Ancak, bu angut koçun Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus “fikriyat”ın
“kültür” zırhını huşu ile kuşanmış olması sebepsiz değil.
Asıl düşmanı da Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus “fikriyat”
değil, “Arap kültürü” diye adlandırdığı “ırklar ve coğrafya üstü (dolayısıyla
Türklüğe, Anadolu’ya, Horasan’a hapsedilemeyecek) sahih İslam” düşüncesi/itikadı/geleneği.
O yüzden, ıkına sıkına ürettiği zırvalarının üstüne şu tüyü
dikiyor:
“Anadolu Türk kim’liği”nin yönünü
“Arap kültürü”ne çeviren, “Türkistan’dan gelen kelam”ı, “söz’e ve hizb’e
bağlar”.
Böylece Vehbi’nin kerrakesinin pis yüzü kabak gibi ortaya çıkmış oluyor.
*
Sonra, bu aklı kıt koç, kendi kafasından (daha doğrusu
kafasızlığından, heva ve hevesinden) bir “kutsallık” icat ediyor:
“Ay yıldız’lı al bayrağımız” ve
“vatanımız”, “Anadolu Türk kim’liği”nin “öz’ü” itibariyle, yani “Türkistan’dan
gelen kelam” itibariyle, “kutsal”dır.
Bre dangalak, ay yıldızlı bayraktaki hilalin, İslam’ı (müslümanlığı) temsil etmesi bakımından bir değeri vardır, fakat bunun kutsallığı Anadolu Türk kimliği hurafesi ve safsatasından kaynaklanmaz..
Anadolu küfür beldesiyken ve Türkler henüz müslüman olmamışken de hilal
müslümanlar için bir sembol olarak değerliydi.
Anadolu’nun kutsallığından bahsetmek ise, müşrikçe bir tavırdır.
Neyin kutsal olduğu ancak vahiy ile bilinebilir.. Kendini herhangi birşeyi kutsal ilan etme mevkînde görmek tanrılık taslamaktır..
Firavun da
Mısır arazisinde ve kendisinde (kendi özünde) bir kutsalık görmeye başlamıştı.
Yahudiler, kendi soy soplarında bir kutsallık görmeye başladıkları için sapıttılar.
Onlara göre, dünyada Yahudi milletinden ve onlara vaad edilen vatandan daha kutsal hiçbir şey yok.. Bu kutsallık karşısında bütün insanlık hava cıva.
*
Lekesiz kafasızlığın angut koçtan yaptığı alıntıları (yukarıya
aldığımız son zırvayı) şu cümle izliyor:
Bu “hakikat”, “kelam”ı “söz”den,
“bayrak”ı “bez”den, “vatan”ı “arazi”den ayıramayan “Anadolu Vahhabi’leri” ve,
“rahip zümre’leri” için “can alıcı nokta”dır.
Bu cümleyi kuran angutluğa Anadolu cahilliği mi, Anadolu
münafıklığı mı, Anadolu Yahudileşmeciliği mi, yoksa Anadolu dalaleti mi demek
gerekir, karar verebilmiş değilim.
Bre dangalak, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve
sellem’in mesajını da “söz” diye adlandırıyoruz. (Hadîs, sözlük anlamı itibariyle söz demektir.)
Vatan da son tahlilde arazidir.
Sırf vatanı için dertlenen
kişi (merhum Said Havva’nın Şehadet adlı kitabında ifade ettiği
gibi) şirke batmış olur. (Uhud Savaşı’nda böyle sırf vatanı Medine için çarpışan
bir kişiyi Rasululllah sallallahu aleyhi ve sellem Cehennem’le müjdeledi.. “Zararı
yok, bizimle birlikte vatan için savaştı ya, değerli adam” diye buyurmadı.)
*
İnsanın özünü getirip şirke (müşrikliğe) bağlamaya çalışan
bu angut koçun sözlerinin devamı şöyle:
“Anadolu Vahhabi’si”, “kutsal’lık
idrak’ını” “Arap kültürü”ne bağlayarak ve, bu itibarla “ay yıldız’lı al
bayrağımız’ın” ve “vatanımız’ın” “kutsal olmadığını” öne sürerek, “Anadolu Türk
kim’liği”ne saldırır.
Evet, kutsal değildir..
Vatanımıza da, bayrağımıza da saldırmıyoruz, fakat onların putlaştırılmasına saldırıyoruz..
Saldırmamaktan
Allahu Teala’ya sığınırız.
Dangalak koçun bir sonraki cümlesi ise, “derin devlet”
kurnazlığının çirkin suratının göründüğü nokta:
“Bizzat Kilise” de, aynı yönde
gayret sarfeder; “Anadolu Türk kim’liği”ni, “tadil edilmiş Arap Kültürü”ne
tahvil etmeğe uğraşır.
Burada Arap kültürü, şirkten kaçınma hassasiyetine karşılık
geliyor.. İlla da yerli-milli putçuluk yapmak gerekiyormuş.
Herşeyiyle Batı’ya teslim olmuş olan “derin devlet
müşrikliği”, durduğu yeri, müttefiklik bağlantılarını unutmuş, abrakadabra,
hokuspokus numaralarıyla ak’ı kara gösterme derdinde.
*
Bu dangalağın şu lafları, elindeki silahın kendisini de
vurmaya elverişli olduğunu akledemediğini gösteriyor:
Oysa “kutsal’lık”, sadece, “Kadim
dem’de Hatem olan Kelam”a mahsustur; “Arap kültürü”ne değil.
Bre angut, “Kadim dem’de Hatem olan Kelam”dan kastın Kur’an
ve Sünnet ise, bunu niye açıkça söyleyemiyorsun?
O “kelam”, senin Türk kültüründeki şirk eğilimlerini de süpürüp attığı
için mi?
Laik (siyasal dinsiz, Şeriat'e baş kaldırmış, isyan etmiş) devletinin bayrağındaki yıldızı kutsal ilan etmeyi
biliyorsun da, Afganistan ve Suudi Arabistan bayraklarındaki Kelime-i Tevhid’i
niye görmüyorsun? (Senin bayrağında bir tane yıldız var, Amerikan bayrağında 50 tane.. Amerikan bayrağı 50 kere mi kutsal?)
Anadolu’yu kutsal ilan etmeyi biliyorsun, peki Mekke ne?
Onun kutsallığı Arap kültürüne mi özgü?
*
Anadolu koçunun bir sonraki cümlesine geçelim:
“Türkistan’dan gelen kelam”,
“Yesi”den bir “Yüce İnsan›ın gönlünde Türkçe söz ile açılan Kadim dem’de Hatem
olan Kelam”dır. Bu “açılış”, ne “tefsir”dir, ne “tercüme”dir, ne de “meal”.
Dangalak, ne dediğini bilmediği için sonunda lafı getirip “Türkçe
söz”e (evet, söze) bağladı.
Yesi ile, Ahmed-i Yesevî k. s. hazretlerine atıfta
bulunmuş oluyor.. Yüce bir insan olduğu doğru, fakat yüceliği Türklüğünden değil, Yusuf-u Hemedanî k. s.'dan aldığı tarikat terbiyesinden kaynaklanıyor.
İşin ilginç tarafı, Ahmed-i Yesevî k. s., Anadolu’yu hallaç
pamuğu gibi atan Timur’un gönülden bağlı olduğu zattır. (Çünkü, zayıf zamanlarında
onu rüyasında görmüş, müjdelenmişti. Yıldırım’la karşılaştığı Ankara
Savaşı sırasında da onun Divan-ı Hikmet’inden tefeül yapmış, zafer
müjdeleyen mısralar çıkınca bunları bereket olsun diye savaş sırasında yetmiş
küsur defa okumuştu.. Merhumun türbesini yaptıran da Timur'dur.)
Ahmed-i Yesevî k. s., Yusuf-u Hemedanî k. s. hazretlerinin
dört halifesinden biri.. (Bir diğeri, Nakşbendiye tarikatı meşayihinden
Abdülhalık Gücdüvanî k. s.)
Yesevîlik ile Nakşbendiye, özü ve kaynağı itibariyle aynı
şeydir.
Peki, siz, bir Nakşbendî şeyhi olan Şeyh Said ve
isyanı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Horasan erenlerinin yolunu kim sürdürüyor Türkiye’de, Şeyh
Said geleneği mi, yoksa boz kurtçu totemperestlik mi?
Buna cevap verin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder