ŞU KASET HARBİ NEDİR, VAR MI Kİ DÜNYA’DA EŞİ

 




 "Bazı ilahiyatçıları ve din adamlarını polisler tarafından gizli çekilmiş videolarınız var diye korkuttular. Polisler cemaatçı diye de kışkırttılar. İnandılar ya da gizli kayıtları çıkmasın diye inanmış göründüler ve bu süreçte rejimin kölesi haline geldiler. Şimdi bu videolar karanlık rejim elemanları tarafından farklı bir kanalla servis ediliyor. Hem itibarlarını hem de imanlarını kaybettiler. Yaptıklarının cezasını bulacaklar."

Bu satırlar Ayhan Tekineş'in Twitter (X) hesabında yayınlandı.

Tarih 18 Aralık 2023.

Ayhan Tekineş, ilahiyatçı bir profesör..

FETÖ'cü diye nitelendirilenlerden.

*

Tekineş hangi ilahiyatçı ya da ilahiyatçıları kastediyor olabilir?

Akla ilk gelen isim (son günlerdeki "kanal servisleri" çerçevesinde) Nihat Hatipoğlu..

Yurt dışından yayın yapan birisi "Elimde Ataşehir'de 25-26 yaşında kızla çekilmiş kasetin var.. Ekranları bırak, yoksa yayınlarım ha!" diyor.

Kasedi yoksa, blöf yapılıyorsa Hatipoğlu açısından korkulacak birşey yok.. Programlarına paşa paşa devam eder.

Varsa da devam edebilir de sonunun nasıl geleceğini kestirmek güç..

Burada soru şu: Normalde "düşmanlarını azaltmaya, dostlarını çoğaltmaya" çalışması gereken biri neden Hatipoğlu'nu hedef alıyor olabilir?

Bunun ardındaki etken nedir?

*

Muhtemelen bunun cevabı, Hatipoğlu'nu tehdit eden şahsın ardındakilerle, onu ("Bilgi güçtür" mottosu çerçevesinde) birtakım konularda bilgilendirerek görece güçlü hale getirenlerle ilgili.

Bunlar, "Nihat Hatipoğlu'na da bir çakıvereceksin" demiş olabilirler.

Peki neden?

Nedeni, Hatipoğlu'nun (her ne kadar suya sabuna el sürmeden, zülfiyâre dokunmadan, rejim açısından sıkıntılı meselelere girmeden) dinî mevzuları anlatıyor olsa da, "derin"lerin istediği türden çarpıtmalar yapmaya yanaşmamakta ısrar etmesi olabilir mi?

Çünkü Cübbeli çapsız ya da Cevat Akşit gibi tarikatçılarda görülen türden Atatürk’lü mesajlar verdiğine şimdiye kadar rastlanmadı.

Mustafalıktan çıkmış olan Müstafî İslamoğlu gibi hem Kemalist hem yarım ağız Darwinist olmadı.. Hz. Adem a.s.’a yarı-maymun bir ana baba yakıştırmadı.

Ahlâk adına Şeriat’i itibarsızlaştırmaya kalkışmadı.

Tarihselci-modernist ilahiyatçı soytarılar gibi milletin itikadıyla oynamadı.

Hem düzenin (zoruna gidecek şeyleri söylememekle birlikte) işine gelecek şeyleri söylemedi, hem de TV programlarıyla cebini doldurdu, şöhretine şöhret kattı.

Dolayısıyla, bir şekilde itibarsızlaştırılmayı hak etti.

*

Bugüne kadarki tecrübe ve müşahedelerim çerçevesinde olayla ilgili olarak benim aklıma gelen izah tarzı bu..

Ancak, hadisenin gerisinde başka etkenler de olabilir, bilemem, herşeyin en doğrusunu Allahu Teala bilir.

Bu arada şunu da söyleyelim: Nihat Hatipoğlu öyle sıradan biri değil.. Babası Haydar Hatipoğlu muhterem bir alimdi.. Dedeleri de..

Doğuda sevilen sayılan, hürmet gören ilim ehli köklü bir aileden..

Cübbeli çapsız gibi itibarını "Ye kürküm ye" hesabı üzerindeki kürkten, cübbeden, göbeğine kadar uzatmaya uğraştığı vitrin süsü sakalından alıyor değil.

*

Bu itibarsızlaştırma çarkı nasıl dönüyor, ona bakmakta fayda var.

Burada önümüze "bal tuzağı" (honey trap) kavramı geliyor.

Yani karı kızlarla kurulan tuzak.. (Kadınlara yönelik erkek versiyonu da var.)

Nihat Hatipoğlu gibi isimlere ulaşmak zor değildir.. Gönderirler bir genç kızı, o da "Hocam, ben namaza sizin sohbetlerinizi dinleyerek başladım, fakat kafama takılan bazı konular var, size sorabilir miyim?" türünden mesajlar atar, sonra görüşme talebinde bulunur, sabırla, hiç acele etmeden yavaş yavaş ağlarını örerler.

Bir defa kafaya taktılar mı çok değişik tipte (açığı kapalısı, zekisi aptalı, bilgilisi cahili, cemaatlisi cemaatsizi) her tipten piyonu devreye koymaları mümkündür.

İstihbarat örgütleri bu "bal tuzağı" işlerinde ustalaşmışlardır, sıradan insanların aklına hayaline gelmeyecek yollarla hedeflerine yürürler.

Başarılı olunursa kasetler çekilir, kayıtlar alınır ve gerektiğinde kullanılmak üzere zulalara yerleştirilir.

*

Bu noktada Ayhan Tekineş'in ilk cümlelerine dönmek gerekiyor:

“Bazı ilahiyatçıları ve din adamlarını polisler tarafından gizli çekilmiş videolarınız var diye korkuttular. Polisler cemaatçı diye de kışkırttılar. İnandılar ya da gizli kayıtları çıkmasın diye inanmış göründüler ve bu süreçte rejimin kölesi haline geldiler."

İmdi, 15 Temmuz olayından sonra binlerce polis memuru FETÖ'cü diye görevden atıldı, tutuklandı, yargılandı, hapsedildi..

Bunlar arasında hiç "Birilerinin mahrem kasetlerini çektiler" diye yargılanıp tutuklanan var mı?

Benim bildiğim, yok.

Niye?

Baykal olayı gibi bazı işlerin ardında FETÖ'nün olduğu, "itiraf"çılara dayanılarak söylendi, fakat bu tür itirafçılara sözgelimi "Senin cezan 30 yıl, şöyle şöyle bir itirafta bulunursan üç yılla olayı kapatırız" denildiğinde söyletemeyeceğiniz söz olmaz.

Üstelik bunların bir kısmı da "gizli tanık" durumunda.. Nasıl tanıklıksa?

Bu FETÖ'cü polislerin elinde böylesi kasetler olduğunda zaten saklamıyor, olayı mahkemelere taşıyorlardı.

*

Mesela şu İzmir'deki (Ergenekonculukla suçlanan) casus subaylar vs. olayı.

Bunların yabancı gizli servislerin bal tuzağı operasyonlarına yem oldukları kasetlerle ortaya konuldu.

Polis bunları takip etmiş, bin kadar kaset çekilmiş.. Bin..

Bir değil, 10 değil, 100 değil, 200 değil, ..

Bu kasetler mahkemelere de intikal etti, Genelkurmay'a da gitti..

Sonra, "İşin ucu devlet sırlarına uzanıyor, T. C. olarak dünyaya rezil oluyoruz" diyerek olayın üstünü kapattılar.

Fakat kasetler imha edilmedi, bazı yerlere, mesela Genelkurmay'ın arşivine konuldu.

O yüzden, söz konusu kasetlerde neler olduğunu en iyi bilenlerden biri şu anki Milli Savunma Bakanı Orgeneral Yaşar Güler..

Ve o süreçte, medyanın sözde doğrucu Davutlarından Müyesser Yıldız, odatv.com'da, "Neden bu kasetler imha edilmiyor da Genelkurmay’da muhafaza olunuyor?" diye yazabildi.

*

Evet, polisler bu tür kayıtlara ulaştıklarında, böylesi vakalar kasete alındığında olayı (ilerde şantaj vs. için kullanmak üzere) arşivleme ve bekletme durumunda değiller.

Ortada bir suç varsa olayı (zaman aşımına vs. uğramadan, soğumadan, suçlular paçayı yırtmadan) mahkemeye taşımak zorundalar.

Ayrıca polisin (ilerde şantaj yapma niyetiyle) bal tuzağı kurması, "Dur şunları uçkurlarından yakalayalım" diye birilerine karı-kız göndermesi de söz konusu olmaz.

Bunu yaptıklarında bizzat kendileri yasaları çiğneyip suç işlemiş olurlar.

Suç işlediklerini düşündükleri kişileri yasal izinle teknik takibe alırlarsa ve bu arada o kişilerin bu tür görüntüleri kayda girerse o başka.

*

Ancak, aynı durum istihbarat teşkilatları için söz konusu değil.

Onlar ayrıcalıklı.

İstihbarat teşkilatları (gizli servisler) görev icabı bazı suçları işleme hakkı ve özgürlüğüne sahipler.

Görev icabı.

(Mesela, devletin televizyonu TRT'de Milli İstihbarat Teşkilatı'nı anlatma iddiasındaki Teşkilat dizisinde Cihangir diye bir tip kızın birine "yeni sevgili" aradığını söyleyerek telefon numarasını verebiliyor, kızı baştan çıkarma anlamına gelecek şekilde davranabiliyor.. Yani kendi tabiriyle "görev icabı" namussuzluk ve ahlâksızlık yapabiliyor.. "Mevzubahis olan vatansa milletin anası avradı, kızı karısı teferruattır" hesabı.)

Evet, polisin böyle bir yetkisi yok, fakat istihbarat teşkilatları görev icabı suç da işleyebiliyorlar, namussuzluk, arsızlık ve ahlâksızlık da yapabiliyorlar.

Görev "kutsal" ya.. "Gökten indiği sanılan" diyerek Allahu Teala'nın kitaplarına hakaret eden Selanikli Şapkacı'nın başımıza bela ettiği rejimin kutsalı böyle.. Dini devlet işlerine karıştırmıyorlar.

İstihbarat teşkilatları bu "kutsal"ın himayesinde namussuzluk da yapabiliyor, kendileri açısından tehlike kabul edip hedefe koydukları kişileri şantajla kullanabilmek, olmadı itibarsızlaştırmak için böylesi bal tuzağı pezevenklikleri de yapabiliyorlar.

Ancak, onların bu pezevenkliklerini belgelemek ve deşifre etmek, yargıya taşımak mümkün değil.

Suç.

*

Olayın cesametini anlamak için Barış Terkoğlu'nun 28 Ekim 2021 tarihli Cumhuriyet’te yer alan şu satırlarına bakmakta fayda var:

Yazıcıoğlu’na da teslim edilen bir çuval kaset varmış. 

Okurla yeni buluşan, oldukça kritik bir kitaptan öğrendim bunu: “Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri”ni 

Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ ve gazeteci Veli Toprak birlikte hazırlamıştı. Onlarca isim, bu kitap için Yazıcıoğlu’na dair bilinmeyen birçok özel anısını anlatmıştı. 

Konuşanlardan birisi de BBP liderinin danışmanlığını yapan Bilal Habeşi Özkaynar’dı. 

Yazıcıoğlu’nun uzun yıllar en yakınındaki isimlerden biri olan Özkaynar, şahitliğini şöyle aktarıyordu: 

“Bir gün rahmetli başkana birileri bir çuval kaset, CD, görüntü getirdi. Birileri işte, bu kayıtları yapanlar ya da ele geçirenler. Bu kayıtların, görüntülerin başka ellere geçebilme endişesiyle, yanlış ellere geçebilme endişesiyle başkana teslim etmek istediler. ‘Bunlar çok tehlikeli görüntüler. Bir şekilde kaydedildi, bir şekilde ele geçirildi. Bunun içinde sanatçılar var, siyasetçiler var, işadamları var, devlet adamları var, askerler var. İşte insanların zaaflarından, zafiyetlerinden faydalanılarak kimi oyunla, tezgâhla kimi de takiple elde edilen görüntüler. Bu görüntülerin her biri Türkiye’nin gündemini değiştirip sallayacak nitelikte. Bunları emanet edecek kimseyi bulamıyoruz. Bizde de kalamayacak. En güvenli olarak sizi biliyoruz. Size teslim etmek istiyoruz’ dediler. Başkan da ‘Ben kimsenin uçkurunun bekçisi, kayıtçısı değilim. Gidin ne yapıyorsanız yapın! Beni bunlara bulaştırmayın’ dedi. Onlar da ‘Başkanım bunlar çok kritik. Çok insanı zora, sıkıntıya sokacak. Türkiye’de gündemi değiştirecek, yerle bir edecek belgeler, görüntüler’ dediler.”  

(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/baris-pehlivan-yazdi-muhsin-yaziciogluna-gelen-bir-cuval-kaset-1880262)

*

Olayı anlatan Özkaynar, “bu kayıtları yapanlar ya da ele geçirenler” diye bir ifade kullanıyor.

İmdi, bu kişiler FETÖ’cü diye bilinenler olsalardı, bunu söylerdi..

Söylemiyor.. Olsaydı, saklamazdı, derdi.

Getirenler FETÖ’cü olamaz, çünkü onlar, bir başkasına, “Sizi bizden daha güvenilir/güvenli bulduk” demezler.

(Merhum Yazıcıoğlu’nun FETÖ’cülerle arası iyi değildi. BBP‘nin Mesut Yılmaz ile ittifak yapmasını ve böylece Yazıcoğlu ile arkadaşlarının ANAP listelerinden milletvekili seçilmesini sağlayan isim merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşa hoca idi.. Yine Hoca’nın tavsiyesi doğrultusunda BBP, Erbakan‘ın başbakanı olduğu Refahyol Hükümeti‘ne dışardan destek vermişti. Fethullah Gülen ise bu hükümete de, Erbakan’a da karşıydı. 28 Şubat’ta söylemleriyle darbecilerin safında yer aldı. Pragmatik ve “büyük oynayan” bir adam olarak Gülen, “Bu da müslüman kardeşimiz” diyerek Yazıcıoğlu gibi görece güçsüz isimlere destek verecek biri değildi. O, daima kazananlara ya da kazanacağını düşündüğü “at”lara oynuyordu. Birlikte poz verdiği isimler Demirel, Ecevit, Papa, Çiller, Türkeş, Erdoğan vs. idi.)

*

Kasetleri getirenlerin FETÖ’cü olması ihtimali “zamanın ruhu”na da uygun değil.

Hatırlayalım, Yazıcıoğlu 2009 yılı başlarında, Mart ayında hayatını kaybetti.

O dönemde AK Parti iktidarı ile (yani “devlet”teki “devlet adamları” ile) FETÖ'nün (Fethullahçı Takiyye Örgütü'nün) arasından su sızmıyordu.

Can ciğer kuzu sarması formatındaydılar.

Böylesi bir ortamda Fethullahçıların, iktidar partisindeki “devlet adamları”nın aleyhine olacak şekilde Yazıcıoğlu gibi siyasal gücü zayıf bir isme yanaşmaları, böyle bir risk almaları beklenemez.

Herşeyden önce, böylesi bir girişimin bir şekilde Erdoğan’ın ve ekibinin kulağına gideceğini bilmeyecek kadar ahmak ve tecrübesiz değillerdi.

*

O günün siyasal ortamında dönemin “devlet adamları”nın kirli çamaşırlarının Yazıcıoğlu gibi cesur ve konuşmaktan çekinmeyecek bir siyasetçinin eline geçmesinden kimlerin nemalanmak isteyeceğini tahmin etmek zor değil.

Temmuz 2008’de karara bağlanan ve AK Parti’nin o yıl aldığı devlet yardımının yarısından mahrum bırakılmasına sebep olan parti kapatma davasını kimler açtırdıysa, Yazıcıoğlu’na o kasetleri götürenler de ancak onlar olabilir.  

Erdoğan’ın o sırada destek verdiği Ergenekon davası yüzünden karalar bağlayıp AK Parti iktidarına sabah akşam lanet okuyanlar kimlerdiyse, onlar olabilir.

O günün “cumhuriyet mitingleri”nin ardında kimler vardıysa, onlar olabilir.

Evet, Yazıcıoğlu’nun vefat ettiği 2009 yılında Gülen cemaati bütün gücüyle Erdoğan’ın yanında duruyordu.

O günlerde hiç kimse, bir gün gelip AK Parti ile The Cemaat’in arasının açılacağına ihtimal vermiyordu.

2010 yılındaki anayasa değişikliği referandumunda The Cemaat, AK Parti’den daha çok gayret göstermişti.

The Cemaat ile AK Parti’nin arasının açıldığını görmek için 2013 yılının gelmesini beklemek gerekecekti.

İktidar partisinin The Cemaat’e yavaştan yavaştan dirsek göstermeye başladığı tarih, (The Cemaat’e ait Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil’in ifadesine göre) 2010’du.

Yani Yazıcıoğlu’nun vefatından bir yıl sonrası.

*

Kasetleri getirenler, “kayıtların, görüntülerin yanlış ellere geçme endişesi” taşıyorlarmış.

Demek ki, kendilerini “doğru el” olarak görüyorlardı.

Kendileri vermezse yanlış ellere nasıl geçerdi acaba?

Yaptıkları teklifin mahiyetine ve mantığına bakılırsa, söz konusu kasetleri Yazıcıoğlu’na, kendilerinde herhangi bir kopyası kalmaksızın vermeyi istemiş olmaları gerekiyor. Çünkü, kopyalamaları durumunda Yazıcıoğlu’na kasetleri teslim etmeleri ile etmemeleri arasında bir fark kalmazdı.

Olaya Yazıcıoğlu açısından bakalım, kopyalamadan verecek olmalarının garantisi var mıdır?

Kopyalamadıklarından nasıl emin olunacaktır?

Ayrıca, kasetleri Yazıcıoğlu’na veren bu kişiler, ondan neyi beklemektedirler; Kasetlerin ebediyen sümen altı olmasını, asla gün yüzü görmemesini mi?

Eğer bunu düşünüyorlardıysa, daha kolay bir yolu vardı. Tenha bir mahalde kasetlerin üstüne biraz benzin döküp kibriti çakmaları “yanlış el” tehlikesini ebediyen bertaraf edebilirdi.

*

Asıl gaye, “patlayıcı madde“yi Yazıcıoğlu’nun kucağına bırakmak olabilir miydi?

Bu tür “tehlikeli” emanetlerin nelere yol açacağı kestirilemez.

Mesela, Yazıcıoğlu’nu “en güvenli” bulan aynı adamların, o kasetlerden birkaçında başrol oyuncusu olarak arz-ı endam etmiş etkili ve yetkili “devlet adam”larına (Devlet adamı tanım gereği etkili ve yetkilidir) gidip şunu demeyeceklerinden nasıl emin olabiliriz: 

“Efendim, bizden duymuş olmayın, aramızda kalsın, fakat şu Yazıcıoğlu denen adamın elinde sizin görüntüleriniz varmış. Sadece sizin de değil, bir sürü kişinin.. Bunlar çok kritik, çok tehlikeli, sizi ve devleti zora, sıkıntıya sokabilecek, gündemi sallayabilecek görüntülermiş. Güvenilir kaynaklardan aldığımız kesin bir bilgi bu.. Maalesef bu ahlâksız adam artık haddini aştı, devletimizin bekası bakımından çok tehlikeli işler çeviriyor, entrika peşinde, ne buyurursunuz?”

Böylesi bir durumda, devletin bekasını, özellikle ve öncelikle de kendi hak ve hukuklarınının, istikbal ve istiklallerinin bekasını koruma mevkîindeki “devlet adamları”nın, evet bu ahlâk abidesi “etkili ve yetkili” zevatın ne “buyuracakları”nı beklersiniz?

Yine, “ellerindeki o kasetleri ne yapacaklarını şaşırmış” hayırseverlerin, (şantaj yapabildikleri ve yönlendirebildikleri) o kaset yıldızlarından bazı isimleri Yazıcıoğlu’na sataşmaya zorlamayacaklarından, ve bunu da sanki çok namuslu ve uçkuru sağlam adamlarmış gibi konuşturarak yapmayacaklarından, böylece Yazıcıoğlu’nu provoke edip, onu, muhatabına kaset sallayan adam durumuna düşürmek istemeyeceklerinden emin olabilir miydik?

Ya da, “tarlasını sürdükleri” Yazıcıoğlu’nun adamlarından birini (yine şantajla veya bir vaadle) Yazıcıoğlu aleyhinde konuşturup, onu, “insanların mahremine giren ve çirkin kaset depolayarak şantaj için fırsat kollayan” bir ahlâksız olarak göstermek istemeyeceklerini nasıl bilebilirdik?

*

Görüntüler, Yazıcıoğlu’na teslim etmek isteyenlerin ifadelerine göre, “bir şekilde kaydedilmiş, bir şekilde ele geçirilmiş“.

Ele geçirmeyi bildiklerine göre herhalde kaydetmeyi de biliyorlardır.

Olayımızda kapıyı açan maymuncuk, “zaaflar“.

İnsanların zaafları nelerdir?

Hepimiz biliyoruz: Makam mevki, para pul, mal mülk, şan şöhret, alkış övgü pohpohlanma, karşı cins…

Ancak, kasetlik zaaf denilince akla ilk gelen, yatak yorgan yastık bahisleri..

Nitekim merhum Yazıcıoğlu da böyle anlamış, “Ben kimsenin uçkurunun bekçisi, kayıtçısı değilim” demiş.

Peki nasıl kaydedilmiş bu görüntüler?

Hayırsever kaset tüccarları bunu da açıklamışlar: “Kimi oyunla, tezgâhla, kimi de takiple …”

Bilgileri derin.

*

Demek oluyor ki, eğer kaset yıldızımız, kasetteki baş rol oyuncumuz bu işlere meraklı bir saman altından su yürütme ustasıysa, olay “takip“e bakıyor.

Takılıp demlendiği mekânları belirleyip sevabına beleşten kayıt hizmeti sunuyorlar.

Yok öyle biri değil de işinde gücünde “namuslu” bir vatandaşsa, devreye oyun ya da tezgâh giriyor.

Bu, takibe göre daha fazla zaman, emek ve özen istiyor.. Daha yorucu, daha masraflı.

Uygun elemanı ayarlayacak, hedefle bir şekilde temas kurmasını sağlayacak, sonra da ektiğiniz tohumların yeşermesini bekleyeceksiniz.

Bir başka deyişle, balığın damak zevkine uygun düştüğünü düşündüğünüz iştah açıcı ve vaatkâr yemler taktığınız oltanızı bir kayanın üzerinden denize sallandırıp sabırla bekleyecek, bekleyecek, bekleyeceksiniz.

Gözleriniz ufukta olduğu halde, yağmur, rüzgâr, boran, fırtına, kavurucu yaz güneşi, insanın içine işleyen kış soğuğu umurunuzda olmaksızın bekleyeceksiniz..

*

Bir çuval dolusu kaset, CD vesaire..

Herhalde Yazıcoğlu’na ellerindekinin hepsini getirmemişler, özellikle onun görmesini istedikleri bir “edebî ve sanatsal seçki” yapmışlardır.

Böyle bir “tehlikeli” koleksiyon oluşturmak kolay iş değil.. Takip de, oyun ve tezgâh da tek başına bir kişinin üstesinden gelebileceği şeyler olmaktan uzak.

Hele böyle adeta meslekî maharete dönüşmüş bir çeşitlilik, süreklilik ve yoğunluk bir kişinin harcı olamaz.

Bu tür keşfiyat ve kayıt kuyudat profesyonel ekip işidir.

Uzmanlık, işbölümü ve kurumsallaşma gerektirir.

Kurumsallaşma gerektirir, çünkü, tek başına bir insanın imkânları, zamanı, parası, gücü, becerisi, ilgisi, bilgisi ve eli aynı anda hem askerlere, hem siyasetçilere, hem devlet adamlarına, hem sanatçılara, hem işadamlarına uzanamaz.

Bunun için kurumsal bir veri bankasına ve tam zamanlı çalışan uzmanlaşmış elemanlara, yetişmiş personele, ekip çalışmasına, yeterli parasal kaynağa, teknik teçhizata, donanıma ve araçlara, ayrıca risk almayı göze aldıran (yasal ya da yasa dışı) zırhlara ihtiyaç vardır.

Bir çuval dolusu görüntü kaydını herhalde çarşı pazarı gezerek tek tek de toplayamazsınız.

Ayrıca, böylesi masraflı, yorucu ve (ilk bakışta yasa dışı ve tehlikeli görünen) bir faaliyetten beklediğiniz bir fayda, almak istediğiniz bir sonuç olmalıdır.

Tamam, bir sürü insanın kirli çamaşırlarının koleksiyonunu yaptınız da, ne işe yarayacak?

Kullanmayacaksanız, ya da kullanamayacaksanız, bu kadar zahmete değer mi?

*

İşte bu noktada, kullanabilecek tek odak olarak önümüze istihbarat teşkilatları (gizli servisler) gelir.

Ne mafya, ne de birtakım mafyalaşmış cemaatler, gruplar, partiler, vakıflar, dernekler bunu yapabilir.

Devlet adamlarının, askerlerin vs. rezilliklerinin çetelesini tutacaksınız ve o “devlet adamları”, elleri altında bir istihbarat teşkilatı bulunduğu ve ne dümenler çevirdiğinizi bildikleri halde buna göz yumacaklar.

Bu, mümkün değildir.

Fakat "devlet adamları", emirleri altındaki istihbaratçıların marifetlerinden her zaman haberdar olamayabilir.

Demirel'in sözlerini hatırlayalım:

"MİT her sabah gelir, Başbakan'a, Afrika'daki Zulu kabilesiyle Lulu kabilesi arasındaki çatışmayı haber verir, fakat az sonra [kendi ülkesinde] gerçekleştirilecek darbe hakkında onu bilgilendirmez."

Darbenin bir ayağı da sen isen, haber vermezsin tabiî.

*

Tekineş’in sözleri üzerinde durmaya devam edeceğiz inşallah.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÖMER FARUK KORKMAZ VERSUS HALİS BAYANCUK

  Halis Bayancuk ismine hapislik macerasından dolayı biraz aşinalığım vardı fakat Ömer Faruk Korkmaz’ın varlığından yeni haberdar oldum. ...