Toplumsal hayat, insanların
yönetenler ve yönetilenler olarak ikiye ayrılmasını zorunlu kılar.
Bu, hayatın gerçekliğidir, bir
realitedir, aksi düşünülemez.
Sorun, yönetim oyununun kurallarının
kim ya da kimler tarafından nasıl belirleneceğidir.
İslam’da, yönetim oyununun kurallarını yöneten sınıf koyamaz;
yönetenlerin de, yönetilenlerin de bağlı kalacakları kurallar, onların tümünün yaratıcısı
olan Allahu Teala tarafından konulmuştur.
İslam dışı rejimlerde (ve bu
meyanda demokraside) ise, yönetenler ile yönetilenler arasındaki
yönetim/yönetme oyununun kurallarını koyanlar, yönetenlerdir.
Bu, günümüz devletlerinde yöneticilerin
tanrı/rab haline getirilmesi anlamına gelmektedir (Bkz. Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır Hoca’nın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde
Tevbe Suresi’nin 31’inci ayeti için yapılan izahat).
Böylesi rejimlerde yönetenleri
dizginleyen ve insafa getiren gerçek tek etken, yönetilenlerin (Fransız
İhtilali’nde olduğu gibi) bir gün gelip isyan edebilecekleri korkusudur.
*
Bu yüzden, halktan, kendi kendisini yönettiğine inanması istenir.
Bu düşünce, sistematik bir eğitim
ve düzenli propaganda ile, sürekli tekrarlanarak, insanların şuuraltına
yerleştirilir.
Bununla birlikte, yönetilenler
her zaman, yönetenler karşısında dezavantajlı konumda kalmaya devam ederler.
O nedenle, yönetilenlerin,
“yönetenlerin her halükârda kendilerinin hizmetinde olduğuna” inanmaları
sağlanmaya çalışılır.
Söylem olarak kamu “hizmeti” kavramı öne çıkarılır, “ulusal
çıkar” mavalı okunur, “milletin hakimiyeti”nden
söz edilir, pratikte ise “milletin tepesindekiler” az çok imtiyazlı bir zümre
haline gelir.
*
Demokrasilerde, yönetilenlerin
birey olarak söz hakkı, üç-beş senede bir önlerine konan sandık denizinde bir oy
damlacığı ya da parçacığı olmaktan öteye gitmezken, her bir oy birkaç saniyede
tükenen tek atımlık barut anlamına gelirken, yöneticilerin iktidarı sürekli, yaygın, kapsamlı ve bütüncüldür.
İslam’da ise, bütün
insanlar Allah’ın hükümleri karşısında eşittir, yani
yönetenlerle yönetilenler arasındaki yönetim/yönetilme oyununun
kuralları Allahu Teala tarafından konulmuştur.
Yönetenler tarafından değil.
*
Bu yüzden, yönetilenler
karşısında avantajlı konumda olan yönetenler, Şeriat’ten genelde hoşlanmazlar.
Çünkü, Şeriat, onlara
hiçbir ayrıcalık tanımaz.
Bu yüzden de yöneticiler,
yönetilenleri, Şeriat’in kendileri açısından zararlı sonuçlar doğuracağı
vehmine sürükler ve dehşete düşürürler.
Oysa Şeriat, yönetilenlerin
çıkarlarını garanti altına alır.
Öyle ki, peygamberler bile,
kendiliklerinden hüküm/yasa koyamazlar.
Allah’ın hükümlerini eksen
alarak yaptıkları içtihatlarında “hata”
yapabilecekleri ve Allah c. c. tarafından bu içtihatların düzeltildiği bilinir.
*
İslam açısından peygamberlerin
bile durumu buyken, yani hata yapabilecekleri kabul edilirken, demokrasilerde
bazı şahısların “hatasız” kabul edildikleri görülebilmektedir.
Suudi Arabistan’ın başındaki zalimlerin
demokrasi (siyasal halkçılık palavrası) ve laiklik (siyasal dinsizlik) yönünde
adımlar atmaya başlamış olmaları nedensiz değildir.
Örnek aldıkları kişi ise,
anlaşıldığı kadarıyla Selanikli Mustafa Atatürk.
Onlar açısından yerinde bir
karar.. Çünkü bu durumda kimse onlara Şeriat adına hesap soramayacak, onları sorgulayamayacak.
Türkiye’nin Selanikli’si gibi “la
yüs’el” olacaklar.
Ülkemizde bugün, “Atatürk şu
konuda hata etmiştir” diyebilen bir siyasal parti var mı?!
“İslam güncellenmelidir”
derler, fakat “Atatürk ilke ve inkılapları güncellenmelidir” diyemezler.
Bu konuda biraz farklı bir duruşu var gibi
görünen Erbakan bile, partisinin kapatılmasından korktuğu için “Atatürk
yaşasaydı Refah Partili olurdu” diye konuşmanın dışında birşey yapmamış, yapamamıştı.
Fakat partisinin (Atatürkizm
dini adına) kapatılmasına yine de engel olamadı.
*
Evet, İslam’da, peygamberler
bile, yasa yapma noktasından ümmet üzerinde mutlak bir yetkiye
sahip değildir.
Peygamberlerin varisleri olan
ulemanın içtihatları ise, peygamberlerinki gibi vahiyle düzeltilmedikleri (yani
hataya açık oldukları, hatalı olma ihtimalini içlerinde taşıdıkları) için, ilke
olarak sadece onları benimseyenleri bağlar.
Ve bir içtihat, (usulüne uygun,
delillere dayanan) bir başka içtihadı nakzedemez.
Yani İslam’da, yönetim oyununun
kurallarının pasif kabullenicileri durumuna düşme anlamında kula kul olmak diye birşey yoktur.
Bir insan, bir başkasının
“kural koyucu” efendisi olamaz.
Kimse kimseye (yönetim
faaliyetini aşarak yönetim kurallarını da belirleyip vaz’ edecek şekilde) “efendilik”
taslayamaz.
*
Gerçek
anlamda adil bir hukuk sisteminin kurulması ancak yasama (kanun
vaz’ etme, teşrî) faaliyetinin siyasal güç sahiplerinin tekelinden
alınmasıyla mümkün olabilir.
Fakat,
demokratik ülkelerde uygulanan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin bile bunu
sağlamaya yetmediği görülmektedir.
Yasama
faaliyeti siyasal iktidarın dışındaki bir kurulun (parlamentonun) kontrolü
altında bulundurulsa bile, bu kurulun güç sahiplerinin etkisi altında
yasama yapmayacağı garanti edilemez.
Bu
nedenle, öncelikle gerçekten adil olan ilkelerin tespit edilmesi ve
bunların güç sahiplerinin arzularına göre değişmeyecek (güncellenemeyecek) şekilde
koruma altına alınması, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez”
ilkeler olarak belirlenmesi gerekir.
Fakat bu
gerçekten adil olan ilkeleri kim tespit edecektir? Yine söz konusu
yasama organı tespit edecekse, ortaya bir kısır döngü (fasit daire) çıkacağı
açıktır.
*
İnsanın
insana kul olmadığı adil bir sistem ancak yasama faaliyetinin ilahî vahye
müstenit olması durumunda kurulabilir.
İslam’da
hukuk kuralları ve yasalar güç sahiplerinin arzu ve taleplerine göre değil, bu
güç sahiplerini de bağlayan değişmez (güncellenemez) ilkelere göre
oluşturulur.
Bu
ilkeler Kur’an ve Sünnet’te mevcuttur; ayrıca genel ilkelerin
yanı sıra özel durumlar için sınırlı sayıda da olsa hukukî düzenleme
bulunmaktadır.
Evet,
İslam toplumlarında hukuk kuralları güç sahiplerinin veya toplumun seçtiği kişi
veya kurumlar (parlamentolar, meclisler) tarafından değil, “bağımsız
bilginler” tarafından Kur’an ve Sünnet referans alınarak
oluşturulur.
Bu
nedenle, gerçek anlamda bağımsız bir yasama faaliyeti ancak İslam’ı
benimseyen bir toplumda görülebilir.
Aksi takdirde yasalar güç sahiplerinin dayatması, alavere dalaveresi ve yap-boz tahtası olma niteliği taşımaktan hiçbir zaman kurtulamazlar; bu, imkânsızdır.
*
Bu
demektir ki, ilahî vahye (Şeriat’e) göre yönetilmeyen bir toplumda gerçek
anlamda adalet hiçbir zaman tesis edilemez.
John
Trenchard ile Thomas Gordon’un 1720’de kaleme aldıkları
ve insan hakları konusunda temel metinlerden birini oluşturan “Güç ve
Özgürlük Üzerine” adlı çalışmalarında bu noktaya şu şekilde işaret
ediliyor:
“... kontrole tabi olmayan güç yalnızca Tanrı’ya
mahsustur ve hiçbir insan birbirlerine eşit olmayan insanlara emanet
edilemez. Gerçekte, insan doğasında çok fazla hırs-ihtiras, tutarsızlık ve
bencillik vardır ve bizler çok nadiren birbirimize karşı muhafızlık
yapabiliriz.”
[Samuel B. Rudolph (ed.), The Philosophy of Freedom -Ideological Origins of the Bill of Rights-,
Lanham: University Press of America, 1993’ten aktaran Coşkun Can Aktan, Özgürlük
Felsefesi, Ankara: Hukuk Yayınları, 2017, s. 41.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder