OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

 




LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI: 

İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "DEVLETÇİ YEŞİL KEMALİST DİNDAR" OLSUNLAR, FAKAT DÜZENİN NİMETLERİNDEN DİNDARLIK ADINA UZAK DURSUNLAR


Kemalistler, eski İslamcıların "düzen"e uyum sağlamalarından gayet memnunlar, fakat bu uyumun, "düzen"in nimetlerine göz dikmek ve ellerine geçirmek gibi bir yan tesirinin (iktisatçı tabiriyle dışsallığının) olmasından rahatsızlar.

İstiyorlar ki bunlar siyasal açıdan düzene uygun bir zihniyete sahip olsunlar, fakat sivil hayatta sapına kadar İslamcı ve dindar kalıp harama dönüp bakmasınlar.

Hatta bu noktada “bir lokma, bir hırka” zihniyetini benimseyen zühd ehli insanlar haline gelsinler.

Dünyayı, dünyalığı, dünya nimetlerini, makam ve mevkileri, siyaseti, ekonomiyi kendilerine bıraksınlar.

İslam Şeriati'ne sırt çevirsinler, fakat İslam ahlâkıyla ahlâklanıp yardımsever, sabırlı, merhametli, affedici, kanaatkâr, mütevazı, diğerkâm, fedakâr, boynu bükük vatandaşlar olsunlar.

*

Bir başka deyişle, İslam devleti idealinden vazgeçsinler, vazgeçmekle de yetinmeyip onun (Mehmet Metiner gibi fırıldakların yaptığı şekilde) aleyhinde bulunsunlar, fakat Türkiye Cumhuriyeti söz konusu olduğunda devletçilikten taviz vermesinler.

İslam'a devleti çok görsünler, fakat ırkçı laiklik (siyasal dinsizlik) ya da laik (siyasal dinsiz) ırkçılık söz konusu olduğunda devletleşmeyi onun en doğal hakkı kabul etsinler.

Şeriat'i aşağılasınlar, mesela Allahu Teala'nın "kısas" emrini tarihseldir filan diyerek kaldırıp atsınlar, "İslam'ı güncelliyoruz, hayatın bir parçası haline getiriyoruz" diyerek kendi heva ve heveslerinin güncel tezahürlerini İslam diye pazarlasınlar, bu tür konuları laik demokrasinin parlamentosunun keyfine bıraksınlar, fakat şapka için adam astıran önderlerinin bu tarihsel vahşeti için tek kelime etmesinler.

Dindarlar ahlâk adına dövene elsiz, sövene dilsiz olsunlar, "Allah'ın askerleriyiz, mücahitleriz" demeyi İslâm ahlâkı adına yanlış kabul etsinler, fakat laikler "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" dedikleri zaman bunu yine ahlâk adına saygıyla karşılasınlar.

Eski İslamcı yeni anti-İslamcı anasının gözü ahlâk ve irfan pazarlamacıları "Her inanca saygı duymalıyız" desinler (Ki diyorlar), fakat laikler "Şeriat, İslam inancının bir parçası, dolayısıyla bir inanç olduğu için her inanç gibi ona da saygı duyuyoruz, ona da saygısızlık yapmayız" demeye tenezzül etmesinler, ve kendini dindar zanneden müseccel sahtekârlar "Bunların inancı da böyle, Şeriat'i aşağılamalarına saygı duymalıyız" diye düşünsünler, yani yüzlerine tükürüldüğünde "Yağmur yağdı, ya Rabbi çok şükür" diye karşılık versinler. 

Cihad ve mücahid kelimelerini unutsunlar, fî sebîlillah cihad (Allah yolunda cihat) anlayışının yerini seküler-laik-ırkçı nitelikte "vatan için savaş" alsın, Allah yolunda savaşmayı vahşet, devlet için ölmeyi ise kutsal vazife kabul etsinler, şehitliği Allah için cihat edenlere değil de (isterse ateist olsun) devleti için savaşanlara yakıştırsınlar.

Kur'an'ın şeriat (hukuk ve adalet) anlamına gelen hükümlerine (dolaylı ifadelerle ya da açıkça) karşı çıksınlar, İslam'ın güzel ahlâk kategorisine giren tavsiyelerini ise benimsesinler, öyle ki, güzel ahlâk adına munis, itaatkâr, hakkından vazgeçmeyi fazilet bilen zahid insanlar olsunlar, dünyalıklardan, dünya nimetlerinden uzak durarak bunları laik-seküler ya da ateist vatandaşlara terk etsinler.

*

Kazın ayağı öyle değil işte..

Adam İslam Şeriati'nden vazgeçtiği zaman ahlâklı olmuyor, ahlâk istismarcısı bir sahtekâr oluyor.

Çünkü böylesinde ahlâk olsa önce Allahu Teala'ya karşı ihlaslı ve samimi olur, onun dinini olduğu gibi kabul eder, kesip biçmez.

Ancak "derin düzen" ya da derin devletin böylesi ahlâk ve irfan işportacısı ahlâksızlara ihtiyacı var. Şiddetle..

Bu tür irfan ve ahlâk edebiyatçısı ahlâksızlar sayesinde düzen muhalifi müslüman kitleyi içeriden çökertiyor, suret-i haktan gelen ajanları marifetiyle dindar insanların aklını ve gönlünü çeliyor.

Müslüman camiaya hitap eden nüfuz (tesir/etki) ajanı durumundaki birtakım edebiyatçı, şair, hikâyeci, romancı, vaiz, hoca, köşe yazarı, gazeteci, kanaat önderi, sivil toplum aktivisti şahıslar bu tür masalları bozuk plak gibi durup dinlenmeden tekrarlıyorlar.

Tekrarladılar.

Ve geldiğimiz noktada Türkiye'de maalesef ortaya bir İslam'sız müslümanlık çıktı.

Bu İslam'sız müslümanlığın pazarladığı ahlâk ve irfana gelince.. Bunlar aslında müslümana özgü bir ahlâk değil, ateistlerin, mecusilerin, Hristiyanlar'ın ve Yahudiler'in alkışlayacağı türden içi boş "evrensel" lafazanlıklar.. 

Büyük ölçüde nefs-i emmare sahtekârlık ve riyakârlıkları..

*

Durum bu olunca, "daru'ş-şirk"in "derin düzen"inin, anti-kapitalist fakat "düzen"baz müslüman tipinin reklamını yapacak elemanlara şiddetle ihtiyaç duymakta olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Mesela, İhsan Eliaçık adlı boş adamın lüzumsuz saçmalıklarının birileri tarafından sürekli gündeme getirilmesi, onun ömrünü bu ihtiyaca cevap verecek şekilde heder etmesiyle ilintili gibi görünüyor. 

(Bir taraftan da oltadaki anti-kapitalistlik "entel" yemini Nurettin Topçu gibi isimler istismar edilerek köpürtülen bir "solcu müslümanlık" baharatıyla tatlandırmaya çalışıyorlar.. "Nuh'un kelekleri" cemaatinden Odatv.com ile "derin" Soner Yalçın'ın yaptığı gibi.. Hayır, solculara müslümanlaşıp hiç değilse "solcu müslüman" olun demiyorlar, müslümanlara "Size solculuk ne güzel yaraşır; siz 'solcu müslüman' olun, biz de 'kapitalist solculuğun' tadına bakalım, keyfini sürelim" diyorlar.)

İhsan Eliaçık'ın gündeme gelmek için her fırsattan yararlanıp sokak şovları vs. bile sergileyerek seyyar açık hava tiyatrocusu gibi anlamsız gösteriler yapmasını, söylemlerindeki anti-kapitalist sadelik, doğallık, denge, ölçülülük ve dürüstlük vurgusuyla uzlaştırmak zor. 

Anti-kapitalist fakat nasılsa "Reklamın iyisi kötüsü olmaz" mantığıyla kapitalist reklamcı uyanıklığının destanını yazmaktan, reklamı beleşe getirip siyasal pazarlamacılığın tüm numaralarını hayata geçirmekten geri kalmıyor. 

Tam bu noktada başka birileri devreye giriyor, onu müslüman kitleye "rol model" olarak sunuyorlar: "İhsan gibi olun, anti-kapitalist müslüman olarak dünyadan elinizi eteğinizi çekin, 'düzen'i benimseyin, zinhar Şeriatçı, İslamcı olmayın! İslam'ın ahlâk kısmını alın, şeriat (hukuk düzeni) kısmını atın! Ahlâk siz müslümanlarda, kanun yapma imtiyazı ise biz laiklerde (siyasal dinsizlikçi ayrıcalıklı birinci sınıf vatandaşlarda) olmalı. Adalet ve hakça paylaşım bunu gerektiriyor."

Tabiî İhsan bir "rol model" olarak biraz uç noktada duruyor, durmak zorunda.. Halihazırda kapitalist olmayı başarmış, kapitalist "düzen"bazlığın tadı damağında kalmış müslümanlara "anti-kapitalist" müslümanlığı beğendirmek, bu uyanık tüccar taifesine onu pazarlamak biraz zor.

Fakat dert değil, raflarda her zevke, her keyfe, her yaşa ve başa göre ürün var. Kapitalist müslümana da Şeriat'siz ahlâk, "düzen"baz irfan, İslamcılık düşmanı müslümanlık, ince zevk sahibi şehirlilik, rafine sanatçı ruhu sunuluyor. 

Seçenek bol..

*

Evet, Ebu Zer edebiyatçısı İhsan Eliaçık‘ın eylem ve söylemleri eski solcuların, sosyalistlerin, laiklerin ve (eski İslamcıların çağdaşlığa intibak ederek düzenin nimetlerinden yararlandıklarını görüp kahırlanan) Kemalistlerin hoşuna gidiyor 

Ancak, bu şahsın görüşlerine bakıldığında, Ebu Zer-i Gıfarî r. a.’in çizgisi ile bir ilgisinin bulunmadığı görülüyor.

Bir röportajında “Türkiye’de İslamcılık miadını doldurdu mu? ‘Devlet kurma hayali’ akamete mi uğradı?” şeklindeki bir soruya, bu şahıs şöyle cevap vermiş:

“… İslamcılık İslam’ın bir şekilde yorumudur, kendisi değil. Bu yorum daha çok siyasallık, yani din-devlet ilişkileri üzerinde yoğunlaşır. Burada bana göre eski-İslamcılık yani 1930-90 yılları arasında vücut bulmuş İslamcı yorum İslam devleti veya şeriat devleti şeklinde bir kavram üretmiştir. Bununla kastedilen ‘Allah’ın hükümlerini hayata hakim kılma’ veya ‘şeriatı getirmek’ diye ifade edilen argümandır. Ben bu anlayışın evrim geçirerek daha rafine hale doğru ilerlediğini, yani dönüştüğünü düşünüyorum. Bunu bozulma veya savrulma olarak görmüyorum.”

(http://ihsaneliacik.blogspot.com/2005/04/soylesi-mili-gazete.html)

Böylece, işi getirip rafine (laikleştirilmiş) müslümanlığa bağlıyor.

Beyefendi bunu bozulma ve savrulma olarak görmüyormuş. 

Düzenin rafinerisinde imbikten geçirilmiş bu İslamcılığın nasıl birşey olduğunu daha sonraki ifadeleri ortaya koyuyor:

“Bunun tipik göstergesi şudur; 1979 İran devriminde ön safta; ‘Hükümet-i İslami, Cumhur-i İslami’ sloganları ile yürüyen, ABD elçiliğini basan öğrenciler, 1999’da 7 kişinin öldüğü Tahran Üniversitesi’nin önündeki gösteride ‘Ya adalet devleti ya da yeniden devrim’ diye bağırdılar. Bunlar devrimin çocukları. Eski İslamcılık ile Yeni İslamcılık arasındaki farkın simgesel göstergesi işte budur. Devlet talebinden vazgeçmek diye bir şey yok. Eğer bir yerde haksızlık, adaletsizlik, vurgun, soygun, haram yiyicilik, rüşvet, ahlaksızlık varsa devlet talebi de olacak tabi. Meydanı bunlara mı bırakacağız? Burada neyi istediğin önemli. İslamcı talepler artık giderek, namaz, oruç, Kur’an’da geçen hükümleri aynen uygulama olmaktan çıkıyor. Dinin özündeki şeyi istemeye doğru dönüşüyor.”

İşte meselenin püf noktası burası.

İş dönüp dolaşıp geliyor, “dinin özü” noktasına bağlanıyor.

Bu “dinin özü” öyle bereketli bir tarla ki, orada ne istersen yetişiyor.

Mesela “Anadolu müslümanlığı”nı savunanlara göre “dinin özü” insan sevgisi. Allah’ın kulun ibadetine ihtiyacı yok.

Şeriat’in uygulanmasına ise hiç ihtiyacı yok.

*

Gerçekte dinin özü tevhidden ve Allahu Teala’ya şirk koşmamaktan ibaretken, böylesi “dinin özü” edebiyatçıları bize çok farklı şeyler söylüyorlar.

Lafları ilk anda kulağa hoş geliyor. Fakat sahte bir “dinin özü” edebiyatı ile dinin gerçek özünü bulandırmaktan ve sulandırmaktan başka birşey yapmıyorlar.

Eliaçık’ın “dinin özü” tarifi de buna benzer birşey. Bize dinin özünün ne olduğunu şöyle açıklıyor: “Nedir dinin özü; iyilik, adalet, ahlak, doğruluk, dürüstlük…”

Görüldüğü gibi Eliaçık kaşla göz arasında işi Şeriat devleti talebinden alıp iyilik ve ahlâka getiriyor. 

Sanki Şeriat bunları zaten içermiyormuş gibi. 

Ve devam ediyor:

“Devlet bu ilkeleri esas almasın mı? Bunlara dayalı bir devlet kurulmasın mı? Eğer devlet varsa bu doğrultuda dönüştürülmesi için çalışılmasın mı? ‘Allah adaleti emreder’ ayetini meclisin duvarına asmanın ne sakıncası var? Dinin evrensel ahlak değerlerine en çok devlet adamlarının ihtiyacı var. Hatta ekonominin temelinde bu ‘haram’ ve ‘helal’ kavramları yer almalı.”

Buraya kadar iyi.. Bu sözlerin altına kim imza atmaz ki..

Fakat ardından facia geliyor:

Adalet Devleti çalışmamda bu konuları uzun uzun anlattım… Formül şöyle olabilir; Dinin itikad ve ibadet hükümleri tümüyle halka bırakılır. Ahlak hükümleri devletin manevi temeli olur. Hukuk hükümleri de zamanın gelişimine ve evrimine bırakılır.

*

Görüldüğü gibi, Şeriat devletinden “adalet devleti”ne yatay geçiş yapmış bulunuyoruz. 

Sanki gerçek adalet devleti Şeriat devleti değilmiş gibi.. 

Şeriat devletinin kaynağı belli, bu “adalet devleti” ise, bize İhsan Eliaçık’ın hediyesi.

Bu adalet devletinde itikad ve ibadet hükümleri tamamen halka bırakılıyor. İsteyen inanıyor isteyen inanmıyor. İsteyen ibadet ediyor isteyen etmiyor.

Tam laiklik. 

Bu devlette ahlak hükümleri devletin manevî temeli oluyormuş. Maddî temeli bile değil. 

Yani gerçekte böyle birşey yok, işin lafı var.

Peki fıkhî hükümler, Şeriat, İslam hukuku?…

Eliaçık’a göre, “hukuk hükümleri zamanın gelişimine ve evrimine bırakılır”mış..

Gerçekteyse Şeriat, Bediüzzaman'ın dile getirdiği gibi "adalet-i mahz"dır. 

Saf, pür, katışıksız, lekesiz, arı duru, tertemiz adalet..

Şeriat karşıtlığının olduğu yerde ise zulüm vardır.

Bu iki yönden zulümdür: Birincisi, yeri gökleri, herşeyi yaratan, atomlardan yıldızlara kadar herşeye bir düzen ve intizam veren Allahu Teala’yı topluma ve devlete düzen vermekten aciz kabul etmektir. Bu, en büyük zulümdür.

İkrincisi ise, Allahu Teala’nın kullarını O’nun rahmeti olan şeriat nimetinden mahrum etme şeklinde tezahür eden zulüm..

*

Yani “Zaman sana uymazsa, ki genellikle uymaz, sen zamana uy”.

Kısacası, “zamanın gelişimi ve evrimi” bizi “laik ‘adalet’ devleti”nin kapısının önüne getirip bırakıyor. Devam ediyor “adalet devleti”nin mucidi:

“Adalet devleti dediğim fikriyatın din-devlet ilişkilerine yönelik yenilikçi yorumu budur. Zira bu hem din hem devlet tarafı için birer yeniliktir.”

Bunun din için bir yenilik olduğu söylenebilir de, devlet için hiç de öyle sayılmaz.

Kayserili Eliaçık, bilinen suratı boyayıp yeniden meydana sürmekten başka birşey yapmıyor.

Bu noktada çakma Ebu Zer İhsan, “dinden yararlanma” ifadesini kullanarak (ki buna istismar ya da sömürme demek daha uygun olur), bakış açısındaki yeniliği de göstermiş bulunuyor:

“Burada dinle pazarlık yapmaktan ziyade, dinden yararlanma biçiminin yeniden ele alınması söz konusudur.”

Dinle pazarlık yapılmadığı kesin, çünkü onun gerçekte söz hakkı yok. 

Dinden yararlanma var mı peki?

Tabiî ki var..

*

Bu noktada Eliaçık, pratik zekâ bakımından Gıfarlı Ebu Zer’den (r. a.) farkını da sergiliyor:

“Mesela Kur’an’daki hayız ve nifas ayetleriyle erkeklerin neden amel etmediği sorulamaz, çünkü konu onlarla ilgili değildir.”

Böylece Eliaçık, bin yıldır sorulup da cevap bulunamamış (!), “Kur’an’daki hayız ve nifas ayetleriyle erkeklerin neden amel etmediği” sorununa çözüm getirdikten sonra bize yeni bir “sentez” öneriyor:

“Aynı şekilde dinin, devletle ilgili olan ve olmayan hükümleri var. Burada bir analiz, bir çözümleme lazım. Bunun için de din-devlet birliği ile ona tepki olarak doğan din-devlet ayrılığından ziyade ‘din-devlet diyalogu’nu, yeni sentez olarak öneriyorum.”

Böylece, önümüze üç alternatif çıkıyor: Din-devlet birliği (Şeriat devleti), din-devlet ayrılığı (pür laiklik), din-devlet diyaloğu.

Eliaçık, din-devlet birliğini abrakabadra ile devre dışı bıraktıktan sonra, din-devlet ayrılığından ürkecek olanların gönlüne su serpecek müjdeyi veriyor: Din-devlet diyaloğu.

Ancak, bu din-devlet diyaloğunda dinin “pazarlık” gücü yok.

Sadece “dinden yararlanma/kullanma” var.

Buna "istismar" da denilebilir.. Semeresinden faydalanma..

Böylece, “Türkiye tipi laiklik” yeni bir ambalaj içinde yeniden piyasaya sürülmüş oluyor.

Bu da, dönüp dolaşıp "derin düzen"in 7.7 şiddetindeki İslamcıları laikleştirme depremi projesinin merkez üssüne kamp kurmamız anlamına geliyor.

Soru şu: Kayserili "din inşa" müteahhiti İhsan'ın tam da bu noktaya müslümanlar için çürük çarık bir dindarlık gökdeleni dikme işgüzârlığı sergilemesi laikler için mutlu bir tesadüften mi ibaret, yoksa ardında bir mühendislik dehası mı yer alıyor?


(İlk yayın tarihi: 11 Mart 2023)

BAK, HERŞEYİNİ DÜNYAYA BAĞLAYANA..




LEYSE’L-GARÎBU 

Zeynelâbidîn Ali rh. a. 

(Hz. Hüseyin'in oğlu.. Zeynü'l-âbidîn, "ibadet edenlerin süsü" anlamında lakabıdır. Kerbela olayından sonra Medine'de uzlete çekildi. Bazı kaynaklarda devletin casusları tarafından zehirletilerek öldürüldüğü ifade edilir. 712 yılında 53 yaşında vefat etti.)


Gariplik Şam’da ya da Yemen'de garip kalmak değildir

Asıl gariplik mezarda kefenle kalmaktır. 

Garibin, gurbetlikten doğan hakkı vardır, yeri yurdu olanlardan alacağı 

Yolum uzun, azığım yetersizdir, gücüm azaldı, ölüm kaçınılmazdır 

Sayısını bilemediğim birikmiş günahlarım var, Allah bilir (onlardan) açık olanı, kapalı olanı 

Rabbimin hoşgörüsü ne kadar çok ki, günah işlemeye devam ettiğim halde örttü beni. 

Pişman olmaksızın geçmekte günlerimin saatleri; Ne ağlama, ne korku, ne de hüzün var! 

Ben ki, kapamaktayım inatla kapıları üzerine günahlarımın, oysa Allah görüyor beni 

İşlediklerinin en küçüğü bile yazılan ey! (Yazılıp da) kalan hasret olarak, yakan yüreğimi, 

Bırak da yasını tutayım nefsimin, izini süreyim; Hüzünle, hatıralarla akıtayım zamanı… 

...

Ey Rabbim, katından bir bağışlanma lütfet; Günahım çoktur... Bağlandı elim kolum 

Dünya ve süsleri aldatmasın seni.. Gör ki, ehline ve vatana neler yaptı

Bak, her şeyini dünyaya bağlayana.. Var mı götüren oradan tabut ve kefenden gayri 

Kanaat et hayatında, razı ol nasibine; Yalnız beden sağlığın için olsa bile… 

Ey iyilik eken! Toplarsın sonra semeresini.. Ey şer saçan! Sonu gelmez çabası… 

Ey nefis! Vazgeç isyandan, kazanmaya bak; İyi ameller… Umulur ki, bağışlar Allah beni 

Eyvahlar olsun ey nefis! … Tövbe et ve iyilik işle; Umulur ki öldükten sonra bulunur karşılığı… 

Nihayet… Salât olsun Efendilerin Efendisi Seçilmiş'e; Şam’da, Yemen'de… Adedince şimşeğin aydınlattıklarının

Hamd Allah’adır… Akşamına, sabahına... Hayırla, bağışlanmayla, iyilikle ve minnetle…


ŞİRKE YELKEN AÇIP TANRILIK TASLAYAN HADSİZ VE HUKUKSUZ İSTİHBARATÇILIK: "İSTEDİĞİMİZ YERE GİRERİZ.. İSTEDİĞİMİZ CANI ALIR, İSTEDİĞİMİZ CANI BAĞIŞLARIZ!"

 


Allahu Teala peygamberlere bile istediğinin canını alma hakkını vermemiştir.. 

Şeriat (Allahu Teala'nın koyduğu kurallar) can alınacak yerleri hükme bağlamıştır.. Onların dışındaki her can alma eylemi cinayettir. 

Kafaya bak, istediklerini öldürebilirlermiş.. Paşa gönüllerinin istemesi, canlarının can almayı çekmesi yetiyor.. İstediklerini de bağışlıyorlar. Sanki babasının çiftliğindeki davar sürüsü.. Ve mine'l-garâib!

İnsanın "istediğini öldürme" hakkını kendisinde görmesi Firavun zihniyetidir. Firavun böyle yapıyordu. 

Allah akıl fikir versin, cani kafalıların şerrinden milleti korusun!

*

Tarih-i Taberî’de şu satırlar yer almaktadır:

… Ömer bin Hattab, Tanrı Elçisi’ne, “[Bedir Savaşı’nda esir düşen müşrik önde gelenlerinden] Süheyl bin Amr’ın iki alt ön dişini çekip çıkarttır ki, hiçbir vakit toplantılarda senin aleyhinde nutuklar söylemesin” dediğinde Tanrı elçisi, “Ben onun azalarını yolarak zararlandıracak değilim. Ben peygamber olsam bile [olduğum halde, bunu yapmam durumunda], Tanrı benim azalarımı yolar, koparır buyurdu.

(Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. 4, çev. Z. K. Ugan ve A. Temir, 3. b., İstanbul: MEB Yayınları, 1992, s. 319-20.)

Değil "Mevzubahis olan vatansa (vatan adını verdiğim firavunluğumsa) insan hakları, işkence yasağı vs. teferruattır" diyen şerli yerli-milli "laik devlet"çi vatanseverlikçi olman, peygamber bile olsan böyledir.


MİT VE İHANET
































ÖLÜMÜN CESUR KÖRFEZİNDE YAŞAMAK


Gazete, “Ümit Özdağ, Erdoğan bombasını patlattı” diyor.

Haberin başlığı şöyle: “Ümit Özdağ, Erdoğan bombasını patlattı: İlk defa açıklıyorum”.

Doğrudur.

Şahsen ben de ilk defa öyle bir açıklamaya rastlıyorum.

Ancak, bu akıllı geçinen şahıs, açıklamasıyla, kendisinin MİT’in adamı olduğunu bangır bangır ilan ettiğinin farkında değil.

“Şeçaat arzederken merd-i Kıptî…” hesabı kendisini ele veriyor, haberi yok.

*

Bu işler böyledir..

Şair, İhtirâz-ı ta'neden kalmakdadır âhım nihân / Bir hakîkat kalmasın âlemde Allahım nihân” (Kötülenmekten kaçınmak için âhımı gizliyorum / Dünyada hiçbir gerçek gizli kalmasın Allahım) diyor da, aslında görmek isteyenler için âlemde hangi hakikat gizli ki?!..

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kul, bir gizli iş yaparsa, Allah (z. c. hz.) ona öyle bir elbise giydirir ki, o iş hayırlı ise o da hayırlı, şerli ise şerlidir (dışına yansır).” (Râmûz el-Ehâdîs, 370/13)

“En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,

“Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”

*

Önce, Millî Gazete’nin ilgili haberini okuyalım:

Ümit Özdağ, partisinin Ankara’da toplanan Olağanüstü Büyük Kongresi'nde gündeme dair açıklamalarda bulunurken bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili çok ciddi bir iddia ortaya attı. …

Ümit Özdağ partisinin kongresinde daha önce hiç açıklanmamış bir husus diyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın FETÖ'nün bir casusluk örgütü olduğunu2009 yılından itibaren bildiğini buna rağmen beraber çalışma yaptığını belirtti.

"ERDOĞAN FETÖ'YÜ 2009 YILINDAN BERİ BİLİYOR"

Ümit Özdağ bunu Türkiye’de birkaç kişi biliyor diyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili “Sizinle çok önemli bir şey konuşacağım. Hiç açıklanmamış bir husus. Bunu bütün Türkiye'de birkaç kişi biliyor... 2009'dan itibaren Recep Tayyip Erdoğan, FETÖ'nün bir casusluk örgütü olduğunu biliyordu." İfadelerini kullandı.

Erdoğan’ın FETÖ’yü yıllar önce bildiğini yaşandığı iddia edilen bir olayla anlatan Özdağ “2009’da Erdoğan’ın önüne Türkiye’de bir yabancı servisin yaptığı istihbarat operasyonunun dosyası Türk istihbaratçılar tarafından götürüldü. Bu operasyonda FETÖ’nün nasıl aktif rol aldığını anlayınca Erdoğan, Başbakanlık’ta odasında dosyayı fırlattı ve şöyle dedi: “Bunlar casus” diye konuştu.

"MADEM FETÖ'YÜ BİLİYORDUN..."

Erdoğan’ın FETÖ’nün yılar önce bilmesine rağmen beraber iş yapması hakkında da sert sözler kullanan Özdağ "Madem casus olduklarını biliyordun, neden 2010’da referanduma bunlarla gittin? Neden FETÖ’cü generallerin casus olduğunu bile bile atadın? Şimdi Erdoğan merak edecek bunu Özdağ’a kim söyledi diye… Eniştem söylemedi emin ol!” dedi.

*

Eniştesi de söylemiş olabilirdi.

Çünkü bu Ümit Özdağ, 27 Mayıs’ın darbeci subaylarından Muzaffer Özdağ’ın oğludur.

Bu tip adamlar için devletin stratejik kurumları “aile şirketi” gibidir.

Mesela Kenan Evren’in damadı MİT’çiydi.

Bunlar çocuklarını MİT’e, TSK’ya ve özellikle de Dışişleri Bakanlığı’na (devlet kesesinden dünyayı gezsin, bilgisi görgüsü artsın, keyfine baksın, millete tepeden bakabilsin diye) yerleştirirler.

Devletin imkânlarıyla bol maaşlı “vatanseverlikçilik” oynar, kendilerinin “devletin gerçek sahipleri” olduğunu düşünürler,

Çocukları buralarda birbirleriyle tanıştıkları için aralarında evlilikler filan da olur, böylece akrabalık halkası genişler. 

Önemli kurumlarda “enişte”leri de bulunur.

*

Sonra da, putlaştırdıkları Selanikli Mustafa Atatürk'ün mirası "(İslam Şeriati'ni düşman ilan eden) Batı'dan ithal laikliğe (siyasal dinsizliğe)" iman etmeyen, sahip olduğu din ve vicdan hürriyetini kullanma konusunda "laik efendiler"in vesayeti altına girmeyi reddeden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür vatandaşların Şeriatçılığına savaş açarlar.

Onları insandan saymaz, köpek gibi zehirleyerek veya tırlarla ezerek yok etmenin hayalini kurarlar. 

Bu "efendi"lere göre, o "düşman"lar ancak, (siyasal dinsizliğin temel ilkesi olan) "Bütün inançlar saygındır (Sadece İslam değil, küfür de saygındır; saygınlık bakımından Allah'a kulluk ile Şeytan'a tapma arasında fark yoktur)" şeklindeki "siyasal dinsizlik amentüsü"nü ezberleyip tekrarlamayı kabul ederlerse "zehirlenme korkusu olmadan" yaşama hakkına sahip olmalıdırlar.

Yine onlara göre, laiklik (siyasal dinsizlik) gereği Allahu Teala'ya saygı "ortak değer" değildir, fakat putları Selanikli, saygı gösterilmesi gereken "ortak değer"dir.

Mevzubahis olan putları (ve herkesi zorla "ortak" ettikleri "değer"leri ya da "hurafe"leri) ise, artık "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" olma, önemsiz teferruattır.

*

Konuya dönelim..

Görüldüğü gibi Özdağ, “Eniştem söylemedi, emin ol!” diyor.

Emin olduk..

Peki sen bunu nerden biliyorsun?

Bunu Türkiye’de birkaç kişi biliyor”, ve, biri sensin?

Nasıl oluyor da oluyor bu?

Ve senin (camide hutbe sırasında yaptığın Atatürk’lü şovun gibi) densiz operasyonlarının “yabancı” bir istihbarat servisinin operasyonu olmadığını da biliyoruz.

Bunu sana yaptıranların “enişten” olmadığının farkındayız.

Bu densizlikleri sana, “Türkiye’de birkaç kişinin bilebileceği” şeyleri bildirenler mi yaptırıyor?

*

Sonra da aynı adamlar, senin gibileri bahane ederek gözü açılmadık sığırcık yavrusu durumundaki saf (ve de sapına kadar ürkek, sizin karşınızda tirtir titreyen) Diyanet bürokrasisini uyarıyorlar mı:  

“Hocam, toplumsal barış için bazı şeyleri yapmamız lazım.. Adamın yaptığını görüyorsunuz. Siz de bu tür tepkileri dikkate alırsınız artık.. Bu kadarcık fedakârlığı yapmalısınız.. Millî birlik ve beraberlik, kem küm, vatan kurtaran Hasan, mevzubahis olan vatan putuysa İslam da teferruattır, ham hum, gırrr..”

*

Özdağ’ın laflarına gelelim:

“2009’da Erdoğan’ın önüne Türkiye’de bir yabancı servisin yaptığı istihbarat operasyonunun dosyası Türk istihbaratçılar tarafından götürüldü. Bu operasyonda FETÖ’nün nasıl aktif rol aldığını anlayınca Erdoğan, Başbakanlık’ta odasında dosyayı fırlattı ve şöyle dedi: “Bunlar casus”.

Dosyayı önüne, bu lafı söyletmek için koymuşlar: “Bunlar casus.”

İmdi, bu adamların yabancı istihbarat servisleriyle işbirliği halinde olduğunu anlamak için zahmet edip bu tür dosyaları okumaya gerek yoktu.

Yabancı ülkelerde açtıkları okulların CIA’e hizmet ettiğini herkes biliyordu.

Mesela merhum Kadir Mısıroğlu yazıp durmuştu. [Ancak kusuru büyüktü, Erdoğan'ın eniştesi olma onuruna erişememişti.]

*

Gel gör ki, yabancı istihbarat servislerinin Türkiye’deki işbirlikçileri, ortakları sadece FETÖ değildi.

MİT de ortaklarıydı. 

Hatta MİT, FETÖ'den da fazla ortaktı, "stratejik ortak".. 

Resmen "müttefik"ti, "stratejik müttefik".. 

Prof. Fahrettin AltunSabah gazetesinde yayınlanan "Bu nasıl milli istihbarat?" başlıklı yazısında, MİT eski Müsteşarı (Başkanı) Korgeneral M. Fuat Doğu'nun şu sözünü aktarmıştı: 

"Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA'in şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop'a götür dese onu oraya götürmekle memurum."

Buradan anlaşılıyor ki MİT'in tarihi utandırıcı ve karanlık.. 

Irz düşmanı namussuz ve pezevenklerden müteşekkil CIA'in (hadi uşağı demeyelim) acentası ya da şubesi gibi çalışmışlar.. 

Alınlarındaki bu leke tarih sayfalarına kömür karasıyla yazılmış.

Herhalde onlardan, Sinop gibi illere yaptıkları yolculuklar sırasında birşeyler öğrenmişlerdir.. 

Kıratın yanında duran ya huyundan, ya suyundan..

CIA'den pezevenklik, namussuzluk, gâvur uşaklığı ve ırz düşmanlığı dışında ne öğrenilir, ben bilmiyorum.

[CIA'den namussuzluk dersleri almaları İslam Şeriati'ne aykırıdır, fakat Atatürkçülükleriyle çelişmez.. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin (resmen değilse bile fiilen) putumsusu olan Selanikli Mustafa Atatürk, Kâzım Karabekir Paşa'ya "Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar. Onun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız" demiş bulunuyor.)

*

Evet, ortaklık sadece Amerikan "efendi"lerin Sinop gibi illere götürülüp yedirilip içirilmesiyle sınırlı olsaydı fazla dert etmeye gerek yoktu.

Kötü olan şu ki, beraber operasyonlar (namussuzluklar) yapıyorlardı.

Hem de bu devletin anayasal hükümetine (ve dolayısıyla millete) karşı.

Nitekim, Erbakan-Çiller Hükümeti’nin yıkılmasını sağlayanlar MİT’çiler ile (onların destek verdikleri, hatta gaza getirdikleri) birtakım subaylardı.

Buna karar verenler ise Amerikan Dışişleri binasının bilmem kaçıncı katının sakinleri ile (Bakınız: Cengiz Çandar’ın Cem Küçük tarafından alıntılanan eski yazıları) İsrail devletinin yetkilileriydi.

Bu yabancı güçlerin Türkiye’deki aparatları (uşakları, yamakları) ise (Amerikalılar'ın "özel şoförlüğü"nü yapmaya alışmış, alıştırılmış) MİT’çiler ile darbeci subaylardı..

*

Malumunuz, darbeciler başarılı olurlarsa “vatan kurtaran Hasan” olarak vatanseverlik nutukları atarlar, başarısız olunca da Talat Aydemir gibi, darağacının yağlı ipini, vatan haini damgası eşliğinde öperler.

Erbakan Hükümeti, yabancıların içerideki casuslarıyla ve uşaklarıyla başedebilseydi, onları yargılar, layık oldukları damgayı suratlarına basardı.

Öyle olmadı, Erbakan’ı siyasî ölü haline getiren o işbirlikçi casuslar millete karşı “vatanseverlik” artistliği yapmaya devam ettiler.

*

2009 yılı önemli bir yıl..

O yıl, FETÖ’nün kalemi kırılmış.. 

Ama kalemi kırılan sadece o değil.

Bir başka isim daha var: Muhsin Yazıcıoğlu..

Aynı yılın ortalarında bu satırların yazarı da zehirlendi. Ölümden döndü.

Çünkü, siyaset arenası, cemaatler, tarikatlar, siyasî gruplar filan yeniden dizayn ediliyordu, ve İskenderpaşa Cemaati ekseninde yapılan yeni düzenlemelerin selameti için bu satırların yazarının da ortadan kaldırılması gerekiyordu.

*

Birkaç gün önce yayınladığım bir yazıda, daha önce de dile getirdiğim bir gerçeği tekrar hatırlatmış, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocaya MİT’çilerin yaptığı “işbirliği” teklifini yazmıştım.

Esad Efendi, vefatından beş ay kadar önce Hicaz’da hac sırasında cemaate, MİT’çilerin kendisine işbirliği teklifinde bulunduklarını, fakat kabul etmediğini açıklamış bulunuyordu.

Ben bunu, teklif sanki Hicaz’da yapılmış gibi anlamıştım. Fakat, birkaç gün önce konuyu tekrar yazdıktan sonra, Esad Efendi’nin beyanını yanlış yorumlamış olabileceğimi düşündüm.

Belki de söz konusu işbirliği teklifi Hicaz’da değil, hacca gelmeden önce Avrupa’da yapılmıştı.

*

Almanya’nın Osnabrück şehrinde yaşayan (İstanbul Siyasal’dan sınıf arkadaşım) Hacı Murat, 2016 yılında beni ziyaret etmişti.

Ondan önceki son görüşmemiz 18 yıl evvel olmuştu.

Bana söylediğine göre, Esad Efendi, Almanya’da cemaatten bir topluluğun (Ki Avustralya Brisbane’dan Mehmet Ali Torlak da oradaymış) huzurunda kendisine, benim için, “Onu tanıyor musun?” diye bir soru yöneltmişti.

“Çok iyi tanıyorum” diye cevap vermiş bulunuyordu.

Çok iyi tanıyordu, çünkü, öğrenciliğimiz sırasında bir yıl boyunca aynı evde kalmıştık.

Esad Efendi, “Çok iyi tanıyorsan o zaman onu sen daha iyi anlarsın” demiş bulunuyordu.

Sonra da, hem ona, hem de oradaki diğerlerine, “Onu buraya ne yapıp yapıp bir şekilde getirebilir misiniz?” diye sormuştu.

Aynı soruyu birkaç defa tekrarlamıştı.

Sonra da şu açıklamayı yapmıştı: “Ben bu çocuğun canından endişe ediyorum. Çünkü her zaman MİT bunun karşısına çıkıyor. Bunun canından endişe ediyorum.”

*

Ben de o tarihten iki buçuk – üç yıl öncesinde canımdan endişe etmeye başlamıştım.

Bunun nedeni, gördüğüm bazı rüyalar ve o rüyalarla ilişkili biçimde yaşadığım bazı olağan dışı durumlardı.

Bununla birlikte, Esad Efendi’nin Almanya’da cemaate bunları söylediği sırada canım aklıma bile gelmiyordu. Kafamı kurcalayan mesele sadece geçim derdiydi.

Parasızdım ve borçluydum. Elimizde satıp paraya çevirebileceğimiz bir mücevherat (bir yüzük, bir küpe vs.) bile yoktu.

Evde altı küçük çocuk vardı ve ben işsizdim, iş bulamıyordum,.

Artık hayatımdan endişe etmiyordum, MİT’in umurunda olacağımı da sanmıyordum, cemaatin yayın organlarının genel yayın yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü ve yazarlığı gibi bir vasfım kalmamıştı çünkü.

Ancak, Esad Efendi'nin o son haccından bir ya da iki ay önce İsveç’teyken Rafet Candemir’e telefon edip Hocaefendi’ye selam ve hürmetlerimi söylemesini istediğimde, telefonu o almıştı.

Esad Efendi’nin o sırada Candemir’in yanında olacağını tahmin etmemiştim.

Bana, benimle görüşmek istediğini, İsveç’e gelmemi söylemişti.

*

Beni neden taa İsveç'e çağırıyordu, bu bana tuhaf gelmişti.

Oğlu Nureddin’in bir iki kez aleyhimde konuştuğunu duymuştum. Acaba nedeni bu olabilir miydi?

Aklıma gelen tek açıklama buydu.. Herhalde beni babasına şikâyet etmişti, o da işin aslını öğrenmek istiyordu.

Şimdi anlıyorum ki gerçek neden bu değildi..

Benim hayatımdan endişeliydi, ve beni bir şekilde Türkiye dışına çıkarmak istiyordu.

Vize alamadığım için değil, sigortasız olmamdan dolayı vize başvurusu bile yapamadığım için İsveç’e gidemedim.

O son haccının ardından Esad Efendi, ABD’deki cemaat mensuplarına beni Amerika’ya yerleştirme emrini vermiş bulunuyordu.

Yine sigortasızdım, fakat başlangıç için ABD’ye geçici olarak dil kursu için gidecekmişim gibi adımlar atılmış, dil kursuna kaydım yapılmış, bir ABD vatandaşı tarafından da resmen ülkeye davet edilmiştim.

Esad Efendi’nin ABD’de cemaat faaliyeti yürütmemi istediğini düşünüyordum, fakat aslında benim öldürüleceğim endişesi taşıyordu.

Benim bundan haberim yoktu.

*

ABD’nin İstanbul Konsolosluğu’nun vize başvurum için verdiği randevu tarihinden iki hafta önce Esad Efendi Avustralya’da öldü.

Öldürüldü.

Ve Amerikan Konsolosluğu vize başvurumu reddetti.

Esad Efendi’nin “varisi” Nureddin de, cemaat mensuplarına, benim ABD’ye gitmem yönünde başka bir teşebbüste bulunmamaları için emir verdi.

ABD'ye bizzat giderek.

Onun, benim hayatım hakkında bir endişesi yoktu.

*

2016 yılı sonbaharında Hacı Murat bana haber verinceye kadar, Esad Efendi’nin hayatımdan endişe etmiş olabileceği hiç aklıma gelmemişti.

O tarihten on yıl önce, 2006 senesi başlarında, bir akşam Zinde Derneği’ndeki bir toplantıya davet edilmiş bulunuyordum.

Mehmet Emin Çınar’ın başkanlık ettiği toplantıya İsmail Durak Ünlü, İbrahim İlhan, Kemal Ataman, Necmi Sarıyer ve Mahmut Akbal gibi isimler katılmış bulunuyordu.

Gündem maddelerinden biri, Sağlık Bakanlığı’nda hıfzısıhha ile ilgili bir kurumda çalışmış olan ve kuş gribi krizi yüzünden istifası istenmiş bulunan bir tıp doçentinin meselesiydi. Söz konusu doçent de oradaydı.

Necmi orada, 28 Şubat Süreci’nde iki kişinin hayatî tehlike yaşamış bulunduğunu, bunların da Esad Efendi ile ben olduğumuzu söylemişti. 

Sözleri beni şaşırtmıştı.

Sanırım Esad Efendi’nin Almanya’daki açıklamasını birçok kişi biliyordu, fakat bana söyleyen yoktu.

*

Hacı Murat’ın sözleri üzerinde uzun uzun düşünmüştüm.

Bunu Esad Efendi’nin bir kerameti olarak yorumlamıştım.

Durumumla ilgili rüyalar görmüş ya da hatiften bir ses duyma gibi bir yolla bilgilendirilmiş olabilirdi.

Fakat, birkaç gün önce, MİT’çilerin ona yapmış oldukları işbirliği teklifini tekrar yazdıktan sonra konu üzerinde yine düşününce bakış açımda değişiklik oldu.

Tabiri caizse, Hacı Murat’ın sözleri “asıl anlamını kavradı”. Kavrar gibi oldu..

Esad Efendi’yle görüşen MİT’çiler, ona şu türden şeyler söylemiş olabilirler miydi: 

“Sizden istediğimiz şunlar şunlar.. Bir de Seyfi Say gibi radikalleri yayın organlarınızın başına geçirmeyecek, onlara yazı yazdırmayacak, radyonuzda konuşturmayacak, daha önce yaptığınız gibi Avustralya ve Almanya gibi ülkelere gönderip cemaatinize seminer ve konferanslar verdirmeyeceksiniz. Şeriatçılık yaparak cemaatinizi radikalleştiren Seyfi'yi değil, tasavvufun güzel ahlâk demek olduğunu anlatan filanları öne çıkaracaksınız. Bu Seyfi’yi pasifize edecek, dışlayacaksınız. Sağduyu gazetesindeki yazılarıyla zaten haddi aşmıştı. Ona bugüne kadar dokunmadık, fakat bundan sonra müsade etmeyeceğiz, bizimle şaka olmaz.” 

Esad Efendi’ye, “Sözün tamamı ahmağa söylenir, bu adamının kalemi kırılmıştır, öyle veya böyle susturulacaktır” mesajını verdiklerini düşünebilir miydik?

*

Ve Esad Efendi, kendi hayatının tehlikede olduğunu bildiği için Türkiye’ye dönmüyordu.

Beni de Türkiye’den çıkarmaya çalışıyordu.

*

2009 yılı bir dönüm noktasıydı.

Yazıcıoğlu öldürüldü.

Ve ben zehirlendim.

Ve 11 yıl sonra...

2020 yılının Ekim ayında bir akşam bana seslenildiğini duyduğumda kendime gelmiş, kendimi bir yatakta yatıyor bulmuştum.

Etrafımda çocuklarımdan ikisi ile beyaz elbiseli birilerini görmüştüm. Bunlar, sağlıkçılardı.

Fakat ben neredeydim?

Doktor hanım bana, “Seyfi Bey, nerede olduğunu biliyor musun?” diye sormuştu.

Bilmiyordum.

Bir hastane olduğunu anlamıştım, ama hangi hastane?..

Çocuklarımı tanımıştım, fakat birçok şeyi hatırlayamıyordum.

Başımda, 20 gün kesintisiz sürecek, beni uyutmayan bir ağrı vardı; sonra giderek hafifleyerek aylarca devam edecekti.

Yürüyemiyordum.

Gözlerime hakim olmakta zorlanıyordum, bu yüzden onları kendi hallerine bıraktığımda şaşı bakıyor, nesneleri çift görüyordum. 

Aynada kendimi gördüğümde ürkmüştüm, mezardan çıkmış gibiydim.

Oraya o akşam getirilmiş olduğumu düşünmüştüm, fakat üç gündür orada olduğumu, bilincimi kaybemiş halde yattığımı sonradan öğrenecektim.

Pandemi günleriydi, fakat yapılan testte bende covid’e rastlanmamıştı.

Kan değerlerim yaşam seviyesinin altına düşmüştü. Ölmem gerekiyordu, fakat ölmemiştim.

Filmin koptuğu anı hatırlıyordum, Cuma günü işten döndükten sonra, öğleyin de birşey yememiş olduğum halde iştahsızdım. Zorla birkaç lokma yedikten sonra bende şiddetli bir kusma hali başlamış, yediklerimi kusmuştum. Midem bomboş olduğu, birşey gelmediği halde kusma hali kesilmiyordu. İçim kalkmış, tekrar lavabonun başına gitmiştim. 

Sonrasını hatırlamıyordum. Çocuklarımın dediğine göre bir gürültü işitmişler, beni ağzımdan köpükler çıkar halde yerde baygın bulmuşlardı.  

*

Hastanede rahatsızlığımın nedenleri için uzun tetkikler yapıldı, ardından Acıbadem’de bir profesör çaba sarfetti, konulan teşhis aynıydı: 

Tanımsız.

Teşhis konulamamıştı.

Tıp, benim durumum karşısında acze düşmüştü.


(İlk yayın tarihi: 2 Ekim 2022)

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...