(TARİKATÇILARI/CEMAATLERİ SİYASAL DIŞ BAĞLANTILARI YA DA DIŞA BAĞIMLILIKLARI YÜZÜNDEN TEKFİR EDENLER, ONLARDAKİ İTİKADÎ VE ZİHNİYETSEL DIŞA BAĞIMLILIĞI NEDEN ÖNEMSEMİYOR, HATTA TEŞVİK EDİYORLAR?)
Prof. Mahmut Erol Kılıç, TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin” maddesinde “Genel
Düşünce Tarihine Yönelik Görüşleri” başlığı altında şunları söylüyor:
“İbnü’l-Arabî, …
filozofların doğru olduğuna inandığı görüşlerine katılmakta tereddüt göstermez.
Meselâ …, fizik alanlar için kimi zaman Aristo mantığının kategorilerini dahi
kullandığı görülür (el-Fütûḥât, II, 211, 304, 319, 338; III, 313). Hatta metafizik
konularda nazar, burhan ve fikrin çok zor
olmakla beraber doğru kullanılması halinde doğru araçları bulmaya yardımcı
olabileceğini söylemesi son derece ilginçtir. Ona göre nazarında
isabetli olanlar keşif ehline
muvâfakat, isabetli olmayanlar ise muhalefet ederler (a.g.e., II,
754).”
Nazardan kasıt, "göz değmesi" değil tabiî ki, teorik düşünce ve akıl yürütüş, yani aklî “bakış”..
TDV İslâm
Ansiklopedisi’nde yer alan tanım
şöyle: “Bir şey hakkında tefekküre dalma [fikir yürütme, düşünme, aklı
kullanma], nazarî [teorik] araştırmalar yapma anlamında kelâm ve felsefe terimi.”
Burhan ise, “bütün şüpheleri
ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir
delil” demektir. (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Burhan”
maddesi.)
Bu soytarı, “Nazarında isabetli olanlar keşif ehline muvâfakat, isabetli olmayanlar ise
muhalefet ederler” derken, “hakikat”i tersyüz ediyor.
Hakikat edebiyatçısı, hakikatin en acımasız katili.
*
İmdi, metafizik, gerçekte “nazar” ile başlar..
Allahu Teala’nın varlığının ve birliğinin bilinmesi hususu böyledir..
O yüzden İmam
Matüridî ve İmam Eş’arî, peygamberlere gelen vahyin bulunmaması
durumunda bile insanların tek bir Tanrı inancına akıllarını kullanmak (tefekkür) suretiyle ulaşma durumunda olduklarını söylemiş bulunuyorlar.
Bu iki imamın konuyla ilgili yaklaşımlarındaki fark ise, İmam
Matüridî’nin, insanın aklını kullanarak Tanrı’nın varlığını ve birliğini
anlamak ve kabul etmekle yükümlü olduğu kanaatini taşıması, İmam
Eş’arî’nin ise, bir peygamberin tebliği söz konusu olmadan bu hususta
sorumluluk doğmayacağı düşüncesini benimsemiş olmasıdır. (Her ikisinin de
kendisine göre delili var. Kafadan atıyor değiller.)
Bazı cahillerin ve okuduğunu anlamaktan aciz geri zekâlıların
zannettiği gibi İmam Eş’arî, İmam Matüridî’nin aksine, akla önem
vermiyor değil.
*
Evet, metafizik alanında da akıl (fikir, nazar),
işin temelini oluşturur.
Ancak, ibadetler, ölümden sonra diriliş ve ahiret ahvali gibi
konular akıl yürütülerek bilinemez, bunlar için peygamberlerin getirdiği “doğru
haber” (vahiy, nakil) gerekir.
İmam Matüridî’nin belirttiği gibi, peygamberlerin gerçekten
peygamber olduğunun bilinmesi de yine akıl sayesinde olur. (Bu meselenin
ayrıntılarını internetten ulaşılıp okunabilecek olan bazı kitaplarımızda
genişçe anlatmıştık. Bkz. https://archive.org/search?query=%22seyfi%20say%22)
*
İbn Arabî soytarısının “keşf”ine gelince…
Nazar, burhan ve fikirle işi olmayan
bir keşf, ancak sapıklığa, hurafeye ve ümniyeye (kuruntu ve vehme)
götürür.
Doğru olan şudur: Metafizik bahsinde hak ve hakikate, aklın yol göstericiliği ve hakemliğinde nakil (vahiy, doğru haber) vasıtasıyla ulaşılır.
Keşfin ise, metafizik bahsinde söyleyebileceği (akla ve nakle aykırı) fazladan birşey
yoktur.
Şayet keşf, akla (nazar, burhan ve fikir) ve nakle (vahye)
mutabıksa, doğrudur. Mutabık değilse, batıldır, Şeytan’ın ilkası ve vesvesesi
ya da nefsanî kuruntu ve vehimdir.
Nakle aykırı gibi görünmemekle birlikte nakilde yeri olmayan bir keşfiyat, din adına savunulamaz; savunulursa bu, "dinde bid'at ihdas etme" anlamına gelir.. Bunu yapan kişi, o andan itibaren sapıklar zümresine iltihak etmiş olur.
Bu durumdaki bir keşf sahibinin Şeytan'dan Allahu Teala'ya sığınması ve keşfini önemsememesi gerekir.
O yüzden, ariflerin kutbu Bahaeddin
Nakşbend k. s., “Tasavvuftaki seyr u sülûkten maksat nedir?” sorusuna
“İcmalî olan [özet durumundaki] marifeti [manevî tecrübeyle,
yaşanan haller ile] tafsîl etmek, istidlalî [aklî ve naklî delillere
dayalı] olan bilgiyi de keşfe dönüştürmektir” diye cevap vermiştir.
Yani,
esas olan “akla ve nakle” dayalı istidlalî/delillendirilmiş bilgidir..
Keşf,
o istidlalî (akıl ve nakil çerçevesinde delile sahip) bilgiye uyuyorsa ne âlâ, uymuyorsa atılır.
*
Şah-ı
Nakşbend, Abdülkadir
Geylanî ve Ahmed er-Rüfaî gibi zatların sözleri ve hayat hikayeleri
gerçek arif-i bi'llah oldukları kanaatini insanda uyandırıyor.
Bunlar, değerli ve büyük zatlar.. Takva sahiplerinin önderleri..
İbn
Arabî’ye gelince.. Bu “ahbun kerpiç”, sapığın önde gideni bir şarlatan,
yalancılıkta maharet kesbetmiş bir sahtekâr ve şahsını öne çıkarma derdindeki
bir din dolandırıcısından başka birşey değil.
İngiliz
keferesi bu sapıkta şeytanîlik bakımından zengin bir damar keşfetmeseydi
Ibn Arabi Society’yi kurup ona yatırım yapmazdı.
*
Kılıç’ın şu sözleri ise, İbn Arabî şarlatanının, yazdıklarının “ilâhî ilham (ilkā-i rabbânî ve imlâ-i ilâhî) mahsulü” olduğu
palavrasının büyüklüğünü ortaya koyuyor:
İbnü’l-Arabî
eski bilgelerin özlü sözlerini nakletmekte de bir sakınca görmemiş, eserlerinde
Hipokrat, Aristo, Büyük İskender, Pisagor, Sokrat ve Eflâtun’a
atfedilen hikemiyata isim belirtmeden yer vermiştir. Bu tür sözlere
özellikle Muḥâḍaratü’l-ebrâr ve el-Fütûḥât’ta
rastlanılır. Yine “evliyâullah ilimlerinden biri” dediği bazı harf ve sayıları
vücûd [varlık] ve mertebelerinin sembolleri olarak ele alır. Bu yaklaşımın Pisagorcu
mektebe [ekole] benzeyen yanları bulunmakla birlikte onun kendine has bir
metodu ve yorum farklılıkları vardır. Meselâ ilâhî nefesin görülen
şeylerin sûretlerine inmesi gibi görüşleri Plotin’in “sudûr” (emanation)
kavramından bazı farklılıklar taşır. Bu görüşler, Plotin’in sisteminin
aksine daha ziyade Hegel’inki gibi bir idealizme benzetilebilir; salt
diyalektikle inşa edilmesi sadece mantıkîdir, fiilî yahut gerçek değildir. Yeni
Eflâtuncular’ın sudûru ise ancak İbnü’l-Arabî’nin sıfatlar veya cihetleri
hakkındaki açıklamalarını karşılayabilir. Ayrıca Yeni Eflâtuncular’ın “ilk
akıl”, “küllî nefis” ve “küllî cism”ine karşılık İbnü’l-Arabî “kalem”,
“levh-i mahfûz” ve “arş” tabirlerini kullanır. Bazan da bütün düşünce
okullarının (filozoflar, kelâmcılar ve sûfîler) aralarındaki ayrılıklara rağmen
Tanrı’nın varlığı, ne, nasıl, niçin sorularının Tanrı için sorulamayacağı,
ruhların muvakkaten girmiş oldukları bedenlerinden etkilendikleri gibi
konularda görüş birliği olduğuna da işaret eder (el-Fütûḥât [nşr.
Osman Yahyâ], III, 218; el-Fütûḥât, III, 12). İlginç bir husus da İbnü’l-Arabî’nin metafiziğe yer
verdiği kadar zaman zaman fizik üzerine de yorumlar getirmesi ve ilimler
hiyerarşisi içerisinde fiziğin yerini göstermesidir. Bu husus bazı dikkatini çekmiş ve onu bir sûfî olduğu
kadar gerçek bir Meşşâî [Aristocu]saymalarına da yol açmıştır (ERE, VII, 553).
Şarlatanın Hipokrat, Aristo, Büyük İskender, Pisagor, Sokrat
ve Eflâtun’a atfedilen sözleri isim belirtmeden aktarması, mürşitlerinin kimler olduğunu gösteriyor.
Sözde, yazdıkları Allah’tan gelen varidatmış.. Zırvaya bakın, Allahu Teala birşeyleri bu adamlardan mı öğrenip aktarıyor?!
Eski filozofların laflarını almış, onların kavramlarını ya aynen kullanmış, ya da o kavram altında savundukları görüşler için Arapça bir kavram uydurmuş, sonra da bunu "Allah'tan gelen varidat" olarak yutturuyor.
*
Kılıç, sözlerini şöyle sürdürüyor:
Sonuç
olarak kendinden önceki düşünürlerin İbnü’l-Arabî
üzerinde doğrudan ve doktriner mahiyette bir tesiri olduğu söylenemez.
Hatta bütüncül bir açıdan bakıldığında
İbnü’l-Arabî’nin birçok durumda kendinden önceki düşünürlerle aynı görüşte
olmadığı açıktır. Nitekim onun kendisini tam olarak anlamak isteyenlere
filozofların kitaplarındaki hükümlerle kendisine yaklaşmamaları tavsiyesinde
bulunması önemli bir husustur (el-Fütûḥât, II, 595). Bu
durumda İbnü’l-Arabî’nin görüşleri üzerinde fikir yürütmeye çalışan bir kimse,
onun Aristocu mânada bir filozof veya bir kelâmcı olmadığını bilmelidir.
Bazı şarkiyatçıların ve müslüman araştırmacıların, onun İbn Meserre
kanalıyla Empedokles’in fikirlerini öğrendiğini belirterek bunlardan
etkilendiğini veya Patristik dönemin kilise babalarından, İskenderiyeli
Philon’dan ve Stoacılar’dan faydalandığını söylemelerinin yahut bu tür
imalarda bulunmalarının ilmî bir dayanağı yoktur. Meselâ Ebü’l-Alâ
Afîfî’nin onun Yunan felsefesine, özellikle onların teoloji anlayışlarına,
yahudi Philon’un ve Stoalılar’ın felsefesine âşina olduğu iddiasını ortaya
atmasının hemen ardından, “Böyle bir felsefeye nasıl âşina olduğunu söylemek
ise kolay değildir” demesi de (The Mystical Philosophy, s.
163) bu iddiaların tutarsızlığını açıkça göstermektedir.
Lafa bakın, kendisinden önceki düşünürlerin İbn Arabî üzerinde doğrudan
ve doktriner mahiyette bir tesiri olduğu söylenemezmiş..
Tesir daha nasıl olacaktıysa?!
Daha dahası, bütüncül bir açıdan bakıldığında, İbn Arabî’nin
birçok durumda kendisinden önceki düşünürlerle aynı görüşte olmadığı açıktırmış.
“Bütüncül bir açıdan” bakıldığında, zaten dünya üzerinde hiç
kimse bir başkasıyla tam aynı görüşte olamaz, olamıyor.
Mesela, İmam-ı Azam’ın en önde gelen talebeleri İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bazı hususlarda ondan farklı düşünüyorlardı.
Bir kimse, kendisinden önce yaşamış bir filozof ya da alimin
görüşlerini aynen benimsemek istese bile bunu kamilen başaramaz, onların bazı
görüşlerini ya yanlış anlar, ya eksik kavrar, ya hatalı yorumlar, ya da bir şekilde kastedilenden farklı anlamlar yükler.
En iyi ihtimal, aslına uygun olmakla birlikte "eksik" kavramaktır.. Kötü ihtimalin ise sonu yok.
“Bütüncül bir açıdan” bakıldığında durum budur.
*
İkinci bir husus ise şu: Filozof ya da “çığır açıcı alim”
görünmek isteyen şöhret budalaları, özgün görünmek ya da dikkat çekmek için “aykırılık”
sergiler, kendisinde orijinal birşeyler olduğunu göstermeye ya da o intibayı
vermeye çalışırlar.
"Muhalefet et, bilinir, meşhur olursun" (Hâlif, tu'ref) denilmiştir.
Bu nefsaniyet İbn Arabî soytarısında fazlasıyla mevcut.. Gerçek
bir sufî değil, fakat gerçek bir şarlatan ve dolandırıcı olduğu şüphesiz.
Ebü’l-Alâ Afîfî’nin "onun Yunan felsefesine, özellikle onların
teoloji anlayışlarına, yahudi Philon’un ve Stoalılar’ın felsefesine âşina
olduğu iddiasını" ortaya atmışken, “Böyle bir felsefeye
nasıl âşina olduğunu söylemek ise kolay değildir” diyerek lafı çevirmesine gelince..
Burada sorun, nasıl aşina olduğu sorunu..
Aşina olduğu kesin, aynı dili kullanması ve aynı şeyleri
söylemesinden bu anlaşılıyor.. Fakat bu aşinalık ve “samimiyet”in kaynağı ne?
İbn Arabî soytarısı, “Ben onların fikirlerini falan kitaplardan,
mesela İhvan-ı Safa Risaleleri’nden öğrendim” gibi birşey demediği için, nasıl
aşina olduğunu söylemek kolay değil.
Kılıç saftiriği (ya da ultra kurnazı) ise, zımnen “Yaa gördünüz mü, Allah bu konuları
söz konusu adamlardan öğrenip ilahî ilham ile İbn Arabî’ye aktarmış, ya da o
adamlar, en az İbn Arabî kadar ‘ilahî ilhama mazhar’ keşf sahibi büyük velîler durumundalar”
demiş oluyor.
Demiş oluyor, fakat bu kadar büyük bir zırvayı yumurtlamaktan çekindiği
için açıkça söylemiyor, “mış” gibi yapıyor.