NURCULARIN İSTİHBARATÇILARLA İMTİHANI ("MÜSBET HAREKET"İN İBRETLİK AKIBETİ)





İstihbaratçılar dindar bilinen grupları (partileşeninden dernekleşenine kadar hepsini) hallaç pamuğu gibi savuruyorlar.

Güçlenmiş, büyümüş olanların bazılarının gelişip serpilmesinde onların desteğinin rolü var. (Tipik örnek Fethullahçı Takiyye Örgütü.. Nurcuları daha fazla bölmek ve kontrol altına almak için icat edildi.. Yerli-milli iken sonradan küresel güçlerin dikkatini çekti ve onlarla çalışmaya başladı, yerli-milli istihbaratçılarla karşı karşıya geldi.)

Uzun süre MİT’in başında kalan Hakan Fidan’ın “Devlet işadamlarının büyümesine müsaade eder, fakat şu kadar milyar dolarlık bir güce eriştiklerinde daha fazlasına izin vermez, müdahale eder” anlamına gelen bir açıklamada bulunduğunu okumuştum.

Cemaatler vs. için de aynı durum geçerli.. Kontrol altına alınsalar ve/veya desteklenseler (ya da büyümelerine izin verilse) bile, belli bir büyüklüğe ulaşınca operasyon yiyor ve budanıyorlar. (Bazen birinin gelişmesine, diğer birinin önünün kesilmesi ya da dengelenmesi için izin verilir.)

Örnek: İsmailağa ve Menzil cemaatlerinin şu anki hal-i pür melali..

Türkiye’de devletin kontrol altına almamış olduğu bir cemaat ya da grup yok.

(1996 ya da 97 yılıydı.. Vefa Yayıncılık’ın çıkardığı İslâm, Kadın ve Aile ve İlim ve Sanat dergilerinin genel yayın yönetmeniydim. Adnan Oktar’ın adamları bizi ziyaret ediyor, Boğaz’da tekne gezisine, Boğaz kenarındaki yalıda ziyafete vs. davet ediyorlardı. Sonradan Silivri'deki muhteşem çiftliklerinde ağırlanmışlığımız da var. O sıralarda Oktar’ın örgütündeki ikinci adam Bülent Tatlıcan’dı, sağ koluydu.. Ona, bizim dergilerin merkezinde sohbet ederken şunu demiştim: “Türkiye’de bütün cemaat ve grupların ya birinci ya da ikinci adamlarının MİT’e bağlı oldukları kanaatini taşıyorum.” 

Hatırladın mı Bülent?)

*

Yönetici kadrosu (ya da merkezi) yurtiçinde olan terör örgütlerinde bile durum budur.

İstihbaratçıların FETÖ ve PKK konusunda zorluk yaşamalarının nedeni, merkezlerinin yurtdışında olmasıydı.. Biri Kandil’den yönetiliyordu, diğeri Pensilvanya’dan.

Burada şunu da samimiyetle itiraf edeyim: PKK ile yaşanan son çözüm sürecinin ABD ve İsrail ile olan bir pazarlığın ürünü olabileceğini düşünüyorum.

“Siz PKK sorununu çözmemize izin verin, biz de HAMAS’a verdiğimiz ‘örtülü’ desteği sonlandıralım, onların sizin açınızdan ‘makul’ bir çizgiye gelmesine çalışalım” şeklinde bir pazarlık yapılmış olabileceği kanaatindeyim..

Böylesi bir teklif karşı taraftan da gelmiş olabilir..

Tabiî böylesi durumlarda “siyaset gereği” (dostlar alışverişte görsün, kamuoyunun gazı alınsın diye) kamuoyu önünde küfürleşme ve sövüşme eksik edilmez..

Önemli olan kime çalım atıldığı değil, hangi kaleye gol atıldığıdır..

Ancak, bizim siyasetçilerimizin anlamak istemediği birşey var: İsrail ve İsrail’in güdümündeki ABD hiçbir zaman sözünde durmaz. Mutlaka kalleşlik yaparlar.. Vaatlerde bulunur ve aldatırlar.. Alacaklarını aldıktan sonra seni satarlar.

*

Bunları yazmamın nedeni, bir süre önce bazı yazılarını tartışma konusu yaptığım Nurcu yazar Mustafa Kaplan’ın son günlerde birileriyle girdiği kalem kavgası ya da tartışması..

Aslında buna tartışma denilemez.. Büyük ölçüde sövüşme ve küfürleşme..

Kaplan’ın Akit (ya da Vakit) gazetesindeki yazılarını okuyordum.. Şeriatçılığı hoşuma gidiyordu..

Son yıllarda da sosyal medyadaki paylaşımlarının birçoğunu okudum.. Afganistan gibi konularda sergilediği duyarlılığı takdirle karşıladım.

Ancak, üslubunu beğenmiyordum. (Mesela yediğini içtiğini anlatması.. Tabiînin hikmet ve ilim sahibi büyüklerinden Ahnef bin Kays'ın şöyle bir sözü var: "Bizim meclisimizde kadınlardan ve yiyip içtiklerinizden bahsetmeyiniz. Çünkü en çok öfkelendiğim kimse, bana avret yerinden, karnından ve midesinden haber veren kimsedir." Ahnef bin Kays rh. a., Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'i göremedi, fakat kabilesinin müslüman olmasına vesile olduğu için "Allahım, Ahnef'i bağışla" şeklinde duasına mazhar olmuştu.)

Ayrıca, bazı konularda (cömertlik, övgü ve dalkavukluğu bir psikolojik silah ve sızma aracı olarak kullanan) istihbaratçılar (ya da istihbaratçıların kafakola aldıkları muhbirler) tarafından dolmuşa bindirildiğini ve dolduruşa getirildiğini düşünüyordum.

Ne demek istediğimin anlaşılması için daha önceki bir yazımda yer alan şu satırların okunmasında fayda var:

… iftiracılığı “algı operasyonu“, ikiyüzlülüğü “esneklik”, hainliği “profesyonellik”, riyakârlık ve münafıklığı “imaj üretimi”, yalanı “kamuflaj” ve insanların inandıkları değerleri ve dinî duyarlılıklarını istismarı “meslekî yetkinlik” kabul eden malum odağın sağ gösterip sol vurmayı çok iyi başardığını anlayabiliyordum. Şartları ve ortamı müsait gördüklerinde hiçbir hukukî ve ahlâkî kayıt tanımadıkları halde,  “kullandıkları” bazı kişileri yüksek ahlâkî meziyetler ve yüce değerler adına konuşturabiliyorlardı. Mesela bir yandan yanınıza bazı adamlarını art niyetlerle, kötü amaçlarla, size zarar vermek için gönderirken, diğer yandan da başka bazı adamlarına size hüsnüzandan, geçimlilikten, suizandan sakınmaktan, kardeşlikten ve dostluğun sevabından bahsetmesi görevini verebilirlerdi. Sizi o kötü niyetlilere karşı savunmasız bırakmak ve daha kolay aldatabilmek için.. Onların istismar konusu yapmadıkları hiçbir şey yoktu ne yazık ki. Sosyal medyayı da sadece “troller” vasıtasıyla bir “yıpratma” ve “itibar suikasti” mekanizması olarak kullanmıyorlardı. Aynı zamanda onların elinde bir “dolmuşa bindirme” ve manipülasyon aracıydı o kanallar.. (Mesela diyelim ki size bir adamlarını gönderecek ve bir kurum için yardım talep edeceklerse, önce size, o kurumla alâkasız mecralardan cömertliğin faziletini, sadakanın belayı defettiğini, kaliteli ve şahsiyetli insanların yardımseverliklerinden belli olduğunu ifade eden mesajlar gelebilirdi. Böylece “havaya” girer, psikolojik olarak hazır hale gelirdiniz. Bazen bu tür yönlendirmeler ve “gaza getirmeler” sözlerle değil, senaryosu daha önceden yazılmış mizansen kabilinden eylemlerle de yapılabilirdi. Böylesi bir operasyon örneğini MİT’çi Yavuz Ataç ABD’de katıldığı bir istihbarat kursunda eski bir CIA mensubundan dinlemiş bulunuyordu. Söz konusu operasyon, gizli servislerin psikolojik harp teknikleri ve “kurmaca yaratma” maharetleri hakkında ipuçları vermesinin yanı sıra eğlenceliydi de. CIA mensubunun söylediğine göre, operasyonun hedefi Güney Amerika ülkelerinden birinin devlet yetkilisiydi. Onun önemli bir konuda ABD lehine karar alması planlanmıştı. Gerisini Ataç’tan dinleyelim:

“Kararı verecek kilit adamı hedef seçmişler. Hangi sporlara meraklı, kimlerle arkadaşlık ediyor, haftanın hangi günü nereye gidiyor onu öğrenmişler. Bir bara gidip bira içiyormuş mesela, haftada üç gün tenis oynuyormuş, köpeğini gezdiriyormuş. Sonra bir başka enteresan özelliği daha varmış bu adamın. Astrolojiye meraklıymış. Yeni tanıştığı insanlara ‘Hangi burçtansın?’ diye soran cinstenmiş. Zaten eşi de fal işlerine meraklı. Bunun üzerine operasyonu yürütenler, öncelikle politikacının her gün okuduğu, ülkenin önde gelen gazetelerinden birinde fal köşesini hazırlayan kişiyi buluyorlar. ‘Burada kaç para alıyorsanız onu almaya devam edin. Biz size 200 bin dolar vereceğiz. Siz de fal köşesinde şu metinleri yayınlayacaksınız’ diyorlar. Fakat sadece adamın burcu değil, bütün burçlarla ilgili toplam bir yıllık yazı veriyorlar gazeteye. Önce ortalama mesajlar yer alıyor adamın burcunda. Sonra yavaş yavaş tehlikeleri önceden haber vermeye başlıyorlar. Mesela ‘Başınıza bir kaza gelebilir, dikkat edin’ diyorlar. Aynı gün, servis ajanları adamın arabasına çarpıyor. Evinde yangın çıkarıyorlar. ‘Bu aralar bir şeyiniz kaybolabilir‘ diyorlar, hemen ertesi gün köpeğini çalıyorlar. Sonra da ‘Kaybettiğiniz bir şey bulunabilir’ diyorlar, köpeği, gizlice yeniden adamın evine bırakıyorlar. Adamı tam kıvama getirdikten sonra da ‘Bugün önemli bir karar vereceksiniz. Kararınızı şu yönde almanız tavsiye olunur’ diye yazıyorlar. Ve adam o kararı alıyor. Böyle bir operasyonu bizim siyasetçilere de uygulayabilirlerHerkesin zaafı aynı olacak diye bir şey yok. Burada daha farklı tekniklerle yaklaşıyor olabilirler.”

Evet, herkese farklı açılardan ve farklı araçlarla yaklaşılıyordu. Ve farklı tekniklerden yararlanılıyordu. Şayet söz konusu devlet görevlisi iyi bir fal köşesi takipçisi değil de mesela falanca gazete başyazarının hayranı ve fanatik izleyicisi olsaydı, ödenen 200 bin dolar belki de o yazarın banka hesabını kabartıyor olacaktı. Ya da o yetkili rüyaları önemseyen biri olsaydı, onunla samimiyeti bulunan birini bulup, sanki hiç haberi yokken konuyla ilgili müjdeli bir rüya görmüş gibi konuşturabilirlerdi. 

Bu tür operasyonlarda gereken şey, zekice bir plan yapmak, ayrıntılara önem vermek, her detayı düşünmek, acele etmemek, sabırlı olmak, ve her daim soğukkanlı davranabilmekti. MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Musul’da IŞİD tarafından rehin alınmış olan Türk konsolosluk personelinin zayiatsız kurtarılmasının nasıl sağlandığını izah için şunları söylemişti: “Sabır, detaylı çalışma, zekâ ve metanet. Başka bir şey yok.”)

*

Mustafa Kaplan’ın istihbaratçılar tarafından zaaf olarak değerlendirilebilecek özelliklerini ise, farklı yöreleri tanımaya çalışma ve Risale-i Nur dersi yapma gibi tutkularının oluşturduğu anlaşılıyor.

Onun, sürekli yurtiçi ve yurtdışı geziler yapıp dolaştığı yerleri ve yiyip içtiği nesneleri sosyal medyada paylaştığını görünce istihbaratçıların onu “itibarsızlaştırmak” için bu özelliklerinden faydalanabileceklerini düşünmüştüm..

Hobilerimizin yanında hepimizin acıkmak, susamak ve uyumak gibi “doğal” durumlarımız var.. Birileri sizi yemeğe davet ederler, önünüze otuz çeşit yemeği sererler, yanına Coca Cola vs. de korlar ve sizi kolayca obur bir adam olarak gösterebilirler.. 

Herkesin boykot yaptığı sırada Coca Cola içen bir sorumsuz, hamiyetsiz, duyarsız olarak lanse edebilirler.. 

Tütün konusunda biraz geniş mezhepli iseniz nargile, puro, sigara da ikram ederler. (Fırsat bulurlarsa seni uyuşturucuya bile alıştırmayı denerler, "zarf" atarlar.. Zamanında yanı başıma yerleştirilen bir MİT elemanı/muhbiri [tabiî MİT'çi olduğu söylenmeden yerleştirilen] bana esrarın faziletlerini, diğer uyuşturucular gibi [ya da onlar kadar] zararlı olmadığını, Necip Fazıl gibi entelektüellerin de bunu denediğini, esrarın bazı Batı ülkelerinde sigara gibi serbestçe satıldığını, yasak olmadığını anlatmıştı.)

"Abi hava sıcak, Güneş de tepemizde, bir fötr şapka giysen nasıl olur" da diyebilir, sonra fötrlü fotoğrafını paylaşman için sana gaz verebilirler.

Havaya girip bunu sen kendiliğinden de yapıyor olabilirsin.. Önemli olan seni o ortama sokmalarıdır.. Hamama giren ister istemez terler, çaresi yok.. Mesele adamı hamama girmeye ikna etmekte, terleme faslı kendiliğinden gelir.

Arkadaşlık pekey demekle kaimdir, ikram sahibinin ikramını reddetmek onu aşağılamak olur” vs. türünden mülahazalarla ev sahibinizin ya da sizi lokantaya davet eden kişinin her ikramına evet dediğinizde bir tuzağa düşmüş de olabilirsiniz.

Arkadan da size gaz verirler: “Abi bunları paylaş, müslüman olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur, millet senin samimi, olduğu gibi görünen bir adam olduğunu bilsin.. Müslümana tahdîs-i nimet yakışır.. Hem de düşman çatlatırsın.”

İnsan ihsanın kuludur (kölesidir) denilmiştir.. Size ikramda ve iyilikte bulunan kişiye hayır demeniz kolay değildir.. Fakat bazı ikramlar oltadaki yemdir, bir tür rüşvettir, tuzaktır. 

Oltadaki yem, balığa yapılmış bir iyilik değildir. Cinayet aletidir.

*

MİT'çi Yavuz Ataç’ın anlattığı yıldız falına düşkünlük meselesi gibi Kaplan’ın da edebiyatçılığına aşırı güveni var.

Bir buçuk – iki senedir “simyacı sinyalci kesme” diye bir Facebook hesabından ona hakaretler edilmiş.

Bu hesap son bir iki aydır benim de dikkatimi çekti.. Son yazdıklarını okudum.

Gençliğimde bizim memlekette şöyle bir olay yaşanmıştı: Kiraladığı dükkanı işleten bir bakkal ile dükkan sahibi arasında ihtilaf çıkmış, mahkemelik olmuşlardı.. Bunlar adliyeye giderken yolda bakkal, dükkan sahibinin kulağına eğiliyor, ana avrat sövüyor. Dükkan sahibi de “Ulan ben senin ananı avradını …” diye başlayıp saydırıyor.. Bakkal da hemen feveran ediyor: “Şahit olun, bana küfretti.”

Kaplan da böylesi bir tuzağa çekilmiş durumda.. 

Kendi hesabından da, kendisine ait olduğu düşünülen hesaplardan da ağır hakaretler ediyor ve böylece kaybediyor.

Muhatabına zarar verdiğini zannederken aslında farkında olmadan kendisine zarar veriyor. (Maalesef bu tartışmanın taraflarının kullandıkları "dil", Sulukule sakinlerinin bile utanıp kendilerine yakıştıramayacakları düzeysizlikte.)

Karşısındakilerin amacı zaten bu.. Onu böylesi bir üslup kullanmaya itmek.. 

Ve bunu başarmış durumdalar.. Kaplan küfrettikçe keyiflendiklerinden şüphem yok.

Onların kaybedeceği birşey bulunmuyor.. Türkiye’de adı “Simyacı Sinyalci”, soyadı da “Kesme” olan biri yaşamıyor.. Fakat Mustafa Kaplan diye biri var.. 

Mustafa Kaplan’ın üslubunun pespayeleştirilmesi operasyonu tamamlandığı zaman hesap kapanır gider.

Sen sağ ben selamet.. Kaybeden Mustafa Kaplan..

*

Bu hikayeye müdahil olmamın nedeni ise, yukarıda sözü edilen “yıldız falı” merakının bir zaaf olarak silaha dönüştürülüp kullanılması olayına benzer bir durumu “simyacı sinyalci”nin yazılarında görür gibi olmam..

İstihbaratçıların kullandığı bir hesap.. Kaplan önce, bu hesabın yakın bir arkadaşına ait olduğu kanaatine varmış ve onu hainlikle suçlamıştı.. Çünkü sadece onun ve kendisinin bildiği sırlar bu hesapta paylaşılmıştı.

Burada iki ihtimal var: 

Birincisi, hesabı yönetenler, söz konusu sırların sadece ikisi arasında olduğunu bilmeden bunları kullanarak farkında olmadan elemanlarını deşifre etmiş olabilirler.

İkinci (ve daha güçlü) ihtimal ise, onu bilerek deşifre etmeleri, ve bunun, Kaplan’ın kaplanvari vahşi “dizginlenemez öfkesini” manipüle etme tuzağı olması.

Kaplan daha sonra, söz konusu Facebook hesabının (meşhur Fuat Avni hesabı gibi) bir ekip işi olduğunu ileri sürmeye başladı.

Bence yanılmıyor.

Ekipte kimlerin yer aldığı belli değil.. Fakat Kaplan, edebiyatçılığına çok güvenen eski bir gazeteci-yazar olarak üslup üzerinden teşhis yapmaya çalışıyor görüntüsü veriyor. (Üslup ve kullanılan kelimelerin benzerliğinden hareketle farklı hesaplar arasında ilişki kurduğu görülüyor.)

Böylesi durumlarda istihbaratçılar (tıpkı yıldız falı olayında olduğu gibi) bu tür eğilimleri tuzak aracı (fırsat) haline getirebilirler.

Nitekim, “sinyalci”nin, bazı cümlelerini benim üslubuma benzetmek için özel çaba sarfetmiş olduğunu farketmiş bulunuyorum.. (Beni okuyorlar ve farkında olmadan etkileniyorlarsa o ayrı.. Fakat bu ihtimal çok çok düşük.)

Kısacası, Kaplan’ı bana karşı provoke etmeye çalışıyor olabileceklerini düşünmeden edemedim.. (Bu adamlardan herşeyin beklenebileceğini yaşayarak öğrendim.) 

*

Bu “sinyalci” hesabının en kötü tarafı ise, azgın, arsız ve şirret kaşar kerametfuruşluğu.. Mukaddesatla resmen alay ediyor.. Dalga geçiyor.

Sözde Hz. Ali’den, Abdülkadir Geylanî’den vs. mesaj alıyor ve “Şunları yazmamı söylediler” diyerek upuzun akla ziyan palavra paylaşımlar yapıyor.. Sarakaya alarak, oyun ve eğlence konusu yaparak keşf ü keramet davası güdüyor. 

Utanmadan.

Tam rezalet ve kepazelik.. Ahlâksızlığın daniskası.. Sözde Mustafa Kaplan'la uğraşıyor, özde ise bütün mukaddesatımızı ayaklar altına alıyorlar. 

(Bilerek tımarhanelik çapta aşırı yazım/imla hatası yapmalarının da Kaplan'ı etrafındaki herkesten şüphe eder hale getirme amacına yönelik olduğu anlaşılıyor.. İster istemez Kaplan şunu düşünecek: "Bunları yazan kişiler tandığım bildiğim insanlar olmasa yazılarını it oynamış yonca tarlası gibi karman çorman hale getirmezlerdi. Buna ihtiyaç duymazlardı." Bir yandan akıllı bir insandan beklenmeyecek delice paylaşımlar yapıyor, diğer yandan da Kaplan'ı psikolojik dengesizlik ve şizofrenlikle suçluyorlar.. Sergiledikleri delilik de bir başka tuzak.. Kaplan'ı o dengesiz modun bataklığı içine çekme ve orada boğma amacına yönelik.. Yöntemleri çok aşağılık ve adice.)

*

İşin açıkçası, Muşlu Molla Muhammed’de de (Mehmet Doğan) hoşuma gitmeyen lüzumsuz bir kerametfuruşluk var.. Bazı ifadelerini de çok yanlış buluyorum.

(Kaplan’ın kimi ifadelerini ve tavırlarını da.. Mesela hatasını farkettiği halde düzeltmeme gibi bir huyu var ki, kusur olarak ona yeter de artar; Türkiye'deki yazar çizer taifesinin [laikleri geçtik de, dindar bilinen insanlara hiç yakışmayan] ortak hastalığı onda da var. Allahu Teala'nın vaadinden dönebileceğini yazdı, ayetleri aktararak bunun yanlışlığını dile getirdim, düzeltmedi.. Merhum Esad Coşan Hoca'nın "valizlerle para" sözünü yanlış aktardı, doğrusunu yazdım, onu da düzeltmedi.. İlki "itikadî" bir konu, ikincisi ise "kul hakkı".. Önceden hüsnüzanda bulunup saygı duyduğum Mustafa Kaplan benim gözümden düşmüş durumda. [Kaplan, bunları yazmamızın akabinde 9 Aralık 2025 tarihli Facebook paylaşımında şu açıklamayı yaptı: "... Burada yazdıklarımın ise virgülüne kadar arkasındayım.”])

Ayrıca, üst perdeden konuşmayı terk etmeleri ve biraz mütevazi olmaları gerektiğini düşünüyorum. 

Yine, bence, insanların salt (gizlemeyip açıkladıkları, yaymaya çalıştıkları) itikadî ve fikrî cephelerini tartışmaları, "özel"lerine mümkün mertebe girmemeleri iyi olur. Birçok noktada haddi aştıklarını düşünüyorum. 

Fakat bunlar (girmek ve karışmak istemediğim) ayrı bir tartışma konusu. 

(Doğal olarak bu, benim kanaatlerimin de onlar tarafından yanlış bulunması, onaylanmaması anlamına geliyor.. Herkes fikrinde özgürdür.)

Kaplan’a karşı “simyacı” hesabıyla operasyona başlamalarının hangi paylaşımıyla ilgili olduğu konusunda da bir fikrim var.. 

Fakat yazmayacağım.


OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...