FATİH SULTAN MEHMED’İN LANETİ
VE ZAMPARA DİKTATÖR ATATÜRK
Mücahid
padişah Fatih Sultan Mehmed, kendisinden dört beş asır sonra
Mustafa Atatürk diye bir adamın ortaya çıkacağını elbette bilmiyordu.
Dolayısıyla Ayasofya ile
ilgili vakfiyesinin şartlarını çiğneyip onu cami olmaktan
çıkaranların lanete uğramasını istemişse, bunu, birilerinin put yapıp taptığı
Selanikli Atatürk’ü şahsen hedef alarak dilemiş değil.
Fakat
Atatürkçüler, Fatih’in vakfiyesinin ve lanetinin gündeme gelmesinden rahatsız
oluyorlar.
Söz
konusu laneti çok önemsiyorlarsa, “Atatürk niye bu vakfiyeyi çiğnemiş ki?”
diyerek, tanrılaştırdıkları şahsı sorgulamalıdırlar.
Fakat
sorgulamıyorlar.. Nedeni, adamı putlaştırmış olmaları
Hadi
diyelim ki “O günkü uluslararası konjonktür böyle gerektirdi, Atatürk bunu
istemeden yaptı, mecburdu” diye mazeret ürettiniz, peki dinle diyanetle
(dindarlıkla) alay etmesi de böyle bir “mecburiyet”ten mi kaynaklanıyordu?
*
Putlaştırmadan
söz ettik.
Kadir
Mısıroğlu’nun aktardığı bir
anekdot bunun örneklerinden birini oluşturuyor.
Selanikli
"zampara diktatör" Atatürk tutup bir hafızı çağırtarak Kur’an okutmuş,
bu arada ayetlerle alay etmiş, ardından da Yunus Nadi denilen aşağılık yalakası
ayağa kalkıp şunu demiş:
“- Gazi Hazretleri! Bu
millete tanrı olarak sen yetersin. Başka tanrı gerekmez!”
Kendisine
böyle hitap edilen bir adam, haddini ve hakkını bilen biri olsa, böylesi bir
şerefsiz yalakanın yüzüne tükürür ve huzurundan kovar.
Selanikli
zampara densiz ise bu şerefsiz dalkavuğu değil, Kur’an okuyan
hafızı huzurundan kovmuş.
Peki,
o sırada orada bulunan diğer zevat (ya da zerzevat) nasıl bir tepki vermişler
dersiniz?
Canları
sıkılıp surat mı asmışlar, bu çirkin manzara karşısında sohranıp homurdanmışlar mı, ne yapmışlar?
Hayır, bu
saray soytarıları kumpanyası bravo ve alkış sesleriyle
kadehlerini kaldırıp “Gazi Hazretleri şerefine!” sayhalarıyla
rakılarını yudumlamışlar.
Mısıroğlu’nun Şişli Camii imamlığı yapmış
olan Hafız Cevdet Soydanses'ten aktardığı anekdot şöyle:
Ben Balıkesir’de askerlik yapıyordum.
Bir akşam gece yarısına yakın yatakhanemize bir çavuş gelerek:
- Aranızda hafız var mı?’ diye sordu.
- Ben hafızım, dedim.
- Benimle geliyorsun, dedi.
Giyinip, yatakhaneden çıktım. Ben hasta,
ölmek üzere olan biri var da Kur’an okunacak
sanıyordum. Birlikte merkez binaya gittik. Kapının önünde çavuş, kapıyı tıklattıktan
sonra içeriden:
- Gel! denilmesi üzerine kapıyı açtı.
Selam ve resmi ta’zim ifasından sonra:
- Hafızı getirdim, dedi.
- Sen çık, o gelsin, dediler.
Çavuş çıktı, ben içeri girdim. Askerce
selam verdikten sonra hazırol vaziyetinde bekledim. Karşımda bir güruh vardı.
Önlerinde rakı kadehleriyle yemek yiyip, çerez atıştırıyorlardı. Tavanda
mutantan bir avize, gözleri kamaştırmaktaydı. Birçok masa birleştirilerek tek
bir masa haline getirilmişti. Masanın başında gazetelerden tanıdığım M. Kemal,
etrafında ise sivil ve asker birçok kimse yemek yiyip, içki
içiyorlardı.
M. Kemal Paşa bana hitaben:
- Sen hafız mısın?’ diye sordu.
- Evet’ cevabını vermem üzerine:
- Peki, bize Kur’an’dan bir şey oku, dedi.
- Ne okuyayım? diye sordum.
- Sure-i Rahman'ı oku, dedi.
Bu emir üzerine ben hemen yere çömeldim,
cebimden takkemi çıkararak başıma koydum. O, bu hareketimi görünce:
- Bakın, bakın! Nasıl bir ta’zim vaziyeti
alıyor!’ diye söylendi.
Ben duymamazlıktan gelerek
Euzubesmele’yi çektikten sonra Sure-i Rahman'ı okumaya başladım. Biraz sonra
‘Febieyyi âlâai rabbikümâ tükezzibân’ yani ‘Şimdi rabbinizin hangi nimetini
tekzib eder, yalan dersiniz?!’ mealindeki ayete geldikçe bana elindeki kadehi
sallayarak:
- Hangi nimetini tekzip ettik. Kuru
fasülyesini mi, yeşil pırasasını mı?!’ gibi laflar atmaya başladı.
Malumunuz bu ayet orada çok tekerrür
(tekrar) eder. Her defasında benzer istihzalar savurdu (inceden alay
etti) ve nihayet:
- Yeter, yeter artık! Hadi defol!’
dedi.
Ben ayağa kalkıp çıkmak üzereyken
masadaki şişman birisinin yüksek sesle:
- Gazi Hazretleri! Bu
millete Tanrı olarak sen yetersin. Başka Tanrı gerekmez!’ demesi
üzerine umumi bir bravo ve alkış sesiyle kadehler havaya
kalktı ve:
- Gazi Hazretleri şerefine! sayhalarıyla
rakıyı yudumlarlarken ben sür’atle kaçıp, oradan uzaklaştım.
Ertesi gün bu şişman herzegûnun kim
olduğunu merak ettiğimden mahalli gazeteyi aldım. Orada bu sofranın resmi vardı
ve masadakilerin de ismi yazılıydı. Bu mel’unun Yunus Nadi olduğunu
oradan öğrendim.
(Kadir Mısıroğlu, Benden Tarihe Haberler, İstanbul: Sebil Y., 2016, s. 406-8.)
Bahsi
geçen hafız, imam hatiplerin
kurucusu Celaleddin Ökten hocanın kayınbiraderi, Prof. Dr. Sadettin Ökten‘in ise dayısıdır.
*
Bunu
yapan adam, ipleri eline alıncaya kadar millete mavi boyncuk dağıtmış, nabza
göre şerbet vermiş bir takiyye ustası.
Baştan
itibaren Osmanlı Devleti'ne, İslam'a, Padişah Vahideddin'e sadakatle bağlı
olduğuna dair yemin edip durmuş biri.
Adamın
durumu, Bakara Suresi'nin 204 ve 205'inci ayetlerine uyuyor:
"Ve insanlardan öylesi vardır ki, dünya hayâtına dâir
sözleri hoşuna gider. Kalbinde olana da Allah'ı şâhit tutar; hâlbuki o,
düşmanların en şiddetlisidir.
"Ayrılınca da, yeryüzünde fesat çıkarmak, harsı
(mahsulü) ve nesli helâk etmek için çalışır. Hâlbuki Allah, fesâdı sevmez."
*
Selanikli'nin
takiyyesinin örneklerinden birini Celal Bayar da anlatıyor.
Onun
aktardığına göre, tutmuş TBMM kürsüsünde millete “Hz. Peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) devrinin tekrar yaşanacağı” müjdesini vermiş.
Az yalancı değil.. İki yüzlülüğün mücessem timsali.. Deccal sıfatını hak etmek için elinden geleni yapmış.. (Arapça bir kelime olan deccal, “çok yalancı, fazla yalancı” anlamına geliyor.)
Çünkü
aynı adam, yaklaşık üç yıl önce, Erzurum Kongresi’nin tam da bittiği sırada bir
gece hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e, “zafer”den sonra “kılık
kıyafet devrimi/devirmesi” yapıp tesettürü (İslamî örtünmeyi) kaldıracağını,
millete zorla Frenk şapkası giydireceğini, Kur’an harflerini
atıp yerine Latin harflerini getireceğini müjdelemiş.
Tesettürün
kaldırılması ne demek?.. Şu demek: Bin 400 yıl önce oluşturulmuş medenîliğe son
verip insanları sonu ilkçağ müstehcenliğine varacak şekilde çıplaklığa
yöneltmek..
Bin
400 yıllık medenîliğe savaş açıp 7 bin 400 yıllık Afrika çıplaklığına dönüşü
savunmak..
Gelişme,
ilerleme diye yutturmaya çalıştığı Latin alfabesi ise köken olarak Milat’tan
önce (sonra bile değil) 7’nci yüzyıla dayanıyor.
Şapkaya
gelelim.. Sanki şapkada bir keramet var..
Allahu
Teala’nın emrettiği tesettürü kaldırmayı hedef olarak benimsiyor, kendisi gâvur
şapkasının giyilmesini emretmeyi planlıyor.
Bu
yaptığı, resmen millete tanrılık taslamak.. Adam resmen, tanrılık taslayan bir
tağut..
*
Evet,
Celal Bayar’ın aktardığına göre, bu zampara deccal, TBMM’de, kanun
tasarılarının önce “Şeriat’e uygunluk” bakımından incelenmesi teklifini savunan
bir konuşma yapıyor.
Sonra
da, bunun için alimlerden oluşan üç kişilik bir komisyon kurulmasını sağlıyor.
Sonra?
Sonrası, İslam’a göre, münafıklık ve riyakârlık..
Ahlâkçılığa göre ise yalancılık, hilekârlık ve aldatma..
Anti-FETÖ’cülüğe göre de takiyye ve gizli ajanda..
Fakat
“ilericiliğe” göre taktik beceri, Kemalizm’e göre stratejik deha,
istihbaratçılığa göre de algı operasyonu ustalığı ve manipülasyon mahareti..
*
Bayar’ın
sözlerini aktaran kişi, İsmet Bozdağ..
Sayfanın
başına 9.11.1969 tarihini düşmüş.
Altında
da “Celal Bayar’dan dinlenmiştir” notu yer alıyor.
Okuyalım:
Büyük
Taarruza yaklaşılmakta olduğu günlerde Meclis dalgalıydı. Mustafa Kemal
Paşa’dan kuşku duyan bazı milletvekilleri bir taraftan elinde bulundurduğu
geniş salahiyetleri kısıtlamaya çalışıyor, bir taraftan şeriatı bütün işlerde hâkim kılmaya çalışıyordu.
Kabinede, Şeriye Vekâleti [Şeriat Bakanlığı] vardı.
Bazı sarıklı Konya ve Eskişehir mebusları birleşerek bütün kanunların Şeriye Komisyonu‘ndan geçtikten sonra kanunlaşması için
Meclis’e bir takrir vermişlerdi.
Meclis’in ilerici kanadı, o gece Çankaya’da toplandı.
Hayli kalabalıktık. Fakat buna rağmen, böyle bir konuda Meclis’in oy çoğunluğunu elimizde tutamıyorduk.
O gece
Mustafa Kemal Paşa konuşmadı,
daha çok bizi dinledi. Biz ne olursa olsun kanaatlerimizi Meclis’te savunmaya
ve takririn aleyhinde konuşmaya kararlıydık. Atatürk de bizi hem haklı buluyor,
hem fikirleriyle destekliyordu.
Sabaha
karşı Çankaya’dan Ankara’ya inerken, Hamdullah Suphi ile Meclis’te birlikte
çalışmaya karar verdik.
Meclis
toplandı, takrir okundu. Eskişehir Mebusu ve Şeriye Vekili [Şeriat Bakanı] Abdullah
Azmi Efendi, uzun bir konuşma yaptı. Devr-i saadetten
[Hz. Peygamber s.a.s. döneminden], Hazreti Ömer adaletinden, şeriatın bütün ahkâmı [hükümleri, yasaları] ihtiva
ettiğinden bahsetti ve bütün kanunların mecliste müzakere
edilmeden Şeriye Komisyonu’nda şeriat bakımından incelenmesini istedi.
Bizim
gibi ilerici bir mebus bilinen Edirne Milletvekili Şeref
Bey söz aldı. Biz kendisinden Abdullah Azmi Efendi’ye cevap vermesini
beklerken, Abdullah Azmi Efendi’yi aynı hararetle desteklemez mi!.. Şaştık
kaldık.
Hamdullah
Suphi dayanamadı ve oturduğu yerden laf attı. Arkadaşı Şeref bey kürsüden
kendisine cevap verdi: “Kabahat bende mi?.. Yanlış bellemişsin! Ben her şeyden önce Müslüman’ım.”
Hele
bu son sözler, Meclis’i iyice coşturdu. Son
ümidimiz Mustafa Kemal Paşa idi. Söz aldı ve konuşmaya başladı.
Fakat
şaşılacak şey!.
Şeref
Bey nasıl bizim için bir sürpriz olmuşsa, Mustafa Kemal Paşa daha da
büyük bir sürpriz oldu. Çünkü takriri destekliyor, İslamiyet’in
kudsiyetinden, devr-i saadet günlerini tekrar
yaşayacağımızdan bahsediyordu. Biz İlericiler, perişan olmuştuk. Son güvendiğimiz insan
Meclis’te son ve en büyük kozumuz olan Mustafa Kemal Paşa, kuvvet karşısında bizi terk ediyor ve gericilere yanaşıyordu.
Atatürk
takririn kabul olunmasını tavsiye ettikten sonra, bu maksatla bir komisyon kurulmasını ve en yetkili
ulemanın kuracağı bu komisyonun hemen çalışmaya başlayarak uygulamayı
hazırlamasını istedi.
Oylar
toplandı, takrir kabul ve komisyon teşkil olundu. Takririn en hızlı
taraftarları, komisyon üyesi seçilmişti. Atatürk’ün teklifi ile Komisyon üç
kişilik seçildi.
İlerici
grup perişan olmuş, bütün ümitlerini
kaybetme noktasına gelmişti. Artık biz de Çankaya’ya gitmiyor, Atatürk’le
karşılaşmak istemiyorduk. Çünkü bizi sattığına hükmediyorduk.
Atatürk, taktisyen gücünü bundan sonra gösterdi. Komisyonun çalışması için, üç kişinin bir araya gelmesi
gerekliydi. Konya’daki kolorduya bir şifre göndererek, kendisine, [kolordu komutanlığı tarafından] “Ordu’da dinî
akidelerin gevşemekte olduğuna dair bir telgraf çekilmesini” istedi.
Telgraf
gelir gelmez, Komisyon başkanını davet etti ve alınan kararın ne kadar isabetli
olduğunu, Yeşil Ordu çalışmaları ile dini duyguların sarsılmış olduğunu ve
Ordu’da ciddi çalışmalar gerektiğini anlatarak Komisyon Başkanı’ndan hemen Konya’ya hareket etmesini ve Ordu’yu irşat buyurmasını rica
etti.
Hoca
büyük bir memnuniyet içinde, cübbesini savurarak Konya’nın yolunu tuttu. Tabii komisyon çalışamıyordu. Konya’ya
gönderdiği komisyon üyesinin dönmesine yakın, [bu defa] Batı Cephesi kumandanı
İsmet Paşa’ya bir şifre göndererek [aynı minvalde] bir telgraf çekmesini
istedi. O telgraf da gelince komisyonun ikinci üyesini Batı Cephesi’ne
gönderdi.
(İsmet
Bozdağ, Celal Bayar Anlatıyor: Bilinmeyen Atatürk,
5. b., İstanbul: Truva, 2009, s. 75-8.)
*
FETÖ
olayına Atatürkçülük açısından bakıldığında, Fetullah’a ve bilumum FETÖ’cülere
haksızlık yapıldığını söylemek gerekir.
Çünkü
onlar, Atatürk’ün izinde olma bakımından Türkiye’deki bütün
Kemalistlerden/Atatürkçülerden daha iyi durumdalar.
Takiyye,
gizli gündem ve siyasal dolandırıcılık alanlarında her ne kadar Selanikli
Mustafa Atatürk’e yetişemeseler de, onun çalışma tarzını ve yöntemini benimseme
bakımından herkesten daha iyi durumdalar.
Selanikli
zampara diktatörün Erzurum Kongresi’yle başlayan “Milli Mücadele süreci”nde
izlediği stratejiye göre hareket ediyorlardı.
Bu
strateji, bir sacayağı üzerine kurulu.. Yani üç ayaklı bir strateji söz konusu.
Bir
ayak “yalan”, diğer ayak “takiyye”, son ayak da “gizli gündem”den ibaret.
Ancak,
şunu belirtmemiz gerekiyor: Bu stratejiyi hayata geçirme ustalığı ve becerisi
bakımından FETÖ, Selanikli zamparanın yarısı bile kabul edilemez.. Hatta
çeyreği bile değildir.. FETÖ, Selanikli zamparanın ancak onda biri eder.
Nitekim FETÖ’nün bir üfürüklük canının olduğu görüldü.. Selanikli "zampara deccal"in takiyyesinin ceremesini ise bu millet hâlâ çekiyor..
Allahu Teala’ya meydan
okumaya kalkışan rezil ve kepaze Kemalist putçuluğun esaretinden hâlâ
kurtulabilmiş değiliz.
*
FETÖ
nasıl CIA ile iş tutmuş idiyse. Selanikli zampara da İngiliz gizli servisiyle anlaşmış
durumdaydı.
İstanbul’da
İngiliz gizli servisinin Türkiye şefi Robert Frew ile gizlice başbaşa yalnız
olarak defalarca boşuna görüşmedi.
Selanikli, İngiliz
Büyükelçiliği’nin rahibi gibi görünerek kendisini kamufle eden Frew ile
herhalde dinler arası diyalog sohbetleri yapmıyordu.
Olan
şuydu: Selanikli zampara ile ajan Frew, patenti dönemin İngiliz Dışişleri
Bakanı Lord Curzon’a ait olan bir “paralel devlet” projesi üzerinde
anlaşmışlardı.
İngiliz vizesiyle Samsun’a çıkan Selanikli’nin asıl hedefi “paralel devlet” kurmaktı.
Nitekim, Samsun’a çıktıktan iki buçuk ay sonra bu “derin sırr”ını
hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit’e
açıklayıp, “zafer”den sonra Osmanlı Devleti için cenaze merasimi
düzenleneceğini, Osmanlı hanedanının ocağına incir dikileceğini, cumhuriyet
ilan edileceğini (yani kendisinin cumhurbaşkanı sıfatıyla diktatör olacağını)
ve Curzon ilke ve inkılaplarını hayata geçireceğini haber
vermiş durumdaydı.
Niyeti
buydu fakat milleti uyutmak için söylediği ninni “hilafet ve saltanatın, Osmanlı Devleti'nin bekası”
için cansiperane cihat etmekten bahsediyordu.
Adam
has halis gerçek bir deccal olduğu için milleti inandırmayı ve ayakta uyutmayı
başardı.
*
Buna
karşılık, onun izinden giden FETÖ, beceriksizliği yüzünden (“dünyanın ağalığı”
unvanını İngiltere’nin elinden almış bulunan ABD’nin hoşuna gidecek türden)
“paralel”lik işini yüzüne gözüne bulaştırdı.
Yani
FETÖ, takiyye, gizli gündem, siyasal dolandırıcılık ve yalan sınavından geçer
not almayı (en azından Selanikli zampara kadar yüksek not almayı) başaramadı.
Bu
aynı zamanda, CIA’in alavere dalavere işinde İngiliz gizli servisi, ABD’nin de manipülasyon sanatında bir zamanların “üzerinde
Güneş batmayan” imparatorluğu İngiltere kadar becerikli olmaması anlamına da
geliyor olabilir.
Öyle
anlaşılıyor ki ABD, adamı Fetullah’a, İngilizler’in piyonları Selanikli
zamparaya verdiği destek kadar destek vermediler ya da beceri ve kapasiteleri buna
kâfi gelmedi.
Oysa
İngilizler, Selanikli’nin başarılı olması yönünde karar aldıklarında
müttefikleri Fransızlar ile İtalyanlar’ı bile bu projelerine destek vermek mecburiyetinde bırakmışlardı.
Nitekim bu gerçeği Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet İnönü, anlı şanlı İsmet Paşa, 1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde, son derece veciz ve özlü bir şekilde, “kör gözüne parmağım” açıklığında dile getirmişti:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
*
İnsanların, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki
işgal yıllarının hayhuyu içinde, cemaziyelevvelini ve içyüzünü bilmedikleri
Selanikli Mustafa Atatürk hakkında hüsnüzanda bulunup ona aldanmış olmaları
doğal karşılanabilir. Firaset ve basiret herkese nasip olan bir nimet değil.
Bazıları, onun kendilerini aldattığını süreç içinde fark
ettiler ve karşı koymaya çalıştılar. Fakat, atı alan artık Üsküdar’ı geçmişti, ona cephe alanlar bedel
ödemek zorunda kaldılar.
Bazıları da kendilerini, Selanikli zamparanın
her yaptığına bir mazeret kulpu icat etmeye adadılar.
Merhum Necip Fazıl, Büyük Doğu
Dergisi’nin 22 Aralık
1950 tarihli 40’ıncı sayısında, Selanikli
zamparayı konu edinen “Allahsız” başlıklı yazısında
bunların durumunu şöyle anlatıyor (Bkz. http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/9999-allahsyz/):
“Güya münevver
geçinen, fakat ayağını nereye bastığı ve yüzünü ne tarafa çevirdiği belli
olmıyan, kokmaz, bulaşmaz bir zümre vardır ki, Birinci Cumhur Reisi hakkında şöyle düşünür: «Onun İslâmiyete hiçbir zararı olmamıştır! Belki de, kaba taassubu yok etmek bakımından dine faydası dokunmuştur! Ne imana, ne
ibadete, ne de herhangi bir dini esasa el sürmüş değildir!» Böyleleri,
benzerleri ve benzerlerinin benzerleri arasında, Birinci Cumhur Reisini rahmetle ananlar, ona Mevlit okutturanlar bile vardır.”
*
Mektubat-ı
Rabbanî’de şöyle bir
ifade var:
Şunda da, hiç şüphe yok ki: Sultanların (devlet başkanlarının) ahlâkı ve vaziyetleri, bütün
insanlara saridir (bulaşır). Yani:
Üstte anlatılan sevgi bağı vasıtası ile.. Amma, kendilerine gelen ihsanların
derecelerine göre..
Bu mana icabı olarak, şöyle buyurulmuştur:
«İnsanlar,
meliklerinin (hükümdarlarının) dini üzeredir.»
Bu ifade, Araplar’ın
atasözlerinden biri: “En-nâsü alâ dîn-i mülûkihim.” (Arapça’da din kelimesi sözlük anlamı
itibariyle yasal düzenlemeleri, örf, adet, gelenek ve görenekleri de kapsar.
Bkz. TDV
İslâm Ansiklopedisi, “Din” maddesi.)
Türk insanına
da Selanikli’nin takiyyesi, gizli gündemciliği, siyasal dolandırıcılığı,
yalancılığı, dönekliği, hainliği, dinsizliği ve namussuzluğu bulaşmış durumda.
Kaypak ve omurgasız bir millet haline geldik..
Sağımız solumuz, yönümüz kıblemiz, fikrimiz zikrimiz belli değil..
Kimsenin yarın karşımıza nasıl bir adam olarak çıkacağı kestirilemiyor.
Herkesten her yamukluğu bekler durumdayız.
Hadiseler
karşısında eğilip bükülmeyen, kıvrak ve kaypak davranmayan ender-i nadirattan birini gördüğümüzde
şaşırıyor, “Böyleleri de kaldı mı ki?” diye hayret ediyoruz.
En dinsiz adam
yeri geliyor dindarlık taslayabiliyor. Yıllarca Turan Dursun gibilere
yazdırarak İslam’a çamur atan Doğu
Perinçek bunun tipik bir örneği.
Buna karşılık,
milletin en sağlam dindar kabul ettiği tarikatçı tipler, dinsizliği sabit olan
Selanikli zampara diktatör için “Ata”
filan diyerek olumlu ifadeler kullanabiliyorlar.
Dış politikamız
da, iç politikamız da “şahsiyetsiz”
hale gelmiş durumda.
Huyumuz,
ahlâkımız, karakterimiz nasıl düzelir bilmiyorum, fakat şurası kesin ki, artık “olduğu
gibi görünen, göründüğü gibi olan” mert ve dürüst, “sözü senet olan” insanlar olmak için çaba göstermeye, yeni
kuşakları buna göre eğitmeye ihtiyacımız var.