Mehmet Hasan Bulut’un “İngiliz
Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert” adlı kitabı (4. b.,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2018) “yeni Türkiye”nin doğuşu kadar
“eski Türkiye”nin (Osmanlı Devleti’nin) çöküşünü de anlatıyor.
Hatta yenisinin doğuşundan çok,
eskisinin çöküşünü..
İngiliz devletinin ve istihbaratının /
gizli servisinin Tapınakçı (ve de mason) kökenlerini anlatarak mevzuya giren
kitap, daha sonra casus Aubrey Herbert’in hayat hikâyesini ayrıntılı
biçimde anlatmaya başlıyor.
Böylece kitap, adeta bir casusluk
romanı gibi akıcı ve ilginç hale geliyor.
Aubrey’in casusluk faaliyetleri
sırasında Arap Yarımadası’nın neredeyse altını üstüne getirdiğini, Beyrut’tan
Irak ve Kuveyt’e, Cidde’den Maskat’a, Yemen’den Hindistan’a kadar her yeri
bazen yalnız bazen de bir başka casusla birlikte dolaşıp bilgi topladığını
görüyoruz.
Daha sonra da Balkanlar’a el atıyor,
Girit’ten Selanik’e, Arnavutluk’tan Bosna’ya kadar heryeri dolaşıyor.. Gittiği
her yeri karıştırmayı ihmal etmeden.
Kitap, Aubrey’in maceralarına muvazi
olarak Osmanlı iç siyasetindeki gelişmeleri de anlatıyor.. Jön Türkler ile İttihat
ve Terakki’nin dış güçlerle ve masonlarla olan bağlantıları, Sultan
Abdülhamid’in tasfiyesi sırasında çevrilen dolaplar ayrıntılı biçimde ele
alınıyor.
*
Aubrey’in maceralarını okurken,
Selanikli Mustafa Atatürk’ün “kanka”sı Rahip Robert Frew ile
de karşılaşıyoruz:
“Bu arada
Aubrey, Haşhaşîlerin son imâmının (liderinin) soyundan gelen Ağa
Han’ın adamı Seyyid Emir Ali tarafından kurulan İngiliz
Hilâl-i Ahmer, yani Kızılay Cemiyetine girdi. Cemiyet,
Türk-İtalyan savaşı bitmeden evvel Trablusgarp’a da bir heyet göndermişti
ve Cemiyetin İstanbul komitesinin başında Rahip Robert Frew vardı.”
(s. 230)
Ağa Han bir özel isim değil; sultan,
padişah, şah, çar vs. gibi bir unvan.. Kitapta şöyle bir pasaj var:
“Tapınakçılar,
Avrupa’da Rothschild ailesi başta olmak üzere,
Amerika’da Rockefeller, Hindistan’da Haşhaşîlerin lideri Ağa
Han gibi her memlekette kendileri için çalışan ailelerle dünya
üzerinde kendi ağlarını ördüler. Bu aileler üzerinden o memleketlerde siyâsî,
sosyal ve mâlî operasyonlar yürütmeye başladılar. Hükümetlerin kilit
noktalarına kendi adamlarını yerleştirdiler. Böylece hükümeti, hükümet
üzerinden meclisi, meclis üzerinden de halkı kontrol edebiliyorlardı.
Ellerindeki masonik network ve medya gücü de bu kontrole
yardımcı oluyordu. Tepesinde oturdukları devleti, kendi banka ve şirketlerine
borçlandırıyor; devletin borcunu da vergileriyle yerli halk ödüyordu. Dünya
üzerinde kendilerine borçlu olmayan devlet yok gibiydi. Bu da onlara, kontrol
ettikleri devletleri birbirleriyle savaştırma veya danışıklı dövüş yaptırarak
bir başka memleketi daha ele geçirme şansı veriyordu.” (s. 61)
Ağa Han’ın adamı Seyyid Emir Ali’ye
gelince.. Kitapta onunla ilgili olarak şu ifadeleri buluyoruz:
“Seyyid Emir Ali
(1849-1928): Hindistan’da doğdu. Burslu olarak İngiltere’de hukuk okudu.
Kalküta’ya döndü. 1877’de müslümanları modernize etmek için Merkezî
Millî Muhammedi Cemiyetini kurdu. 1890’da Kalküta Yüksek Mahkemesinde hâkim
oldu. 1904’te emekli olup İngiltere’ye döndü. 1908’de Tüm Hindistan
Müslüman Birliği’nin Londra şubesini kurdu. … 1912’nin
sonunda Aubrey Herbert’ın kurduğu Arnavut Komitesine katıldı. Aynı
yıl İngiliz Hilâl-i Ahmer Cemiyetini kurdu. Reisliğini yaptığı
Cemiyetin mensupları arasında Ağa Han, Aubrey Herbert ve Cemaleddin
Afgani’nin istihbaratçı dostu Edward Granville Browne de vardı.
1913’te Londra’da kurulan ve yine Aubrey Herbert’ın da mensubu olduğu
İngiliz-Osmanh Cemiyetine girdi. … 2 Eylül 1923’te İslâm Cemiyeti adına ve
5 Aralık 1923’te Ağa Han ile birlikte Başvekili İsmet Paşaya hilâfetin
korunması için iki mektup yazdı. Mustafa Kemal bu
mektupları bahane ederek hilâfeti kaldırdı.” (s. 230)
“… zamanı geldiğinde,
Ağa Han ve Seyyid Emir Ali’yi İngiliz casusluğu ile suçlayarak hilâfeti
kaldıracaktı.” (s. 418)
İngiliz oyunu iyi
kuruyor.. Takiyye virtüözü Selanikli Mustafa Atatürk de, Ağa Han soytarısı da,
Seyyid Emir Ali şaklabanı da kendi adamları..
Herkes senaryodaki rolünü
güzelce oynuyor, sahnede kavga gürültü, kuliste ise can ciğer kuzu
sarması formatında performans kutlaması, tebrikler, gülücükler..
Evet, adamlar mektup yazarak, “gizli
gündem” şampiyonu yalancı Selanikli Atatürk’e, “Bakın, görüyor musunuz,
İngilizler hilafetin devamını istiyorlar, onlara inat kaldırmalıyız” deme
fırsatı veriyorlar.
Selanikli de, taa Hindistan, Pakistan ve
Afganistan’dan hilafet korunsun diye para toplayıp gönderen samimi Müslümanlara
verilen sözleri unutuyor, onların paralarının üzerine yatıyor, İngiliz uşağı
iki sahtekârı bahane ederek hilafet kurumunu itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
İngiliz oyunu iyi kuruyor.
*
Peki bu Rahip Frew neyin
nesi, kimin fes’i?
Kitapta şu satırları görüyoruz:
“Rahip Frew, 1857’de
İskoçya’da doğmuştu. 1882’de Glasgow Üniversitesinden mezûn olmuş ve Kanada’da
teoloji tahsilini tamamlamıştı. Misyoner olarak İstanbul’a gelmiş
ve 1901’de Pera’da Milletlerarası Protestan Kilise Cemâatinin ve
1907’de İskoç Presbiteryen Kilisesinin başına geçmişti. Bu vazifeleri
yürütürken Amerikan sefareti ve Yahudi cemâatleri ile yakın
münasebetler kurmuştu. Robert Kolejinde ve Amerikan
Kız Kolejinde Hâlide Edib ile beraber dersler veriyordu. Frew,
Amerikalı işadamı Charles R. Crane’i de yakından tanıyordu. Bu sayede, 1911’de
İstanbul’a gelen İngiliz kadın casus Edith Durham ile dost
olmuşlardı. Balkan Harbi esnasında, Amerikan sefâreti (büyükelçiliği) ile
beraber hem Amerikan Kızıl Haçı bayrağı altında hem de İngiliz Hilâl-i
Ahmer Cemiyeti vasıtasıyla Balkanlardan
İstanbul’a göçenlere insanî yardımda bulunuyordu. …
“Însânî yardımlar
vasıtasıyla asıl faaliyetlerini gizlemek, Tapınakçıların tâkip
ettiği siyâsetlerden sadece biriydi. Bir diğeri de, farklı grupları
veya milletleri temsil eden partiler, komiteler, cemiyetler kurarak onlar adına
hareket etmekti. Bunun için o grup veya millete yakın olan
kendilerinden birine ya da o grubun veya milletin içinden itimâd
edebilecekleri insanlara partiler, cemiyetler vs. kurduruyorlardı. Bu
seçilen insanlar, ilk başta o cemaatin/milletin itimâdını kazanarak onları temsil
etmeye başlıyor, fakat daha sonra Tapınakçılarla masaya oturduklarında onların
şartlarını kabul ediyorlardı. O cemaat/millet de bu insanları hakikaten
kendileri için mücadele ettiklerini sandığı için bu anlaşmaya ses
çıkaramıyor ve sineye çekiyordu. Hatta çoğu zaman bu bile olmuyordu. Bu
kişiler, halktan çok farklı düşündükleri ve halk onları desteklemediği
halde, sırf Tapınakçılar onları muhatap aldığı ve medya gücüyle ve mâlî
olarak desteklediği için halka rağmen onların adına hareket
edebiliyorlardı.” (s. 230-232)
Bu anlatılanlar, “Yeni
Türkiye” için de geçerli..
Meseleyi anlamak için
öncelikle, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı
Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet İnönü’nün, 1973 yılında,
cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde yaptığı
açıklamaya kulak vermemiz gerekiyor:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de [Fransa ve İtalya] bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
İngilizler’in “yeni Türkiye”
kararını kabul etmek zorunda kalan Fransızlar, Osmanlı Devleti ile barış
antlaşması görüşmeleri şeklen sürdürülürken ve Ankara Hükümeti’nin akıbeti
henüz belirsizken (Ki ertesi yıl Yunan karşısında Kütahya-Eskişehir Savaşı’nda
ağır bir mağlubiyet alınacak ve Yunan ordusunun Polatlı’ya kadar gelmesi
yüzünden Selanikli kahraman Atatürk Kayseri’ye kaçma planları yapacaktı) 21
Ekim 1921’de TBMM ile Ankara Antlaşması’nı yapmışlar ve böylece Misak-ı
Milli sınırları içindeki Halep ile havalisini “iç etmişlerdi”.
Misak-ı Milli’den verilen tavizler Lozan’la
da devam etti, Musul, Kerkük, Batum, Ege adaları ve Batı Trakya “vatan toprağı”
olmaktan çıkarıldı.
*
Kitapta Frew hakkında şunlar da
söyleniyor:
“Mustafa Kemal,
[1918 yılında İstanbul’da] otelde (Pera Palas) kalırken birkaç defa da,
Aubrey’in mensubu olduğu İngiliz Hilâl-i Ahmer Cemiyetinin İstanbul Komitesinin
reisi Rahip Robert Frew ile görüştü. Frew’un Amerikalılarla
irtibatı devam ediyordu. Cihan Harbinin başlamasına bir ay kala, Amerikan Kız
Kolejine Rockefeller tarafından yaptırılan yeni binaların
açılışında Amerika’nın Yahudi sefiri Morgenthau, Hahambaşı Haim Nahum,
Hâlide Edib ve Frew bir konuşma yapmışlardı. Amerikalı işadamı Charles
R. Crane açılışa katılamadığı için tebrik telgrafı göndermişti. Yeni
binadaki ilk dersi de Frew vermişti. Cihan Harbi başlayınca Frew,
İstanbul’da faaliyetlerine devam etmişti. … Geçen zaman zarfında İngiliz
Hilâl-i Ahmer Cemiyetinde beraber çalıştığı Damad Ferid’in yakın dostlarından
olmuştu. Türkiye’nin, İngiltere ile, Enver gibi İttihâtçılar yüzünden bozulan
münasebetlerini tekrar düzeltmek isteyen Damad Ferid, İngiltere Başvekili
(Başbakanı) Lloyd George ile arasının iyi olduğunu bildiği için
Rahip Frew’un her dediğine inanıyordu. Frew da Ferid’in ve
eşinin vasıtasıyla Sultan Vahideddin’e telkinlerde bulunabiliyordu, yani
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi için Frew kritik bir isimdi.” (s.
347)
Selanikli zampara Atatürk’ün Anadolu
vizesi alıp Samsun’a gitmesi için gereken desteği veren Frew, o Anadolu’da
(Karabekir sayesinde) konumunu sağlamlaştırdıktan sonra bu defa güya
Selanikli’ye cephe alacaktı:
“Mustafa Kemal’in
Pera’da görüştüğü ve İngiltere Hükümetinin reisi Lloyd George ile
yakın bağlantıları olan Rahip Frew, Damad Ferid’e İngilizlerin
artık Mustafa Kemal’e karşı olduğunu söylüyor ve ona karşı
cephe alması için Sadrazam Ferid’i kışkırtıyordu. Buna inanan Damad
Ferid, Anadolu’da kendi hükümetlerini kuran Milliyetçiler üzerine asker
göndermek istedi ama İngilizler bunu kabul etmedi. Hatta [Erzurum
Kongresi’nde oluşturulan] Heyet-i Temsiliye’nin önünü açmak için
Anadolu’daki bütün birliklerini çektiler. İngilizlerin bu hareketine
darılan Damad Ferid istifa etti.” (s. 368)
Görüldüğü gibi, saftirik Damat Ferit,
oynanan oyunun farkında değil.
*
Farkında olmaması da normal, çünkü
İngilizler satranç oyununda o kadar ustalaşmışlar ve öyle
karmaşık oyun kuruyorlar ki, hangi hamleyi niçin yaptıklarını da, bir sonraki
hamlelerinin ne olacağını da kestirmek çok zor.
İngilizler’in sıradaki hamlesinin amacı,
Osmanlı padişahı ile hükümetini İngilizler’in kuklası hainler,
Selanikli zamparayı ise İngilizler’e kafa kutan kahraman olarak
göstermek.. Ona (“meşruiyet”ten hiç söz etmeden) millet nezdinde “meşruiyet”
kazandırmak..
Normalde Damat Ferit’in teklifi kabul
edilip Anadolu’ya asker gönderilecek olsa, o sıralarda (askerlikten istifa
etmiş olduğu için) emri altında resmen herhangi bir askerî birlik de bulunmayan
Selanikli’nin varlığını sürdürme şansı yok.. Sıfır şans..
Fakat bunu İngilizler kabul etmiyorlar..
Çünkü maksat bağcı dövmek değil, üzüm yemek.. Üzümlerin hamallığını da Osmanlı
hükümetine yaptırmak.
Ret cevabını alınca Damat Ferit’te şafak
atmış, jetonlar düşmüş olmalı.. Darılmak ve küsmekten başka yapabileceği birşey
yok.
*
Selanikli’nin akserlikten istifası da
oyunun bir başka boyutu.. Askerin komutanı değil de Heyet-i
Temsiliye icadının reisi olarak sahneye çıkıyor..
Çünkü, İngilizler’in kurulmasına “karar”
verdikleri “yeni Türkiye”nin önünün açılması için Selanikli zampiriğin Osmanlı
Devleti’nin memuru değil de “milletin temsilcisi” gibi görünmesi gerekiyor.
“Hakimiyet Osmanlı Devleti’nin değil,
kayıtsız şartsız benim” diyebilmek için önce “Hakimiyet bi-lâ kayd ü şart
milletindir” demesi, ardından da “Ben milleti temsil ediyorum, millet beni
temsilcisi olarak seçti” diyerek boy göstermesi gerekiyor.
Bir sonraki adım ise “Benim hakimiyetim,
milletin hakimiyetidir” masalı..
Gerçekte, gerek Erzurum ve Sivas
Kongrelerinde, gerekse TBMM’nin açılışında padişaha bağlılık
yemini etmemiş olsa millet onu sopalarla kovalardı.
*
Burada şu noktaya dikkat çekmek
gerekiyor:
Rahip Robert Frew’nun tek özelliği,
İngiltere Başbakanı’nın yakın dostu olması değil.. Asıl özelliği, İngiliz
gizli servisinin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi olması.
Öyle ki, Aubrey Herbert’ten daha kıdemli..
Zaten İstanbul’a Aubrey’den seneler
önce gelmiş durumda..
Hem Aubrey’in, hem de Selanikli
zampiriğin babası yaşında bir eski tüfek.. İlkinden 19, ikincisinden 20 yaş
büyük..
Frew’nun Selanikli yalancı ile olan
ilişkisi üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekiyor.
*
Selanikli
siyasal dolandırıcının TBMM’nin ilk kez toplandığı 23 Nisan 1920 tarihinden bir
gün sonra, yani 24 Nisan’da yaptığı açılış konuşmasında şu ifadeler
yer alıyor:
“Bu sıralarda, bütün belediye
başkanlarımıza İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği.) kurulduğu
ve her yerde derneğe katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği
konusunda Said Molla imzası ile bir telgraf geldi. Bu olayda
Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan
bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım.”
İşte
burada Vehbi’nin kerrakesi kendisini göstermeye başlıyor.
İngiliz
Muhipleri Cemiyeti’nin başkanı, Rahip Frew (Nutuk’ta
Fro/Fru diye geçer) idi.
Derneğin
başkanının Frew olduğunu kim söylüyor?
Bildiniz,
Selanikli zampara... Meşhur Nutuk'unda şöyle diyor:
“İstanbul’da önemli sayılabilecek
kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizlere dost
olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi
şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma
çaresini Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini
sağlamakta arayanlardır. (…) Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi
İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de
vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına
göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi.”
(https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ngiliz_Muhipleri_Cemiyeti; https://www.atam.gov.tr/nutuk/ingiliz-muhipleri-cemiyeti)
Bu
ifadelerden, Selanikli zamparanın İngilizler’in gerçek dostu ya
da dostları olarak dernek üyelerini değil de başkalarını
gördüğü anlaşılıyor.
Bu
cemiyeti, İngilizler’e dost olanlar kurmamış.. Öyle söylüyor.
Bu
kişiler İngilizler’in çıkarlarını değil de kendi
çıkarlarını düşünüyorlarmış. İngilizler’in emellerine ve planlarına
samimi bir şekilde hizmet etmeyi değil de kendi paçalarını kurtarmayı
hedefliyorlarmış..
Mustafa
Kemal’in dert edinip diline doladığı şey bu.. Adam İngilizler’in avukatı ve
çıkarlarının samimi bekçisi gibi konuşuyor.
*
Ayrıca,
Rahip Robert Frew‘dan “İngiliz milletinden bazı macera heveslileri” diye bahsederken de
vatandaşlarımızı tabiri caizse biraz odun yerine koymuş gibi oluyor.
Çünkü,
Rahip Frew, öyle macera heveslisi diye geçiştirilecek bir adam değil:
“… Din
adamları arasından pekâlâ yaman casusların da
çıkabileceğini, misyonerlerin Türkiye’deki faaliyetlerinden biliyoruz. Hele bir Rahip Frew vardır ki, hâlâ tartıştığımız
bir meselenin başlıca müsebbibidir. Intelligence
Service’in [İngiliz Gizli Servisi’nin] 1902-1924 yılları
arasında İstanbul şefi olarak görev yapan Dr.
Robert Frew’dan, nâm-ı diğer Reverend Frew’dan söz ediyorum.”
(https://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/rahip-brunson-reverend-frew-ve-haluk-7669)
Dahası
da var:
“Robert Frew, Millî Mücadele döneminde İngiliz İstihbaratı adına
çalışan, Mr. Ryan, General Didds, Albay Rawlinson, General Milne, Amiral Calthorpe ve Amiral Webb gibi
memurlar arasında en aktif görev alanlardandır.
Batı Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde bulunduğu
bilinmektedir. Mondros Mütarekesi‘nden sonra İngiliz
haber alma servisi ajanı olarak İstanbul’da bulundu.”
(https://tr.wikipedia.org/wiki/Robert_Frew)
Adam,
İngiliz istihbaratının İstanbul’daki şefi..
İstanbul’daki gözü kulağı, beyni..
Yani
resmen İngiliz devleti demek oluyor.
Selanikli
zampirik ise, ne yaptığını bilmez önemsiz bir macareperest olduğuna inanmamıza
yol açacak şekilde konuşuyor.
Neden?..
(Burası çok önemli: Neden?)
*
Falih
Rıfkı Atay, Selanikli zamparanın
ağzından şunları anlatıyor:
“Bir gün, Umumi Harpte İstanbul
otellerinden birinin [Pera Palas] müdürü iken tanıdığım
M…. [Martin] Şişli’deki evime geldi, Birçok
şeyden bahsettikten sonra, bana dedi ki:
“- Burada ecnebilerle temastayım. Size ne kadar ehemmiyet
verdiklerini de biliyorum. … [Bu nokta noktalar İngiltere] Sefaretinde
(Büyükelçiliğinde) Mösyö F… [Frew] sizinle görüşmek istediğini birkaç defa tekrar etti. İster misiniz sizi bizim evde buluşturayım.”
Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul
et, der gibi baktı:
“- Konuşalım, dedim, fakat eğer o
istiyorsa…”
Davet günü Madam M….’nin salonundayız.
Biraz sonra “- Mösyö F…. F” dediler, içeriye giren zat oturduğum kanepenin
soluna yerleşti. Fransızca görüşüyorduk:
“- Ben çoktan beri Türkiye’de yaşayan
bir ecnebiyim, diye söze başladı, Türklerin, daha doğrusu, İttihat ve
Terakki’nin idaresini bizzat gördüm. Ne fecidir efendim, bilirsiniz. Umumî
Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam,
medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder.”
“- Fakat, dedim, siz benimle görüşmek
istemişsiniz, bu hanım ve kocası delalet ettiler, sizinle konuşmam faydalı
olacağını söylediler, bana bunları söylemek için mi bu mülakatı aradınız?”
“- İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini
evvela tasdik etmelisiniz.”
“- Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili
değilim!”
Nutkuna devam etti. Canım sıkılmadı
değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım:
“- Evet, İttihat ve Terakki’nin
mümessili değilim, fakat müsaadenizle söylemeliyim ki İttihat ve Terakki
vatanperver bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman sonrasına kadar ben de bu
cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin bu tezyiflerinize
(aşağılamalarınıza) hak verecek bir mahiyet almamıştır. Çok kusurları ve
yanlışları olabilir. Ama vatanperverliği münakaşaların üstündedir.”
Bu zatın, bu mülakatı [ne] için
istediğini hâlâ anlamadım. Fakat bir küçük
hatırama ilave edeyim: Ankara’da bulunduğum sıralarda bir gün Antalya’ya
geldiğini ve Madam M….’in salonunda kendisinden “Gene
görüşelim!” vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar.
Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz. Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım
etti.
Benim kanaatim o idi ki, ve daima o oldu
ki dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve
kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar.
Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek
istemez.
(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul:
Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 131-3.)
Selanikli zampara, kurt istihbaratçı
Frew ile en az üç defa (başbaşa, yalnız) görüşmüş durumda:
“Perapalas otelinde bulunurken de, bu otelin müdürü
mösyö Martin delâletiyle, İngilizlerin – sonradan yaman bir Entelicens
[istihbarat, casusluk] Servis elemanı olduğu anlaşılan – papas Frov’la [Frew] iki üç defa görüştü. …”
(Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay,
İstanbul: Sinan Matbaası, 1965, s. 32.)
Görüldüğü
gibi, Falih Rıfkı’nın ismini bize vermek istemediği otel, Mustafa Kemal’in de kaldığı Pera Palas..
M….
diye kodladığı otel müdürü, Martin..
F…
ise, Frew..
Böylece,
sözü edilen sefaretin (büyükelçiliğin) hangi devletin sefareti olduğu da
kendiliğinden ortaya çıkıyor: İngiliz Büyükelçiliği..
Selanikli’nin
can ciğer kuzu sarması dostlarından yaveri Cevat Abbas da şunu söylüyor:
“Atatürk, İstanbul’da bulunduğu
ayların sonlarına doğru İtalya mümessili [temsilcisi] Kont
Sforzia ve Papaz Mister Frew ile de ayrı ayrı ve fasılalı tarihlerde görüşmüştü.”
(Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas
Gürer, Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl,
5. b., İstanbul: Gürer Yayıncılık, 2007, s. 214.)
*
İşin
açıkçası, takiyye virtüözü zampara Atatürk’ün görüşmede konuşulanlara dair
anlattığı hikâye insana pek inandırıcı gelmiyor.
Çünkü
hikâyede “hayatın olağan akışı” açısından akla yatmayan,
sağduyuya ters gelen mantıksız ve tutarsız noktalar var.
Anlatıdaki
tuhaf boşluklar, öykünün havada kalmasına yol açıyor. İnsana, “Burada
anlatılmayan başka şeyler, gizlenen gerçekler olabilir mi?” diye düşündürtüyor.
Birincisi,
bu Rahip Frew ile yaptığı görüşme zararsız bir görüşme
idiyse, neden Falih Rıfkı‘nın ilgili isimleri sansürlemesi icap etmiş?
Aynı
şekilde ilgili sefaretin (büyükelçiliğin) ismi
neden saklanmaktadır?
Neden?
Ayıp
mıdır, günah mıdır, nedir yani?
*
Bugünkü
bilgilerimiz çerçevesinde şu çok açık:
Sözü
edilen M….’ler İngiliz gizli servisinin ajanları ya da işbirlikçileri durumunda.
Evlerini de servisin hizmetine açmışlar.
Ve
de bu M….’ler, Selanikli yalancıyla da samimi görüşüyor, evine gelip onu
rahatça ziyaret edebiliyorlar.
Öyle
ki, Selanikli zampara, onların ricasını kırmıyor, kıramıyor. Anlatılan hikâyeye
göre durum bu.
*
İkincisi,
herşeyde inisiyatifin kendisinde olmasını huy edinmiş olan Selanikli zampirik,
neden bu görüşmeyi kabul sorumluluğunu “Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul
et, der gibi baktı” diyerek Fethi Okyar’a
yıkmaya çalışmaktadır?
Üçüncüsü,
hikâyeye göre teklifin Frew’dan geldiği açıkken, M….’ye “Konuşalım, fakat eğer o istiyorsa…” diye
cevap vermiş olması mümkün olabilir mi?
Yalancı
zampara, M…’ye böyle dediğini söyleyerek (Ki, “hayatın olağan akışı”
içinde aklı başında birinin söyleyebileceği bir söz değil) görüşme isteğinin
kendisinden değil de karşıdan geldiğini vurgulama ihtiyacını neden duymaktadır?
Dördüncüsü,
karşındaki adam (Ki, düşman milletten), İttihat ve Terakki’nin Osmanlı-Türk vatanseverliğini
umursar mı ki, sen ona “Yanlışları var ama vatanseverler” diyorsun, ya da demiş
olasın?
Mesela
sen İngilizler’in İstanbul’daki zulümlerini anlatacak olsaydın, ve de adam,
“Askerlerimizin hataları var ama, vatanseverler.. İngiltere’ye sadıklar, bu her
türlü tartışmanın üstündedir” şeklinde “Dam üstünde saksağan, vur beline
kazmayı” türünden ilgisiz bir cevap verseydi ne düşünürdün?
Öyle
bir ortamda böyle bir konuşmanın cereyan etmiş olması “hayatın olağan akışı“na uygun düşer mi?
*
Beşincisi,
sen neden o görüşmede işgalcilerin İstanbul’daki zulümlerini gündeme
getirmedin?
Vatanseverliğin,
Türklük/millet sevgin neredeydi?
Altıncısı, canının sıkıldığını saklama ihtiyacını neden
duydun?
Neden
canın sıkılmamış gibi davrandın?
Ve
bunu nasıl başarabildin?
İstediğin
zaman devreye koyabildiğin böylesi bir aktörlük ve rol yapma yeteneğin
mi var?
Hikâye
çerçevesinde görüşme teklifi karşıdan geldiği ve sen teklifi kabul edip
M….’lerin evine gitme zahmetine katlandığına göre psikolojik açıdan üstün taraf
sen olmalısın. Böylesi bir durumda kıytırık bir “maceraperest”e karşı bu
derece alttan almak, vatanı kurtarmak için dünyayı karşısına almaya
hazır bir “kahraman”dan beklenecek birşey midir?
Selanikli
zampara, beslemesi Falih Rıfkı’yı almış karşısına, masal anlatıyor.
Yersen!
*
Yedincisi,
adamlar, M….’den naklettiğin lafa göre sana önem veriyorlarsa, ve de seninle
görüşmek için M….’den defalarca talepte bulundularsa, sen de nazlanarak kabul
edip görüşmeye gittiysen, sanki sen bir talepte bulunmuşsun da onlar pazarlığa
devam etmek için önüne bir ön şart getirmişler gibi, sana nasıl, “İttihat ve
Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz” diyebilirler?
Böyle
bir sözün söylenmesi ancak sen onlardan bir talepte bulunduysan “hayatın
olağan akışı”na uygun kabul edilebilir.
Bu
kadar mantıksızlık ve tutarsızlık, ayağı yere değmezlik bir hikâye için fazla
değil mi?
Evet,
sen onlardan taşeron olarak bir ihale almak istiyordun ve onlar da o ihaleyi
sana verdiler:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Büyük
yalancıydın, muazzam haindin!
*
Sekizincisi,
karşındaki adam, sanki Birinci Dünya Savaşı’na bir tek kendisi şahit olmuş,
başka kimsenin haberi olmamış da kimsenin bilmediği birtakım esrarengiz sırları
anlatacakmış gibi manyakça “Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten
utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi
mahveder” diye konuşmuş olabilir mi?
Diyelim
ki konuştu, böyle bir manyaklığı yapan adama, “Sende utanma duygusu varsa, ki
yok gibi görünüyor, kendi yaptıklarınızdan utanmalısın. Biz gidip İngiltere’ye,
İngiliz topraklarına saldırmadık, siz gelip bize saldırdınız, şimdi de
başkentimizi bile işgal ettiniz, Mondros Mütarekesi’nin şartlarını da
çiğniyorsunuz.. Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” niye
diyemedin?.
Niye
sustun?
Görüldüğü
gibi, Selanikli zamparanın hikayesi tel tel dökülüyor.
*
Dokuzuncusu,
Falih Rıfkı’ya bunları anlattığın sırada (Ki herşeyin geride kaldığı, İstiklal
Harbi sonrası günler), Rahip Frew’nun seninle niçin görüşmek istediğini hâlâ nasıl anlamamış olabiliyorsun?
Sen
ahmak mısın? Nasıl bu kadar aptal ve angut olabiliyorsun?
Burada
saflık kime düşüyor, bize mi, sana mı?
Onuncusu, “… Madam M….’in salonunda kendisinden “Gene görüşelim!”
vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap
verdiğimi tahmin edersiniz” diyorsun, işi tahmine
bırakıyorsun..
Güzel..
Peki Rahip Frew ile o görüşmenizde başka neler konuşmuş
olabileceğiniz konusunda da tahmin yürütmemize razı mısın?
*
Selanikli
yalancı zampara taşeron sözlerini, “Ecnebilerle bu temaslar,
beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım
etti” diyerek sürdürüyor.
Temas
değil, temaslar..
Tanıdıklarından
birçoğunun düşüncelerinden bu temasların etkisiyle uzaklaşmış, tamam anladık
da, ne yönde uzaklaşmış?..
Sözlerinin
devamına bakılırsa, medenî (Kibar ya, emperyalist demiyor) milletler
tarafından onların sırasında ve safında
görülmek için her türlü fedakârlığa razı
olmaya karar vermiş.
Evet,
Selanikli zampara, Rahip Frew ile yaptığı görüşmelerde, (İnönü'nün dile
getirdiği) "İngilizler'in 'Türkiye'yi medenîleştirme' 'karar'
ve projesi"nde baş piyon (ya da taşeron) olarak görev almayı kabul
etmişti.
O
medenîlerin benimsediği türden “insan olma
vasıflarını” kazanmayı kafaya koymuştu.
O
medenîler seni insandan saymıyorsa, sen de kendini insandan saymamak, onların işgal sırasında İstanbul’da sergiledikleri ve Yunan’a Ege’de
sergilettikleri insanlık vasıflarını benimsemek zorunda mıydın?
“Ah,
küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
“Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.”
*
Evet, Selanikli siyasal
dolandırıcının ajan Frew ile görüşmesi hakkında kullandığı şu
ifadeler, söz konusu görüşmenin (İnönü'nün sözünü ettiği) "İngiliz
kararı" çerçevesinde geçtiğini ve "istiklal mücadelesi"ne
verilecek destek karşılığında Selanikli'den Türk milletini "insan"
haline getirmesinin ve "medeniyet tarikatı"na intisap ettirmesinin
istendiğini gösteriyor:
"Ecnebilerle bu temaslar,
beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım
etti.
"Benim kanaatim o idi ki, ve daima
o oldu ki dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde
görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa
razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları
kendi sırasında ve safında görmek istemez."
Ecnebilerle
olan bu temaslarında onların etki alanına girmiş, onların uydusu haline gelmiş,
zihniyetlerini benimsemiş.
Öyle
söylüyor.
Fakat
mesele bu kadar basit değil.. Ajan Frew ile yapılan bir
pazarlık var.. İngiliz sana destek olmak için bir "karar"
alıyorsa, karşılığında mutlaka senden alacağı birşey vardır.
O
da, milletçe (en azından zihniyet düzeyinde) İngiliz emperyalizminin
kölesi olmayı kabul etmenizdir.
Anlaşılıyor
ki, İngiliz emperyalizminin temsilcisi Frew, Selanikli zamparaya
kibar bir dille şu mesajları vermiş:
Bir:
Biz medenîyiz, uygarız.
İki:
Siz müslüman Türkler, bırakın medenî olmayı, insan bile
değilsiniz.
Üç:
Bu halinizle sizi insan sırasında ve safında görmemiz mümkün
değildir.. Resmen hayvansınız.
Dört: Dolayısıyla,
"karar"ımız çerçevesinde kuracağın yeni devletin "insan"
olmak ve medenîleşmek için her tür fedakârlığı yapması
gerekiyor. En başta da İslam'la ilgisini kesmeli, laik (siyasal dinsiz)
olmalıdır.
Evet, Türkiye'de hayata geçirilen İngiliz ilke ve inkılapları, Selanikli zamparanın İngilizler'le yaptığı örtülü anlaşmanın ürünüydü.
*
Selanikli
yalancı piyon, 1926 yılında Falih Rıfkı’ya hatıralarını anlatırken (M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, s. 122) ajan Frew ile
yalnız bir kez görüştüğünü üstüne basarak söylemişken,
bir yıl sonra TBMM’de yaptığı konuşmasında (meşhur Nutuk‘ta), onunla bir iki kez görüşmüş
olduğunu itiraf ediyor (Gerçekte en az üç kez görüşmüş durumda).
Konuya
şöyle girmiş:
“Milli mücadeleler esnasında maruz
kalmış olduğumuz açık ve gizli müşkülat hakkında esaslı bir fikir edinmeye
vesile olacak ve gelecek nesiller için ibret ve uyanıklığı icap ettirecek
mahiyette bulunan söz konusu vesikaları aynen bilginize sunmayı münasip
görüyorum. Bu vesikalar, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin güya reisi tanınmış
bulunan Sait Molla’nın Mister Fru [Frew) namındaki rahibe
gönderdiği mektupların suretleridir.
“Efendiler, bu mektupların suretlerinin
alındığını hisseden Sait Molla’nın, Türkçe İstanbul gazetesinin
8 Teşrinisani [Kasım] 1919 tarihli nüshasında, söz konusu mektuplardan
bahisle uzun ve sert bir lisanla bir tekzip yayımlamış
olmasına rağmen, hakikati inkar mümkün değildir. Bu mektupların suretleri, Sait Molla’nın evinden ve mektupların
müsveddelerinin yazılı bulunduğu bir defterden aynen kopya edilmiştir. …
“Şimdi müsaade buyurursanız, bu mektupları tarih sırasıyla arz edeyim: …”
(Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul: Kaynak Y., 2015, s. 228.)
1919
yılındayız.. Aylardan Kasım.. Samsun'a çıkışın üzerinden altı ay geçmiş.
Bu
sırada Mustafa Kemal henüz herhangi bir düşmana tek kurşun bile atmış değildir.
Sivas’tadır.
Ertesi
ayın, yani Aralık ayının sonlarında Ankara’ya gidecektir.
Bu
arada İngiliz istihbaratının İstanbul’daki şefi Frew, Sait
Molla’yı çalıştırmaya başlamış..
Ondan
rapor mahiyetinde mektup alıyor. Ancak, bunları “şifrelemesi”
gibi birşeyi ondan istemiyor.
Oysa
kendisi bu şifre işlerinin uzmanı:
“İskoç asıllı olan Papaz Frew; … İngiliz
Dışişlerince Hindistan’da görevlendirildi. … Ağustos 1919’da Ege Bölgesinde
kendisini “Ordu Papazı Albay Emiling” olarak tanıtan aslında İngiliz casusu olan Papaz Frew; “Yeraltı çalışmaları, entrika, tezvir gibi işlerde uzman olduğu
için” … Hindistan’dan Türkiye’ye getirilmişti. “Lloyd George’un Türkiye’ye
dikte edeceği antlaşmaların kolaylıkla kabul edilebilmesi için ona, ortam hazırlaması görevini de verdiği söylenmekte
idi”. Bkz. Bayar, Ben de Yazdım,
C. VII, s.82-85. Tevetoğlu, Papaz Frew’in İngiliz Entelijans Servisi’nin
İstanbul Şefi olduğunu ve … bütün İngiliz şifrelerinin
Frew’in elinde olduğunu yazmaktadır. Bkz. Fethi
Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, TTK.
Yay., Ankara-1991 , s. 15.”
(Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve
Görüşmeleri, Konya: Eğitim Yayınevi, 2012, s. 31, dn. 81.)
Bütün
şifreler elinde, fakat Sait Molla ile şifresiz çalışıyor.
Belli
ki Sait Molla’nınki acemilik.. Peki bununki?..
Ayrıca,
bir istihbaratçı olarak, kendisine gönderdiği raporların bir kopyasını saklamaması gerektiğini de söylemiyor. (Aksini söylemiş
midir, “Arşiv yap, dosyala” demiş midir, onu da bilmiyoruz.)
Ve,
Molla Sait efendi, adeta gelip birileri kopyasını alsın diye raporların bir
suretini noter gibi evinde bulunduruyor.
Tapu
kaydı tutar gibi bir deftere geçiriyor.
Zampara
Atatürk'ün anlatımına göre durum bu.
*
Mektupların
tarihlerine gelince.. İlki 11 Ekim 1919 tarihli, sonuncusu ise 5 Kasım..
Yani
mektup trafiği bir ay (30 gün) bile sürmemiş..
Ve
8 Kasım’da Sait Molla İstanbul gazetesinde
bir tekzip yayınlayarak, Mustafa Kemal yanlılarının eline geçen mektupların
kendisine ait olmadığını “uzun ve sert bir lisanla”
iddia etmiş.
Selanikli
yalancı zampara Atatürk, 1927 yılında irat ettiği Nutuk‘unda, bu tarihten (5 Kasım’dan) sonrasına ait
bir mektubun suretini okuyamadığına göre, Sait Molla bundan sonra bir ajana
yakışır şekilde hareket etmiş olmalı.
Ba’de
harâbi’l-Basra… Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra..
Ondan
sonra (kendisinin neyine yarayacaktıysa) gizliliğe riayet etmiş olmalı.
(Ya
da mektup yazmamıştır. Bilmiyoruz.)
*
İmdi,
burada şu soruyu sormamız gerekiyor:
İngilizler’in
asıl önem verdikleri kişi Sait Molla mıydı,
yoksa o, vize verip Anadolu’ya gönderdikleri ajanları Mustafa Kemal‘in gerçek vatansever görünmesi için kullanılmış
zavallı bir piyon muydu?
(MİT’çi
Mehmet Eymür’ün sözünü hatırlayalım: İstihbaratçılık demek, “oyun içinde oyun”
kurmak demektir.)
Bir
ajan nasıl bu kadar çabuk deşifre olur?
Üstelik
Ankara’da değil, İstanbul’dayken..
*
Prof.
Hayettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “Yalancının
mumu” başlıklı yazısında şunları söylüyor:
“Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-Akl isimli eserinin dördüncü
cildinde (335-336) … Osmanlı’yı tasfiye etme ve yerine İslam’dan uzaklaşmış
yeni bir devlet oluşturma işinin İngiliz ve Fransızlara verildiğini, onların
da Mustafa Kemal aracılığı ile bu amacı gerçekleştirdiklerini,
ortada kötü bir alış-veriş bulunduğunu, yeni Türkiye’nin İslam’ı ve hilafeti
vererek küçük bir toprakta bağımsız bir devlet kurmayı satın aldıklarını kaydettikten
sonra (4) numaralı uzun dipnotunda özetle şunları söylüyor:
“Osmanlı zayıflamaya başlayınca Hristiyan
ve Haçlı Avrupa devletleri onu İslam’dan uzaklaştırmak için uzun
yıllar dayanılmaz baskılar uyguladılar. Osmanlı bu baskılara boyun eğmedi ve
Müslüman olarak vefat etti. Söz sahibi olan Haçlı Avrupa bunu Lozan’da
gerçekleştirdi. Sultan Vahîdüddîn Mustafa Kemal’i Anadolu’ya “görünüşte
ordu müfettişi, ama gizli olan maksadı, Anadolu isyanını idare edip ülkeyi
kurtarmak” olarak göndermişti. Onun faaliyeti dört yıl içinde, galip
devletlerin izinleriyle İzmir’e girmiş bulunan Yunanlıları oradan, Sultan’ı da
ülkesinden çıkarmak oldu. Nitekim bir İngiliz bu sonucu şöyle
ifade etmişti: “Sultan İngilizleri Mustafa Kemal ile aldatmak istemişti, ama
İngilizler onu bununla tongaya düşürdüler…” (s. 248, 336 vd., s. ).
(https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/yalancinin-mumu-2046798)
Görüldüğü
gibi, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, yalancının (Selanikli sahte kahraman
zampara Atatürk’ün) mumuna üflemiş, fakat nefesi, mumu söndürmeye yetmemiş.
İngiliz
uşağı sahtekâr zamparanın mumunu söndüren üfleyiş, Şeyhülislam’ın
söylediklerinin birebir aynısını ifade etmiş olan İsmet Paşa’dan
gelmiş.
Evet, Türkiye’nin
ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral
İsmet İnönü, 1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü
vesilesiyle verdiği demecinde şunu demiş bulunuyor:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Adam daha ne desindi?..
*
Şeyhülislam’ın
ve İsmet Paşa’nın açıklamaları çerçevesinde olaya bakıldığında Sait Molla’yı
bizzat Frew’nun, Selanikli zamparayı güçlendirmek
ve parlatmak için “satmış” (daha doğrusu kullanmış) olduğu
anlaşılıyor.
Selanakli
ile bile birkaç kez görüşen Frew, herhalde, sonradan “millî mücadele” saflarına katılan başka adamlarla da
görüşmüş, onlardan bazılarını (büyük ihtimalle hepsini) angaje etmeyi
başarabilmiş olmalıdır.
Bu
durumda Frew, “millî mücadele” saflarındaki bir adamına Sait Molla ile ilgili
tüyo vermiş, “Mektuplar yeterli sayıya ulaştı, Mustafa Kemal’i İngilizler'e
kafa tutan samimi vatansever kahraman, onun karşıtlarını da İngiliz
işbirlikçisi hain göstermemize yetecek malzeme oluştu. Mustafa
Kemal’in elini güçlendirmek için acele etmemiz gerekiyor. Sait’in evine girip
kopyaları alın” demiş olmalıdır. (Ya da Mustafa Kemal’le ilk
temasını sağlayan Martin gibi bir adamla birilerine haber
uçurmuş olabilir.)
Ya
da belki Sait’in evinde böyle bir defter yoktu, Frew, bizzat kendi elindeki
mektupların kopyasının çıkarılmasını istemiştir (veya belki uydurup
üretmiştir).
“Büyük
resmi” dikkate aldığımızda, olayın farklı ihtimallere açık olduğunu
düşünebiliriz.
*
Evet,
Selanikli zampara, “Bu mektupların suretleri, Sait Molla’nın
evinden ve mektupların müsveddelerinin yazılı bulunduğu bir defterden aynen
kopya edilmiştir” diyor.
Bunu
1927 yılında söylediğine göre, onun evine kimin ya da kimlerin girip
kopyaladığını, bu operasyonu gerçekleştiren kahramanların kimler
olduğunu söylemesi gerekirdi.
Söylemiyor
mu, yoksa (böyle birileri gerçekte bulunmadığı için) söyleyemiyor mu,
bilmiyoruz.
Oysa,
onları ödüllendirmese bile, hiç değilse isimlerini, tarihin altın sayfalarına
emanet ederek onurlandırabilirdi.
Ortada
isim yok.. Gölgeler savaşı..
*
Halide
Edib Adıvar’ın Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı
kitabında anlattığına göre, söz konusu mektupları, Sait Molla’nın
kâtibi olduğunu söyleyen biri, Ankara’yla temasta olan subaylardan Kemalettin
Sami’ye götürüp vermiş.
Lafa
bak, Sait Molla'nın katibiymiş.. Kim bu katip, belli değil..
Olayın
faili katipse, zaten "hırsız evin içinde" demektir.
Sait’in
evine girmişler, sanki kendi evleriymiş gibi oturmuşlar, tam 12 tane mektubu
ferih fahur, rahat rahat, lüzumsuz ayrıntıları da dahil olmak üzere kopya
etmişler. Fotoğraflama gibi birşey de yok, defterden kalem
kâğıt ile kopya edilmiş.
İmdi,
eğer gayeniz bu adamların yazışmalarına bakarak planlarını öğrenmek ve gerekli
tedbirleri almaksa, böylece adamları faka bastırmaksa, onları uyandırmamak,
yazışmalarını gelecekte de takip etmek
için, defteri yürütmek yerine hissettirmeden kopyalamakla yetinirsiniz. Defteri
olduğu yerde bırakırsınız.
Fakat
bu durumda mektupların noktası noktasına, virgülü virgülüne kopya edilmesi
anlamsız olur. Bilgileri öz bir şekilde not etmek yeterlidir.
Demek
ki, mesele takip meselesi değil.
*
Mustafa
Kemal’in okuduğu mektuplara bakıyoruz, müsvedde denilecek durumda değiller,
basbayağı mektupların son hali.
Gerçekte
böylesi kopyalar, fotoğraflama şeklinde olmadığı için, kesin belge niteliği taşımazlar. Çünkü elinizdeki
kopyadaki el yazısı Sait’e değil,
sizin kopya çıkaran kendi adamınıza ait. (Veya, Halide Edip'in
anlatımına göre "katib"e..)
Böylesi
kâğıt parçaları, taraflar inkâr ettiğinde ve siz şahit getiremediğinizde,
birilerine komplo kurduğunuzu gösteren
belgeler olmaktan öteye gitmez.
Çünkü
el yazısı Sait Molla'ya değil, başkasına ait.. Belgenin aslından değil kopyasından
söz edildiğine göre, altında Molla'nın imzası da yok demektir.
Bu
durumda en azından kopyalamayı yapan kişinin (Katip yapmışsa katibin) bir zaman sonra ortaya
çıkıp, “Evet böyle bir defter var, ben kopyalamıştım, defterin
özellikleri de şöyleydi.. Hatta orada bu mektuplar dışında şöyle şeyler de
yazılıydı” demesi gerekirdi.
Kemalettin
Sami'nin de, söz konusu katibin ismini vermesi gerekirdi.
Selanikli
deccalin (“çok yalancı”nın) sözlerinde, olayı aydınlatmaya yarayacak hiçbir şey
yok.
*
Böyle
bir işe bulaşmış olan Sait Molla’nın bakkal veresiye defteri gibi bir defter
tutmuş olması da akla pek yatmıyor.
Neden
defter tutsun ki?
Mektupları
yazmış olabilir, fakat bu tür işlere bulaşmış bir sahtekârın böyle bir defter
tutacak kadar bön olması ve tedbirsiz davranması akla yatkın değildir.
Çünkü
adam sıradan cahil bir köylü ya da basit bir memur değil.
Şûra-yı
Devlet üyeliği ve Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı (bakan yardımcılığı) gibi görevlerde bulunmuş, böylesi
belgelerin önemini bilen eğitimli ve tecrübeli bir
bürokrat.
*
İnsana
makul ve anlaşılır gelen tek ihtimal, bu mektupların kopyasının, Selanikli zamparaya, defalarca görüşme bahtiyarlığına erişmiş
bulunduğu Rahip Frew tarafından verilmiş olması.
(Ancak, istihbaratçıların böylesi
teslimat işleri için kullandıkları yöntemler farklıdır. Mesela, bir ajanları,
sözde Ankara sempatizanıymış, onlara hizmet etmek istiyormuş gibi mektupları
götürür verir. Sait Molla'nın katibi olduğunu iddia eden kişinin
gerçekten katibi olup olmadığını da bilemezsiniz.. Biliyorsanız, adını da biliyorsunuzdur,
söylemeniz gerekir.)
Selanikli
sahtekârın söz konusu nutkunun ardından hiç kimsenin çıkıp “Evet, Sait
Molla’nın defterindeki mektupları ben kopyaladım (ya da biz kopyaladık)”
dememesi, böylesi tarihî öneme sahip olağanüstü bir hizmetin,
eşine az rastlanacak bir kontr-espiyonaj (karşı-casusluk / casuslukla mücadele)
harikasının cami avlusuna bırakılmış anası babası bellirsiz bir
bebek gibi ortada kalması, Selanikli kart zampara da dahil olmak üzere hiç
kimsenin “Bu hizmeti yapan şahıs, falandı” diyememesi, olayın içyüzü hakkında
tahminde bulunmak için yeterince ipucu veriyor.
*
Gerçek
hayatta bu işler böyle olmaz..
Diyelim
ki böyle mektuplar vardı ve ele geçti, altın yumurtlayan tavuk ölmesin,
istihbarat kaynağı kurumasın, mektup akışı kesilmesin diye, ele geçirilen
mektuplardan hiç söz edilmez, o mektuplardan elde edilen bilgiler kullanılarak
karşı tarafın oyunlarının bozulması için çaba gösterilirdi.
Bu
bilgi akışı devam ettirilerek her zaman "bir adım önde" olunması
sağlanmaya çalışılırdı.
Bu
olayda ise (gerçek mi, kurmaca mı olduğu belirsiz olan, ve sahiciliği asla
ispatlanamayacak) mektuplar üzerinden Osmanlı hükümeti aleyhine
gerçekleştirilmiş bir itibarsızlaştırma operasyonu var.
*
Yalancı
zampara, Nutuk‘unda Sait Molla’nın
mektuplarını tarih sırasıyla okuduktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Efendiler, bütün bu gizli tertibat
kaynaklarının Rahip Fru’nun [Frew] kafasında toplandığı ve oradan din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalarına zerk
edilerek fiiliyata dönüştüğü tahmin olunduğundan, Rahip Fru’nun bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını
temine vesile olur düşüncesiyle, bizzat kendisine bir mektup yazdım.
“Mektubun iyi anlaşılabilmesi için şu
malumatı da ilave edeyim ki, ben, Mister Fru ile İstanbul’da bir iki defa görüşme ve münakaşalarda bulunmuştum.”
(Nutuk, s. 235-6.)
"Tencere
dibin kara, seninki benden kara.."
Sait
Molla, Frew'ya mektup yazmış, oturup sen de yazmışsın..
Böylece
yalancı zampara, “Atatürk versus Atatürk” (Atatürk Atatürk’e
Karşı) filmini gösterime koymaya başlıyor..
Fakat
farkında değil.. Zekası bunu anlamasını sağlayacak düzeyde olmaktan uzak.
*
Doğal,
bu kadarcık kusur kadı kızında da olur hesabı, bu kadarcık angutluk her
kurnazda bulunur.
Ve
ne kadar kalifiye olursa olsun, her yalancı mutlaka bir açık verir.
Falih
Rıfkı’ya konuşan zampirik, Rahip Frew ile sadece bir kez konuştuğunu
söylüyor. TBMM’de
nutuk atan zampirik ise, lisan-ı hal ile, “Falih Rıfkı’ya konuşan
Atatürk yalan söylüyor, bir iki defa konuştum” diyor.
Falih
Rıfkı’ya konuşan Atatürk, Frew ile görüşmesi için “Canım
sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım” diyor..
Saklamışmış.. (Gerçekte orada olsa olsa sevincini saklamış olabilir..
Çünkü, İnönü'nün dile getirdiği "İngiliz kararı"
çerçevesinde ihale almış durumda.)
Nutuk
atan Atatürk ise, Falih Rıfkı’ya konuşan Atatürk’ü yalanlayarak “Münakaşalarda bulunmuştum” diyor.
Ayrıca,
“Rahip Fru’nun bir zaman için olsun durmasını ve uzaklaşmasını
temine vesile olur düşüncesiyle” tutup, Sait Molla gibi, adama
mektup yazıyor..
Mektup
yazma bakımından Sait Molla ile Selanikli zampara arasında bir fark yok.
İkisinin
de hobisi, görünüşe göre, Frew ile görüşmek ve mektuplaşmak..
*
Fakat
arada şöyle bir fark var: Sait Molla, İstanbul gazetelerine yaptığı sert
açıklamalarla, kendisi hakkındaki mektup iddialarını yalanlamış.
Selanikli'nin
elinde de bu yönde kesin kanıt yok.
Fakat
yalancı zampiriğin Frew'ya mektup yazmış ve onunla zamanında defalarca başbaşa,
gizlice görüşmüş olduğu kesin.
Nutuk'undaki kendi ifadeleriyle sabit..
Evrensel
hukuk kaidesidir: "Kişi ikrarıyla ilzam (ve de muaheze) olunur."
Evrensel
hukuk ilkelerine göre, Sait Molla'yı suçlayanların, iddialarını ispat imkanları
bulunmadığı için, müfteri muamelesi görmesi gerekiyor.
Selanikli
zampara ise, itirafına göre karşılık görmek durumunda.
*
Selanikli
zamparanın oynak ve kaypak zihniyetine ve ahlâkına göre, “bir zaman için olsun
durmasını ve uzaklaşmasını temine vesile olur düşüncesiyle”
Dr. Frew gibi bir düşmanla dostane bir biçimde yazışmak,
temas kurmak gayet normal..
Ancak,
bu mazeretinin, İngilizler’le temas konusunda İstanbul’daki Padişah ile hükümet
erkânı (ve Sait Molla) için de geçerli olacağını akıl edemiyor.
Ya
da akıl edemiyor numarası yapıyor.. Salağa yatıyor.. Zampara iken salak zampara
haline geliyor.
*
Kaypak
kart zampara, Nutuk‘unda sözlerini şöyle
sürdürüyor:
“Fru’ya [Frew] Fransızca olarak
gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur:
“Mister Fru’ya
“Zatıalinizle Mösyö Marten aracılığıyla vuku
bulan görüşmelerimizin hatırasını memnuniyetle muhafaza etmekteyim.”
(Nutuk, s. 235)
Yalancılık
böyle birşey, mutlaka açık verirsin.. Falih Rıfkı'ya "Sadece bir kere
görüştüm" derken burada "görüşmeler"den söz ediyor.
O
görüşmelerin hatırasını memnuniyetle muhafaza ettiği kesin..
"Yeni
Türkiye"nin şekli şemaili, o görüşmelerin hatırası..
Adam İngiliz
Gizli Servisi’nin İstanbul şefi ve sen yazdığın bu mektupta “şifreli”
olarak mesaj veriyor, “Anlaşmamıza ve bana verdiğiniz talimatlara riayetkârım,
İngiliz ilke ve inkılaplarını hayata geçireceğim” demeye getiriyorsun.
Ajana
yazdığı şeye bakın: “Görüşmelerimizin hatırasını
memnuniyetle muhafaza etmekteyim.”
Böylece
Türk milletiyle resmen alay ediyor.
*
Burada
bir parantez açalım.
Görüldüğü
gibi, İstanbul’dakiler için “din kardeşlerimiz olacak
hainler” iltifatında bulunan, dini de durup dururken
işin içine katan, İstiklal Harbi yıllarında Allah İslam, din, hilafet, saltanat kelimelerini dilinden düşürmeyen
zampirik sahtekâr, din kardeşimiz olmayan hain ve zalim düşmana sıra gelince
kibarlıktan kırılıyor.
Mektubuna zatıaliniz
(yüce zatınız) hitabıyla
başlıyor.
Sanki
İstiklal Harbi’nde Yunan’a, Fransız’a karşı savaşanlar din kardeşlerimiz değildi de, “yahudi ya da
hristiyan kardeşlerimiz”di.
*
Dediğine
göre, kart zampara, Frew’la olan görüşmelerinin (görüşme değil, görüşmeler) hatırasını memnuniyetle
muhafaza ediyormuş.
Manzaraya,
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile İsmet İnönü’nün elimize tutuşturduğu
dürbünle bakınca, zampirik sahtekârın burada söze “şifreli” başlamış
olduğunu kesin bir biçimde anlıyoruz.
Yani,
altını çizerek bir kere daha söylemek gerekirse, “Görüşmelerimizde hani aramızda sır olarak kalacak diye
konuştuklarımız var ya, onların hatırasını memnuniyetle
muhafaza etmekteyim. Bundan sonra söyleyeceklerim bu çerçevede
anlaşılmalıdır” demiş oluyor.
Zampirik
deccalin Frew’ya mektubu şöyle devam ediyor:
“Senelerce memleketimizde ve milletimiz
arasında yaşamış olan zatıalinizin,
hakkımızda en doğru fikir ve kanaatlerle donanmış bulunacağınızı ümit ederdim.
Halbuki, ne yazık ki, İstanbul muhitinde temasınıza gelen bazı gafil ve
menfaatperest kimselerin sizi yanlış istikametlere sevk ettiklerini pek büyük
teessüfle anlıyorum. Bunlardan Sait Molla ile
tertip ve tatbikine başladığınız, sağlam kaynaklardan haber alınan planın,
İngiltere milletinin cidden kınamasına layık bir mahiyette olduğunu arz
etmekliğime müsaadenizi rica ederim. …
“Bilhassa, sizinle temasa gelen
sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve
meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir.
Zatıaliniz pekala takdir edersiniz ki, Zat-ı Şahane, gayri mesul ve tarafsız
olup, milli irade ve hakimiyetimizin alakalı olacağı hakikatleri değiştirmez ve
bozmazlar. … Fakat bu hususta, garipliği itibariyle şunu da arz etmek
mecburiyetindeyim ki, zatıalileri ruhani
mesleğe mensup iken, siyaset manevralarında, bilhassa boğazlaşmayla
neticelenecek vaziyetlerde rolör [rol sahibi] olmak sevdasında
bulunmamalıydınız.
“Zatıalinizle vuku bulan görüşmelerimde, sizi bu türden bir siyaset adamı
olarak değil, insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli
bir zat kabul etmiştim. Bunda ne kadar aldandığımı son aldığım
sağlam malumatın teyit etmekte olduğunu bildirmekle şeref duyarım.
“Mustafa Kemal"
(Nutuk, s.
235-6.)
Buradaki
üslubu nezaket mi yoksa laubalilik olarak mı değerlendirmek gerekir, karar vermek
zor.
Ancak,
konumuz üslup değil..
Görüldüğü
gibi zampirik deccal, “Bilhassa, sizinle temasa gelen
sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve
meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir" diyor.
Asıl
tehlikeli olan bu ifade.
Sivas’ta oturduğu yerden bunu nasıl biliyor?
Anlatımına
göre, bu adam sonuçta bir papaz.. Bir “ruhanî”.. İngiliz işgal güçlerinin
“resmî” bir görevlisi değil..
Sonradan
işgal güçleriyle gelmiş de değil..
Savaş
yılları da dahil senelerdir memleketimizde iznimizle yaşamış.
Sahtekârlar
olarak adlandırılan birileri niçin kalkıp da bu adamın ayağına gitsinler?..
Madem
ayağına gidiyorlar, gidebiliyorlar, "baş sahtekâr" Sait Molla neden
yanına gidip şifahen, sözlü olarak bilgi vermemiş de mektup yollamış.
“Sahtekâr”
Osmanlı devlet erkânı niçin sıradan bir papazı muhatap alsın ki?..
*
Eğer
bu adamla temas kuranlar sahtekâr sıfatını
hak ediyorlarsa, o zaman aynaya bakman gerekir.
Çünkü
bu adamla temas kuran, ayağına gidenlerden biri, hatta birincisi sensin ey
yalancı zampara, torun Türk (sözde) ata Türk!
Üstelik,
bu mektubunla bile bunu “görüşmelerimiz,
görüşmelerin” (mülakatlarımız, mülakatlarım) diyerek itiraf
ediyorsun.
Evet,
birtakım sahtekârların “Bilhassa, sizinle
temasa gelen sahtekarlar tarafından Osmanlı Padişahı’nın da müşterek mesai ve
meselelerinizde parmağı varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir" demeni
gerektirecek şekilde hareket ettiklerini sana kim haber vermişti?
O
sahtekârlar mı, yoksa bizzat Frew mu?
*
Sonra,
durup dururken böyle bir cümle kurman nerden icap ediyor?
Buna,
amiyane tabirle “Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek”
derler.
Ya
da şöyle söyleyelim, buna, birilerinin aklına “Ateş olmayan yerden duman
çıkmaz” fehvasınca şüphe düşürmek için saf ayağına yatarak ya da suret-i haktan gelerek milletin zihnine
nifak tohumu ekme derler.
Bir
de tutmuş “Zat-ı Şahane (Padişah Vahideddin), gayri mesul (sorumluluğu bulunmayan, suçsuz) ve tarafsız olup…”
diyor.
Bunu,
Zat-ı Şahane’yi (Padişah’ı) İngilizler’in şerrinden
korumak için mi söylüyorsun, yoksa milletin gözünden
düşürmek, “Bakın, Padişah milletinden taraf bile
olamıyor, tarafsız” demek için mi?
Neden
Frew’ya, malum kibarlığınla bile olsa, “Devletinizin işgalci güçlerinin Zat-ı
Şahane’ye orada ne tür baskılar yaptığından habersiz olmadığımızı
zatıalilerinizin dikkatlerine arzetmeme lütfen müsaade buyurunuz” gibi birşey
demiyorsun? Diyemiyorsun?
Bu
kadarını olsun söyleyemeyecek kadar korkak mısın, naylon Don Kişot?
*
Evet,
Frew’ya, “Zatıalinizle vuku bulan görüşmelerimde, sizi
… insaniyete hizmet eden, adaleti seven, faziletli bir zat kabul
etmiştim” diyor.
Diyebiliyor.
Bir
ihtimal yalan söylüyor, takiyye yapıyor, diyelim..
Yakışır, adam müseccel yalancı.. Serapa yalan.. Su içer gibi yalan
söyleyebiliyor.. Sahtekârın önde gideni..
Diğer
bir ihtimal, samimi konuşması, inandığı şeyi söylüyor olması.. Bu durumda da
ona, “Bu baş ajanın hangi meziyetlerine, hangi faaliyetlerine
baktın da onu insaniyete hizmet eden, adaleti seven,
faziletli bir zat kabul ettin?” sorusunu yöneltmemiz gerekir.
Sait
Molla da Frew’yu herhalde
ancak böyle kabul etmiştir: İnsaniyete hizmet eden, adaleti seven,
faziletli bir zat. Zatıalileri..
Sait
Molla’dan farkın ne?..
Ondan bir milyon kat daha büyük sahtekâr olma dışında bir farkın var mı?
*
İşin
ilginç tarafı şu ki, zampirik deccalin Nutuk‘ta
ballandıra ballandıra anlattığı bu mektubun gönderilip gönderilmediğini bile
bilmiyoruz.
Okuyalım:
“Hüsrev Gerede, hatıralarında 4 Kasım
1919’da Mustafa Kemal’in papaza oldukça alaylı biçimde bir mektup yazıp Ahmet
Rüstem Bey’e Fransızcaya çevirttirip, gönderdiğini ve mektubun çok etkili
olacağının sanıldığını yazar, daha sonra Heyet-i Temsiliye’nin 16 Kasım 1919
günü yapılan toplantısında ise Mustafa Kemal Paşa’nın Papaz Frew’a yazdığı
Fransızca mektubun da gönderilmesinin ertelenmesine karar verildiğini
yazmaktadır. (Bkz. Gerede, Hüsrev Gerede’nin Anıları,
s. 107-108, 1 14) Heyet-i Temsiliye’nin 16 Kasım 1919 günü yapılan
toplantısında İstanbul’daki milliyetçilerin takibata uğramamaları için yazılan
mektubun gönderilmemesine karar verilmiştir.”
(Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve
Görüşmeleri, s. 34, dn. 95.)
Heyet-i
Temsiliye, bu mektubu, İstanbul’daki Millî Mücadele yanlıları için tehlikeli
görmüş.
Nedense
Mustafa Kemal görmemiş. Oturup yazmış.
Ne
lüzum varsa tutup bir de Fransızca’ya tercüme ettirmiş. Sait Molla’nın
mektuplarının Türkçe olduğunu bildiği halde.
*
Zampirik
deccalin “Rahip Frew – Sait Molla” ilişkisi konusunda sergilediği
sahtekârlıklar bunlarla sınırlı da değil.
23
Nisan 1920 tarihinden bir gün sonra yaptığı açılış konuşmasında şunu demiş
bulunuyordu:
“Bu sıralarda, bütün belediye
başkanlarımıza İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz
Dostları Derneği) kurulduğu ve her yerde derneğe katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği
konusunda Said Molla imzası ile bir
telgraf geldi. Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini
ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit
Paşa’dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım.”
İmdi,
İngiliz Muhipleri Cemiyeti dediğin şey, sonuçta bir dernek..
“Kim
takar Yalova kaymakamını” diyeceğiz
ama, kaymakamlık resmî bir görevdir..
Bir
dernek ise, üyeleri dışında kimse için
önem taşımaz.
O
üyeler üzerinde de mutlak bir otoritesi bulunmaz. Diledikleri anda üyelikten çıkabilirler.
Belediyeler,
o derneğin üyesi olmadıklarına göre, ortada ciddiye alınacak bir durum yok.
Mesela
bugünümüzü alalım..
İstanbul’da,
“Göztepe, Fahrettin Kerim Gökay Cad. No:119, 34724 Kadıköy” adresinde faaliyet
gösteren bir dernek var: İngiliz Kültür Derneği.
Şimdi
bu dernek, Türkiye’deki belediyelere bir e-mail gönderse,
bunun ardında mevcut AK Parti hükümetini mi aramak gerekir?
*
Kaldı
ki Sait Molla imzalı telgrafın gönderilmesi
sırasında İstanbul işgal altında..
Hükümetin
bir gücü yok..
Öyle
bir ortamda, böylesi bir telgrafın İngiliz işgal güçlerinin bir marifeti
olduğunu anlamaması için adamın zekâ bakımından bir
Anadolu eşşeğinden farksız olması gerekir.
Telgrafı
gönderen hükümet değil, sıradan bir dernek olduğu için de, muhatap almaya bile
değmez.
Zaten,
Selanikli zamparanın sonraki sözlerinden de anlaşıldığı gibi. kimsenin umurunda
olmamış.
Kart
zampirik hariç.. O, tabiri caizse salağa yatıp Sadrazam’a
bu telgrafla bir ilgilerinin bulunup bulunmadığını soruyor.
*
Salağa
yatıyor da salak değil.. Kurnaz.. Hinoğlu hin..
Böylece, hükümeti köşeye sıkıştırmış oluyor.
İngilizler
hakkında gerçek düşüncelerini söyleseler, düşmana zulmünü artırması için koz
vermiş olacaklar.
Bu
yüzden birçok şeyi susarak geçiştirmeye çalışıyorlar.. Buna mecburlar..
Selanik’in zampara sahekârı da bunu çok iyi biliyor.
Kendisi
ise, kapağı Anadolu’ya atınca, sözde İngiliz düşmanı haline gelmiş..
Halbuki, İnönü’nün belirttiği gibi, İngiliz’in lanetli
“karar”ının gayrimeşru çocuğundan başka birşey değil. (Gayrimeşru, kelime
anlamı itibariyle “Şeriat’e aykırı olan” demektir.)
Utanma
duygusundan, İstanbul’da neler söylemiş olduğunu unutacak kadar yoksun.
Rauf
Orbay’dan dinleyelim:
“Daha iki hafta evvel, İstanbul’a
gelişimin üçüncü günü, gazetecilerin, Mondros mütarekesi hakkındaki
sualini cevaplandıran Mustafa Kemal Paşa da aynı inançla “İngilizlerin Osmanlı milletinin hürriyetine ve devletimizin
istiklâline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında
yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin, İngilizlerden daha hayırlı bir
dost olmayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları [duygulanmaları]
pek tabiîdir.” demiş olmasını [Minber gazetesi,
17 Teşrin-i sani (Kasım) 1918, nr. 16, s. 2] şimdi nasıl izah edeceğimi
bilemiyordum.”
(Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni -Siyasî Hatıralarım-, C. 1,
İstanbul: Emre Y., 1993, s. 227-8.)
*
Üstelik,
bu işin arkasında İngiliz İstihbaratı’nın İstanbul şefi (rahip
görüntüsü altında kendisini kamufle eden) Robert Frew‘un bulunduğunu çok iyi biliyor.
Çünkü,
bu konuşmasını yaptığı tarih, 24 Nisan 1920.
Yukarıda aktardığımız gibi, o tarihten (konuşmayı yaptığı
tarihten) beş ay önce, yani Kasım 1919‘da, Sait Molla’nın Frew’ya gönderdiği 12 adet mektubun (sözde)
kopyası eline geçmiş.
Kendisi
söylüyor.
Dolayısıyla,
Selanikli zampara, Sait Molla'nın
telgrafının ardında Osmanlı hükümetinin değil, söz konusu derneğin
kurucusu Frew‘nun bulunduğunu, ve bu Frew’nun basit bir rahip
olmadığını, yaptıklarının ancak bir gizli servis görevlisine
yakıştığını, bunun başka bir açıklamasının olamayacağını anlamış olması
gerekiyor.
Ajan
Frew ile mücadele eden bir vatansever olduğunu kabul edersek, durum bu.
(Gerçekte
ise Frew’nun asıl favori piyonu, uşağı kendisi.. Molla değil.)
*
“Rahip
Frew – Sait Molla” ilişkisini biliyor, mektupların kopyaları elinde, fakat,
TBMM’de yaptığı açılış konuşmasında Frew‘dan tek kelime
ile bile bahsetmiyor.
Lafı Osmanlı hükümetine getiriyor.
Sanki Sait Molla‘nın yuları ajan Frew'nun değil de Sadrazam Ferit’in elindeymiş gibi..
Konuşmasında,
Osmanlı hükümetini, “resmen” yapmadıkları bir eylemle ilişkili göstererek
töhmet altında bırakmaya yol açacak bir üslup kullanıyor.
“Bu
olayda Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan bilgi”
istemişmiş de, “Hiçbir cevap alamamış” da….
Vay
kurnaz deccal vay, vay Selanik’in uyanık zamparası vay!..
*
Evet,
olayın ardında Frew'nun bulunduğunu
biliyor, fakat TBMM üyelerinden bunu saklıyor.
Milletten
saklıyor.. Büyük yalancı, muazzam dolandırıcı..
Dili
ancak yedi yıl sonra, 1927 yılında çözülüyor. Ve meşhur Nutuk‘unda şunu söylüyor:
“… İstanbul’da mühim sayılacak teşebbüslerden
biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu isimden, İngilizlere muhip [dost]
olanların teşkil ettiği bir cemiyet anlaşılmasın! Bence, bu cemiyeti teşkil
edenler, kendi şahıslarını ve şahsi menfaatlannı sevenler ve şahıslarıyla
menfaatlarının dokunulmazlığı çaresini … arayanlardır. Cemiyette İngiliz
milletine mensup bazı maceracılar da
vardı. Mesela: Rahip Fru [Frew] gibi. Ve
muamelelerden ve İcraattan anlaşıldığına göre, cemiyetin
reisi Rahip Fru idi.”
(Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, İstanbul: Kaynak Y., 2015, s. 34-5.)
İşin
arkasında Frew'nun, yani İngiliz’in
olduğunu gayet iyi biliyor.
Fakat,
24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada, bu gerçeği gizliyor.
Şüpheleri Osmanlı hükümeti üzerine çekmeye
çalışıyor.
Dahası,
yedi yıl sonra, 1927 yılında bile gerçeği tam söylemiyor.
*
En
etkili ve inandırıcı yalanlar, gerçeğin
bir bölümü saklanmak suretiyle söylenen yalanlardır.
“Ulu
yalan” zampirik Atatürk de
böyle yapıyor.
Evet, yalanların önderi Atatürk, Rahip Frew’nun hareket
tarzından, onun “yaman bir istihbaratçı” olduğu açıkça anlaşılırken, “maceracılık” kelimesi ile onun rolünü basitleştirip
önemsizleştiriyor.
Nutuk‘un orijinalinde “maceracılar” yerine “sergüzeşt-cûlar” (macera arayanlar)
kelimesi geçiyor (Cû, arayan demek).
Yani
zampara Atatürk, Frew’nun, kendi başına hareket ederek macera arayan bir adam olduğuna inanmamızı
istiyor.
Olayın İngiliz İstihbaratı ve İngiliz devleti boyutunu gözlerden saklamak için
milletin önüne yem olarak başka bir “kişisel” izah şablonunu
atıyor.
Gerçeği
saklıyor.
Çünkü
gerçeği saklamaya ihtiyacı var.
Çünkü
bizzat kendisi, Frew’nun kullandığı bir piyon.
*
“İyi
bir yalancının iyi bir hafızası olmalıdır” denilmiştir.
Ancak,
ne kadar iyi hafızası olursa olsun, bir yalancının açık vermemesi mümkün
değildir.
Nitekim
Selanikli’nin yalanları da konuşmalarındaki
çelişki ve tutarsızlıklardan dolayı kabak gibi ortaya çıkıyor.
24
Nisan 1920 tarihinde yaptığı konuşmada, işine gelmediği için, Frew bahsine hiç girmiyor.
Altı
yıl sonra, 1926 senesinde, Falih Rıfkı Atay‘a,
bu şahısla sadece bir kez görüşmüş
olduğunu söylüyor. İkinci kez görüşmediğini özenle vurguluyor.
Sait
Molla gibileri elinde oynatmış olduğunu bildiği halde Frew için, “Bu zatın,
benimle görüşmeyi ne için istemiş olduğunu hâlâ anlamadım”
diyor.
Türk
tarihinin en saf adamı rolünü oynuyor.
Salağa
yatıyor.
Milleti
salak yerine koyuyor.
*
Bundan
bir yıl sonra, yani 1927’de ise hafızası bir başka türlü çalışıyor,
Nutuk‘unda, ajan Frew ile “bir iki defa” görüşmüş olduğunu itiraf ediyor. Ayrıca
ona yazdığı mektupta geçen “görüşmelerimiz” (görüşmemiz
değil) ifadesini bizzat kendisi aktarıyor.
Frew gibi bir ajan ile yaptığı görüşmelerin
mahiyeti bir sorun..
Bir
muamma..
Fakat
kart zamparanın bu konuda “Sadece bir kez görüşmüştüm,
yok yok bir iki kez görüşmüştüm, benimle niçin
görüştüğünü hâlâ anlayamadım” diyerek yalan
dolana başvurması daha büyük bir sorun..
*
Bir
insan niçin yalan söyler? Niçin yalan söyleme ihtiyacı duyar?
Bunun
tek bir cevabı yok..
Bazen,
birilerini aldatarak çıkar sağlama güdüsüyle
yalan söylenir.
Bazen
de çıkar kaybına yol açacak kabahat, kusur ve suçların saklanması için.. İhanetlerin
gizlenmesi için..
Üçüncü
bir şık, adamın bunamış olması, ne söylediğini
bilmemesidir.
Selanikli
zampara bunamış mıydı?
Hayır!..
*
Ulu
yalan zampirik Atatürk,
Frew ile koordineli hareket eden bir ajan değildiyse, 24 Nisan 1920 tarihinde
yaptığı açılış konuşmasında Frew‘dan neden hiç
bahsetmiyor da tepkilerin odağına Osmanlı hükümetini yerleştirmeye çalışıyordu?
Neden
Frew’nun, yani İngiliz Gizli Servisi‘nin başının altından çıkmış
bir dernekçilik oyununu bahane ederek Osmanlı
hükümetine tuzak kurmaya, onu köşeye sıkıştırmaya uğraşıyordu?
Cevap
basit: Kötü niyetten beslenen takiyyeciliği, ve gizli gündemi, yalan söylemesini,
bu tür numaralar çevirmesini gerektirdiği için..
Çünkü, İnönü’nün
dile getirdiği gibi, İngiliz’in meşum “karar”ının gayrimeşru çocuğuydu.
*
Onun
derdi İngilizler’le değil, Osmanlı ileydi..
Onun
derdi İngiliz ajan Frew‘larla değil, Damat Ferit gibi
İngilizler’in elinde maskaraya dönmüş aceze taifesinden Osmanlılar’laydı..
Evet,
adam gizli gündemle hareket ediyordu.
Silahları
ise takiyye ve yalancılıktı..
En
büyük avantajı ise Türk milletinin iyi niyeti ve saflığıydı.
Şansı
ise Vahideddin’in ona yönelik sınırsız hüsnüzannı ile milletin çaresizliğiydi..