Mehmet Hasan Bulut’un
“İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert” adlı
kitabında (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2018.) yer alan şu
satırlar ufuk açıcı:
“İngiliz
târihçi ve Hindistan’da idâreci Thomas B. Macaulay, 1835’te hazırladığı maarif
(milli eğitim) raporunda şöyle yazıyordu: “Sınırlı imkânlarımızla halk
kitlesine tahsil vermeye kalkışmamız imkânsızdır. Şu anda bizim ile idâre
ettiğimiz milyonlarca insan arasında tercümanlık yapabilecek bir sınıf
teşkil etmek için elimizden geleni yapmalıyız; kan ve ten
rengi bakımından Hintli ama zevk, kanâat, ahlâk ve anlayış bakımından İngiliz kişilerden
oluşacak bir sınıf”.
“Bu
sınıfı oluşturmak için [yeni kılık ve renklere bürünmüş] Tapınakçılar,
sömürgeleri Hindistan’da olduğu gibi, Osmanlı’da mektepler açmalı,
bu mekteplerde Osmanlı vatandaşı gençlere dine göre değil, kendi
arzularına göre yaşamayı öğretmeli, sonra da onlara, “Size öğrettiğimiz
bu hayatı rahatça yaşamak mı istiyorsunuz? O zaman sizi şeriat ile
idâre eden şu gerici Sultanı indirin, biz de size yardım edelim”
demelilerdi.” (s. 67-68)
Türkiye’de bu misyonu
sırtlayan kişi, Selanikli Mustafa Atatürk’tü.
Sadece Şeriatçı
sultanı değil, Şeriat’i ve Şeriat’in sahibi Allahu Teala’yı bile, efendisi
İngilizler ve (yahudisi ve hristiyanıyla) Batılılar için devlet ve toplum
hayatından kovmaya kalkıştı.
Bunun adına laiklik diyordu..
Türkçesi: Siyasal dinsizlik.
Allahu Teala’yı
bırakıp Selanikli zampara diktatöre “kul” olan Refik Ahmet Sevengil diye bir
densiz (Ki sonradan CHP milletvekili olacaktı), Uyanış Dergisi’nin
15 Temmuz 1929 tarihli sayısında “Allah’ı da sultanla birlikte tahtından
indirdik” diye yazacaktı.
Çünkü, İngiliz’in piyonu
Selanikli zamparayı tanrı yapmışlardı.. Ondan aldıkları güçle semaya
havlıyorlardı.
*
Bulut, sözlerini şöyle
sürdürüyor:
“Mustafa
Kemal’in okuduğu Şemsi Efendi Mektebi (okulu), ilk başta Şemsi
Efendinin şahsî teşebbüsleri ile sıbyan mektebi olarak başlamış, Selânik’in
ileri gelen zenginlerinin desteğiyle ‘Mekteb-i Terakki’ adını alarak 1880’de
yatılı bir mektep olmuştu. Fakat İmparatorlukta asıl tesiri görülen, … (yahudi zengin)
Rothschild ailesinin desteğiyle …
kurulan Alliance Israelite Universelle’nin
(Evrensel Yahudi Birliği) mektepleriydi.
Türkçe’de kısaca ‘Alyans’ olarak bilinen bu mekteplerde, Fransızca … laik
dersler öğretiliyordu. …
“(İstanbul’da
faaliyet gösteren) Notre Dame de Sion (Siyon Kızkardeşleri
Cemaati) mektepleri de Rothschild ailesinin desteğiyle kuruldu.
“Tapmakçılara
ait bir diğer mektep, 1863’te Sultan Abdülaziz zamanında kurulan (ve gelecekte
Boğaziçi Üniversitesi’nin nüvesini teşkil edecek olan) Robert Kolejiydi.”
(s. 68-70)
Şemsi Efendi (Soner
Yalçın’ın Efendi adlı kitabında yazdığına göre),
bir Sabetayistti (yahudi dönmesiydi).. Mezarının, Üsküdar’daki
(Sabetayist mezarlığı olarak bilinen) Bülbülderesi Mezarlığı’nda olması da bu
bilgiyi doğruluyor.
Selanikli Atatürk, ilk
eğitimini Şemsi Efendi’nin ağuşunda almıştı.
*
Bulut’un kitabındaki
şu satırlar, “Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i rüyamda gördüm”
diyen her mühtediye (hidayete erip müslüman olana) inanmamak, yaşayışına,
faaliyetlerine, yaymaya çalıştığı fikirlere ve bağlantılarına dikkat etmek
gerektiğini ortaya koyuyor:
“1842’de
Roma’ya giden (Notre Dame de Sion mekteplerinin kurucusu yahudi
banker) Alphonse Ratisbonne burada, daha evvel Pavlus ve
Loyola’nın yaptığı gibi, Hazret-i Meryem’in kendisine göründüğünü söyleyip
Katolik oldu ve isminin başına ‘Marie’, yani ‘Meryem’ koydurdu. Din ve isim
değiştirince Cizvitlere katıldı.” (s. 69)
Rüya uydurma, sadece
yahudilere özgü bir yetenek değil.. İstihbarat teşkilatlarının da çok
kullandığı bir taktik..
Bazen bir kimseye
yanaşmak (ya da zaten adamları olan birini parlatmak) için onunla ilgili rüya uydururlar,
bazen de insanların güvenini kazanmak ve etraflarında toplanmalarını sağlamak
için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i rüyalarında gördüklerini
söylerler.
İnsanın kendisinden
başkasının rüyasına itimat etmemesinde sayısız fayda vardır. Hatta kendisinin
gördüğü her rüyayı da önemsememelidir.
*
İngiltere
başbakanlarından Henry Asquith’in oğlu Raymond, arkadaşı Herbert Aubrey’e
yazdığı bir mektubunda “Hayatın şarabını sen içiyorsun, başağrısını başkaları
çekiyor” diye yazmıştı (s. 103).
Haklıydı.
Herbert’in babası,
mason locasının üstad-ı azamıydı ve zengin bir adamdı. Ailesi, Herbert’in
eğitimi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı.. İngiltere’nin (devlet adamı
yetiştirmesiyle maruf, Osmanlı Sarayı’nın Enderun’unu akla getiren) en gözde
okulu Eton Koleji’nde okurken bile özel öğretmeni vardı. Gözü ileri derecede
bozuk olduğu için üniversite öğrenimi sırasında daima yanında bir sekreter
bulundurmuş, imtihanlarda bile cevapları ona yazdırmıştı.
Üniversiteyi
bitirdikten sonra Japonya’da İngiliz diplomatik temsilciliğinde ataşe olarak
görev üstlendi.. Ardından Çin, Mısır, Girit ve Yunanistan’ı gezdiğini
görüyoruz. Ve, henüz 24 yaşındayken İstanbul’da İngiltere Büyükelçiliği’nde
vazife almış olduğunu öğreniyoruz:
“Aubrey,
1904 yılı Nisan ayının ortalarında şiddetli bir yağmur altında İstanbul’a
vardı. Deniz simsiyah gözüküyordu. Üzerine yıldırımlar düşen bu şehre daha önce
hiç gelmemişti ama hakkında çok şeyler duymuştu. Sultan’ın korkusundan hiçbir
Türk’ün gelip de İngiliz elçiliğinde yemek yiyemediğini biliyordu mesela. Bir
İngiliz olarak daha şimdiden Türklerden, Sultan Abdülhamid’ten ve kurduğu
istihbarat ağından nefret ediyordu. Ertesi gün, yani Pazar gecesi elçilikte
Büyükelçi Nicholas ve karısı ile birlikte akşam yemeğinde buluştu. Mavi gözlü, uzun
boylu bir İrlandah olan Nicholas, İstanbul’da altıncı yılını dolduruyordu.
“…
Türkçe öğrenmeye başlayan Aubrey, başkentte konuşulan dillerin çeşitliliğine
hayran kalmıştı. Elçi Nicholas Türkçe bilmiyordu ama çalışanlarının yabancı dil
öğrenmesi için elinden geleni yapıyordu. Aubrey hemen Türkçe, Arapça ve
Rumca kurslarına başladı.” (s. 118-120)
Aubrey, Sultan
Abdülhamid’den öyle nefret ediyordu ki, onu “Abdul the Damned” (Lanet
olası Abdül) diye adlandıracaktı (s. 111).
Fakat, zaman gelecek
Sultan Hamid, özellikle İngilizler’in katkılarıyla hayatın başağrılarının
kurbanı olacak, Aubrey ise Selanikli Atatürk sayesinde yaşam şarabının keyfini
çıkaracaktı.
*
Bulut sözlerini şöyle
sürdürüyor:
“İstanbul’u
ve elçilikteki arkadaşlarını sevmişti Aubrey. Çok fasih Fransızca konuşabilen
kâtip Percy Loraine vardı mesela içlerinde. İleride İngiltere’nin
Türkiye Büyükelçisi, Mustafa Kemal’in poker arkadaşı ve onu ölüm döşeğinde son
görenlerden biri olacaktı. Hatta Mustafa Kemal ölmeden evvel ona Türkiye
Cumhuriyeti cumhurreisliğini (cumhurbaşkanlığını)
teklif edecekti.” (s. 121)
Burası önemli..
Çünkü, çoğu Türk
vatandaşı için akla havsalaya sığmayacak birşey söyleniyor.
Yedi düvele karşı
vatanı savunup Türkiye’ye istiklalini kazandırmış olduğu söylenen Selanikli
zampara böyle bir “çılgın Türk”lük yapmış olabilir mi?
Bulut ayrıntıya
girmiyor.. Biz girelim..
Öncelikle şunu
söyleyelim: Bir zamanların katibi, sonrasının büyükelçisi Percy Loraine,
gerçekten de Selanikli Atatürk’ün yakın dostuydu.
Vefasını dostu
Selanikli ölünce de gösterdi.
Esra S. Değerli, Atatürkçü bir dergide yayınlanan bir
makalesinde şunu diyor:
“Sir Percy Loraine’nin
bir İngiliz yurttaşı ve diplomatı olarak, Atatürk’ü anlama, anlatma ve onun
hakkındaki asılsız iddiaları çürütmek için gösterdiği çaba
övgüye değerdir.”
(Esra Sarıkoyuncu
Değerli, “Bir İngiliz Diplomatın
Gözüyle Mustafa Kemal Atatürk”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt XXIII - Sayı 67-68-69, Kasım
2007, s. 187-218.)
Bu
ifade, Değerli’nin makalesinin en son cümlesi ve de paragrafı durumunda.
Buradan
anlıyoruz ki, Sir Loraine, Atatürk hakkında asılsız iddiada bulunabilecek biri
değil.
Tam
aksine, onun hakkındaki asılsız iddiaları çürütmek için övgüye değer
bir çaba sarfetmiş.
*
Yıllar
önce, Millî Gazete yazarı Mehmed
Şevket Eygi şunları yazmıştı:
“M. Kemal Paşa, 1938’de ölüm döşeğinde iken, Ankara’dan
İngiltere büyükelçisi Sir Percy
Loraine’i çağırtmış, geldiğinde odadakileri dışarıya çıkartmış,
elçiden bir şey istemişti. İstediği neydi? Elçi bunu hatıralarında
yazıyor. Yakın tarihimizin bu sırrını bilenler el kaldırsın."
(“Türkiye’nin En Büyük Realitesi”, Millî
Gazete, 24 Kasım 2017; http://www.milligazete.com.tr/makale/1425820/mehmed-sevket-eygi/turkiyenin-en-buyuk-realitesi)
Haydi eller beraberce
havaya..
Bu Loraine, Atatürk
hakkında M. Şevket Eygi’nin ve yazarımız Mehmet Hasan Bulut’un iddia ettiği
türden açıklamalarda bulunmuş mu acaba diye kendimize sorduğumuzda
karşımıza Kadir Çandarlıoğlu’nun “Hilafet.org sitesinden
alıntılanmıştır” kaydını düşerek yazdıkları çıkıyor:
Aşağıda
kıraat edecekleriniz (okuyacaklarınız) “The Sunday Times (London)”
isimli İngiliz gazetesinin 11 Şubat 1968 tarihli nüshasında [8. sayfada] Martin
Gilbert tarafından neşredilen “How Our Man Declined To Rule
Turkey” [Adamımız Türkiye'yi Yönetmeyi Nasıl Reddetti?] isimli
makalenin Türkçe tercemesidir.
Makalenin
Türkçe çevirisi:
Kasım
1938 Türkiye’nin şefi Kemal Atatürk’ün vefat ettiği tarihtir. …
Atatürk’ün
vefat döşeğinde, üzerinde en fazla tefekkür ettiği mesele; kendisinden sonra
programını tatbik edebilecek birisini bulup yerine geçirip geçiremeyeceği
hususuydu.
Bunun
için zamanın İngiliz sefiri (Büyükelçisi) Sir Percy Loraine‘i İstanbul’daki
Dolmabahçe Sarayı’na çağırdı. İkisi arasında geçen mülakatlar yaklaşık olarak
otuz (30) sene gizli kaldı. Gizli mülakatlar ilk olarak Piers Dixon’un babası
(Sir Percy Loraine) hakkında hazırladığı “Double Diplomat” (Çifte
Diplomat) isimli kitabında yer aldı ve daha sonra da “Hutchinson
Yayınevi” tarafından neşredildi.
Piers
Dixon’un dökümanları arasında Sir Percy Loraine tarafından zamanın İngiliz
Dışişleri Bakanı Lord Halifax’a gönderilmiş bir telgraf da vardı.
Telgraf İngiliz tarihinin en mühim senetlerinden birisi idi. Loraine, vefat
döşeğinde olan diktatörle yaptığı bu mülakatı çok enteresan olarak
nitelendiriyordu.
Bu
vesikada Loraine, Lord Halifax’a şunları yazıyordu:
“…
Huzuruna vardığımda ekselanslarını yastıklara yaslanmış vaziyette, iki tabib
ile, hemşirenin tedavisi altında gördüm. Ben girdiğimde, Reis (Mustafa Kemal),
hizmetinde bulunanların ve hemşirelerin dışarı çıkmalarını istedi ve ihtiyaç
anında kendilerini çağırabileceğini ifade etti. Ondan sonra, ekselansları
benimle yavaş yavaş, fakat dikkatlice konuşmaya ibtida etti. Beni hiç bir zaman
bana layık olmayan makamda görmek istemediğini, “Beni daima en layık makamlarda
görmek istediğini” ve beni buraya onun için çağırdığını söyledi. Hakkımda arzuladıklarını
gerçekleştirmem için çok ricada bulundu.
Kendisine
müsbet bir cevab vermemi taleb ediyordu.
Şüphesiz
ben geçmişte onunla bir arada çok bulundum ve çok mulâkatlar yaptım. Fakat bu,
son mulâkatım olabilirdi. O, uzun ve mâcerâlı hayatı boyunca beraber çalıştığı
arkadaşlarından bir çoğunu (kendisinden uzaklaştırarak) kaybetmiş ve yapılan
tavsiyelerin bir çoğunu da reddetmişti. Sadece benim dostluğuma ve
nasihatlarıma güveniyor ve bu dostluğun pekişmesine ehemmiyet veriyordu. Ben
sanki Türkiye’nin başbakanıymışım gibi, benimle çok sade ve serbest bir
vaziyetde meşveret ediyordu. Onun bir reis olarak vefatından evvel,
kendi makamı için birisini takdim etme selahiyeti vardı. Onun en büyük
arzusu kendisinden sonra “Türkiye’nin Reisi” olarak onun vazifesini üzerime
almam idi. Teklifi karşısında benim nasıl bir cevab vereceğimi bir an evvel
bilmek istiyordu. Mütefekkirane bir sessizlikle geçen bir anlık bekleyişden
sonra ekselanslarına (Mustafa Kemal’e) “Bütün taleb ve duygularımı kelimelerle
izah etmeye yetkili değilim!” şeklinde cevab verdim. Hakikaten o anda çok
şaşırmış bir vaziyetde tefekkür ediyordum; hatırladığım kadarı ile yapmış
olduğum mulâkatların hiç birisinde bu kadar derin tefekkür edecek derecede bir
mülâkatla karşılaşmamıştım.
Ekselansları
(Mustafa Kemal) yaptığı bu teklif ile sadece benzeri görülmemiş bir ikramda
bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda majestelerinin (İngiliz kralının)
hükümetine olan bağlılığını da izhar ediyordu. Ekselansları benim
ömrümün büyük bir kısmını majestenin hükümetinin hizmetinde geçirmiş olduğumu
biliyordu. Ben halihazırdaki işimde bir kaç sene daha çalışmayı ümit ediyordum.
Ekselansları ise, şimdi benden kesin bir cevab taleb etmekteydi.
Kendilerine
şu cevabı verdim:
“İdarî
işleri iyi yapıp yapamıyacağımdan şüphe ediyorum. Türkiye’nin
Reisicumhurluğu’nu yüklenmek mesuliyeti ile İngiltere Sefirliği (büyükelçiliği)
arasında çok büyük fark vardır. Tecrübe ve kabiliyetlerimin, ancak elimdeki işi
yürütmek için aranan imtiyazlar olduğunu biliyor; bunun için kesin bir şekilde
ve üzülerek teklifinizi kabul edemediğimi bildiriyorum!”
Ben
konuşmamı bitirdikten sonra ekselansları (Mustafa Kemal) çok heyecanlandı ve
yatağına tekrar gömüldü, hizmetinde bulunan hemşireleri çağırdı (ve derin bir
uykuya daldı.) Ekselansları ikinci defa konuşmaya ibtida edebildiğinde (başlayabildiğinde)
kendisine bildirdiğim kararda müessir [etkili] olan hususları idrak ettiğini söyledi.
Durumu henüz verdiğim cevabdan çok üzüldüğünü söyleyebilecek kadar iyi idi.
Benden başka bir cevab alamayacağını idrak edince “Reislik” için İsmet İnönü’yü
tavsiye etti. Atatürk sonra dirseklerine dayanarak doğrulmaya çalıştı ve
ellerimi sıktı, gelecekte de Britanya ve Türkiye ilişkilerinde faal roller
oynayacağımı belirterek teşekkür etti ve kendinden tekrar geçti.
Bu
teklifi reddedişimin isabetli bir karar olduğunu düşünüyorum. Şayed yapmış
olduğum teşebbüslere dair ekselanslarından te’yidli bir mesaj alabilirsem pek
müteşekkir ve mesrur olurum.
Lütfen
Kral’a da bildiriniz!..”
*
Çandarlıoğlu, konuyla
ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
“Olay
böyle, ancak ünlü Alman Dergisi “Der Spiegel”in 19 Şubat 1968
tarihli sayısında [sayfa 131], başka bir İngiliz diplomatın “Sunday Times”
gazetesini arayarak bu gönderiyi kendisinin “şaka” amaçlı kaleme
aldığını söylediği yazmaktadır. İngiltere gibi bir devletin diplomatı böyle
ciddi bir konuda nasıl “şaka” yapabilir anlamak gerçekten güç. Fakat bu bilgiyi
de verelim istedik. Sevmediğimiz bir insan da olsa haksızlık yapmak
istemiyoruz. Lakin bu tekzip de düşündürücü… Belki de Türkiye ile diplomatik kriz
yaşanmaması için tekzip edildi. Bilemiyoruz, ancak yukarıda da gördüğünüz gibi
böyle bir telgraf var.
“Şaka
mı, değil mi, kararı okuyucu versin.”
(https://belgelerlegercektarih.com/2013/01/26/m-kemal-ataturk-bir-ingilizi-turkiyeye-reis-mi-yapacakti/)
Der
Spiegel,
yazı yayınlandıktan sekiz gün sonra, böyle bir gazetede böyle bir yazının
yayınlanmış olduğunu teyit etmiş.
Konu ayrıca, The
New York Times’in 13 Şubat 1968 tarihli sayısının 16’ncı sayfasında da
kendisine yer bulmuş.
*
Burada iki
ihtimal var..
Birinci ihtimal olayın
gerçekten bir şaka olması..
Ancak, bu ihtimal
çerçevesinde önümüze şu soru gelir: Sir Loraine’in oğlu Piers Dixon,
babası hakkında böyle bir şaka yapılmasını ve kendisinin de
buna alet edilmesini diyelim ki kabul etti, peki makale yazarı Martin
Gilbert’in, bir gazeteci olarak gelecekteki güvenilirliğini tehlikeye
atacak, kendisinin ciddiyetsiz olarak nitelendirilmesine yol açacak, kariyerini
tehlikeye düşürecek bir şakaya alet olmayı kabul etmiş olması makul mü?
Bundan kazancı ne olacaktı?
Dahası, gazete
yönetimi böyle bir “eşek şakası”na alet edilmeyi kabul eder miydi?
*
Çandarlıoğlu’nun
yazısının altına “Meraklı Kişi” adıyla 4 Ağustos 2018 günü yorum ekleyen
birisi şunu diyor:
1)
Bu telgraf şaka yapmak amacıyla yazılmış. (İngiliz arşivlerinden
çıkmamış zaten, bir diplomatın (Piercon Dixon) ölümünden sonra oğlu dosyaların
arasından bulup yayınlamış.
2)
Telgrafı şaka amaçlı yazan Charles Mott-Radclyffe’tir (bu şaka
yapıldığı zaman Roma’da ataşe olarak bulunmaktaymış) …
5)
Percy Loraine sık olarak Ankara’daki günlerinden bahsetmekte ve kendisini
övmekte olduğundan altında çalışan Charles Mott-Radclyffe şaka
amaçlı bu telgrafı hazırlar ve bir nüshasını da Piercon Dixon’a verir.
6)
Telgraf sözde Percy Loraine tarafından Lord Halifax’a yazılmış gibi
görülmektedir ancak telgraf çekilmemiştir.
Telgraf çekilmiş mi,
çekilmemiş mi, bunu bilemeyiz, fakat yayınlanmamış olması, çekilmemiş olduğunu
iddia etmek için tek başına yeterli olmaz.. Hiçbir devlet tüm yazışmalarını
kamuoyuna açıklamaz.
Hepten gizlemez ama
hepsini de ortaya dökmez.
Ancak, önümüze şu
sorular geliyor: Charles Mott-Radclyffe şaka amaçlı bu telgraf
hazırlamış ve bir nüshasını da Piercon Dixon’a vermişse, neden bu
Piercon onu kutsal bir emanet gibi muhafaza etmiş?
Gülüp geçmesi ve yırtıp
atması gerekmez miydi?
Ve neden bu şakayı
sürdürmüş, gazeteci Martin’i ve çalıştığı gazetesini buna alet etmiş?
Neden gazeteci Martin söz
konusu telgrafı, “Bir Hariciyecinin Bir Büyükelçi İçin Yaptığı İlginç Şaka”
diye haberleştirmemiş de gerçek bir olay gibi yazmış?
Ve neden olayın bir
şaka olduğunu söz konusu gazete ve de gazeteci bir başka yazıyla kamuoyuna
açıklamamış, sağırmış gibi kulaklarının üstüne yatmışlar?
Neden Loraine’in
oğlundan hiç ses seda çıkmamış?
*
İkinci ihtimal,
(sonradan İngiliz Hariciyesi’nin devreye girip olayı şaka diye
kapatmaya çalıştığı) bir tarihî gerçeğin ya da sırrın kazara ifşa
edilmiş olması.
Sir Loraine’in (Mehmet
Şevket Eygi’nin zannının aksine) kendisi tarafından değil, kazara oğlu ve acar
bir gazetecilik heveslisi tarafından..
Bu ihtimal
çerçevesinde İngilizler'in Daily Mail Gazetesi’nin
muhabiri G. Ward Price’ın anılarında ortaya attığı bir iddia
gündeme gelir: Atatürk, işgalci İngilizler’den, kendisini sömürge valisi olarak
istihdam etmelerini istemişti.
Pierce’in iddiasına
göre, Atatürk (İngiliz istihbaratıyla bağlantılı olduğunu düşündüğü) kendisi
vasıtasıyla İngiliz yetkililere şu teklifi iletmişti:
“Eğer
İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa
Britanya [İngiltere] idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile
işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet
dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup
olmayacağını bilmek isterim…”
Bu iki iddiayı
biraraya getirirsek şu sonuca varırız: Atatürk, kendisini bir tür İngiliz
valisi gibi kabul ediyordu, bu psikolojiden kendisini kurtaramamıştı.
*
İngilizler, Selanikli
Mustafa Atatürk'ü vali yapmadılar, fakat ona çok daha büyük
bir bağışta bulundular.
Tarihe basit bir
İngiliz sömürge valisi ve işbirlikçi piyon olarak geçecekken, bu kalitesiz
kumaştan, ülkesini kurtaran ve yeni bir devlet kuran bir siyaset dehası ürettiler.
Bu gerçeği, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin
Batı Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet İnönü, 1973 yılında,
cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde, son
derece veciz ve özlü bir şekilde, “kör gözüne parmağım” açıklığında dile
getirdi:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Atatürk, İngilizler’in
kendisine meşhur Dizbağı Nişanlarını vermek istemelerine gerekçe
olarak “İngilizler beni sever de ondan” derken, İnönü'nün yarım asır
sonra açıkça dile getireceği bir gerçeğe parmak basmış oluyordu.
Adamlar sizin bir
devlet kurup başına geçmenizi sağlamışlar, sevmeseler yaparlar mıydı?!. Nişan
dediğin ne ki, altı üstü bir metal parçası..
Dolayısıyla Selanikli
Mustafa Atatürk'ün de İngilizler'i, onların büyükelçisine kendi tahtının varisi
olmayı teklif edecek derecede seviyor olması, "hayatın olağan akışı"na
uygundur.
Yadırganamaz.
*
Bu yüzden, Yeşilçam
filmlerinin "Senin annen bir melekti yavrum" repliğinden hareketle
"Senin atan bir ajandı yavrum" dersek, olayı tam ifade etmiş
olamayabiliriz.
Burada ajanlıktan öte
bir durum var.. Selanikli Mustafa Atatürk, "fena fi'l-İngiliz"
olmuş durumdaydı.
Koskoca bir ülkeyi ve
milleti, İngiliz ilke ve inkılaplarının deneme tahtası haline
getirdi.