Mehmet Hasan Bulut’un dikkat çektiği
gibi, İngiliz casus Aubrey Herbert’in
kadim dostu Selanikli zampara, İngilizler’le münferit (Almanlar’dan ayrı olarak
tek başına) bir barış yapmak için hükümet darbesi yapmayı planlamıştı.
Fikrini “üç beyinsiz”lerin en beyinsizi Cemal Paşa’ya açmış, ikna etmek için
sadrazamlık koltuğunu ona teklif etmişti.. Tabiî kendisini unutuyor değildi,
Harbiye Nazırlığı (Milli Savunma Bakanlığı) koltuğu da onun olacaktı.
Fakat, başarısızlık ihtimalini düşünen
Cemal, teklifi kabul etmedi. (Bkz. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve
Aubrey Herbert, 4. b., İstanbul:
IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2018, s. 299.)
[Selanikli, darbe hevesinden hiçbir zaman
vazgeçmedi.. Mondros Mütarekesi’nin akabinde İstanbul’a gelince Mareşal İzzet Paşa’nın hükümet kurması
için ayağının tozuyla Meclis-i Mebusan’da entrika çevirmiş fakat başarılı
olamamıştı.. Tahmin edilebileceği gibi, gözü yine Harbiye Nazırlığı koltuğunda idi. Entrikaları sonuç vermeyince (ilk TBMM hükümetinin başbakanı Rauf Orbay’ın hatıratında
anlattığına göre) İttihat ve Terakki’nin eski İaşe Nazırı (Bakanı) Kara Kemal ile bir darbe planı yapmış
fakat İsmail Canbolat’ın tepki
göstermesi üzerine geri adım atmıştı. Olayın Canbolat tarafından başkalarına söylenmesi ihtimalinden çekindiği
için ona “Ben Kara Kemal’in ağzını arıyordum” demişti.. O günlerde en yakın
arkadaşları Rauf Orbay, Fethi Okyar ve Canbolat’tı.. Canbolat’tan intikamını,
sekiz yıl sonra, İzmir suikasti girişimine dolaylı destek vermiş olduğu iddiasıyla astırarak aldı. Asılacaklar
listesinde yer alan Kara Kemal, yakalanmamak için intihar etti. Tiyatro tipi yargılamalar sırasında yurtdışında bulunan Rauf Orbay ise, malına mülküne el konularak 10 yıl hapse mahkum edildi, yurda
dönmedi, dönemedi.]
*
Çanakkale muharebeleri sırasında casus Aubrey’le tekrar temas kurmuş
olan Selanikli zamparanın, onunla olan temasının ardından artık hayatını “İngilizler’le behemahal barış” ilkesine
göre sürdürmeye başladığını görüyoruz.
Bu yöndeki ilk girişimi, Cemal Paşa’yı
İngilizler’le barış yapacak bir darbe hükümeti kurmak için kışkırtma
teşebbüsüydü.
Cemal’den olumsuz cevap alınca, savaş hâlâ tüm hızıyla sürerken 5 Aralık 1915’te kendi isteğiyle Çanakkale'den ayrıldı, Edirne’deki bir birliğe katıldı.
Bahanesi sağlık sorunlarıydı..
Gerçek neden ise, Osmanlı Devleti'nin aksine Selanikli zamparanın İngiltere ile kişisel düzeyde münferit bir barış yapmış, İngiliz'in içerideki adamı haline gelmiş olmasıydı.
Edirne'de, aradığı barışı buldu, fakat, kısa süre sonra, atandığı
birlikle beraber Edirne’den Doğu Anadolu’ya gitmek ve Ruslar’la çarpışan kuvvetlere
katılmak zorunda kaldı.. Ancak bu, sorun edilecek bir şey değildi, çünkü
karşısında İngilizler yoktu.
Ne var ki talihsizlik yakasını bırakmıyordu, 1917 yılı başlarında, Mekke ve Medine’yi savunmakla görevlendirilen birliklerin komutanlığına atandı.. Oradaki düşman, İngilizler ile İngilizler’in kışkırttığı Araplar’dı.
Tahmin edilebileceği gibi, Selanikli zampara, görevi kabul etmedi.
Mevzubahis olan İngiliz'in menfaati idiyse, vazifesi de, Hicaz da teferruattı.
*
Görevi kabul etmemekle, dostu İngilizler’le
karşı karşıya gelme felaketinden kurtulduğunu zannediyordu, fakat şanssızlık
yine yakasını bırakmadı.. 5 Temmuz 1917'de, Suriye ve Filistin’i İngilizler’e
karşı savunmakla görevli olan Yıldırım
Ordular Grubu emrindeki 7. Ordu'ya komutan olarak atandı.
Görevi (hem de savaş zamanı) bir kez daha
reddetmesi sınırları zorlamak olurdu, bardağı taşıran hamle olarak yorumlanabilirdi.
Görev yerine gitti, fakat cepheden kaçmak için
sürekli mızmızlandı, herşeyi sorun yaptı, ve grup komutanı Falkenhayn ile olan
görüş ayrılıklarını bahane ederek sadece üç
ay sonra, 4 Ekim günü görevinden istifa etti.
“Mevzubahis
vatansa Falkenhayn ile olan geçimsizliğim, huysuzluğum, kaprislerim teferruattır” demedi..
Zaten, 400 yıldır Osmanlı egemenliği (ve Prof.
Erhan Afyoncu gibi isimlerin dikkat çektiği gibi 800 yıldır Türk hakimiyeti) altında
bulunan Filistin ile Suriye’yi vatandan da saymıyordu.
*
Evet, Filistin ile Suriye’yi vatandan
saymıyordu..
Bunu nerden biliyoruz?..
Selanikli zamparanın bizzat kendi
ifadelerinden..
Bu
bilgimizi, günlüklerini yayına hazırlamış olan “manevî kızı” Prof. Afet
İnan’a borçluyuz. Kitap, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış bulunuyor: M.
Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Ankara, 1983.
Ancak kitap, zamparanın sadece Karlsbad hatıralarından ibaret değil.
Prof. İnan, “Ben bu kitabı hazırlarken … 1881'den 1918'e
kadar Mustafa Kemal Atatürk'ün meslek ve fikir hayatı ve diğer
hatıra defterlerinden kısa bilgiler, asıl el yazısı ile defterden ise bir
derleme yaptım” diyor.
İyi
yapmış..
Bu
derlemesi sayesinde, Selanikli zamparanın, Birinci Dünya Savaşı sonrasında
İngiltere hesabına çalışmış
olduğunu kesin bir biçimde anlıyoruz.
Bunu
bir Kadir Mısıroğlu ya da benzeri
bir araştırmacı yazsa, zamparaya iftira atıldığını düşünenler çıkabilirdi..
Fakat, yazan, materyalist/maddeci adamın manevî kızı.. Ve kızın dayandığı materyal de zamparanın kendi günlüğü..
Kendi
notları.. Hem de kendi el yazısıyla..
Bundan
daha kesin delil olmaz.
*
Yukarıda, Selanikli’nin önce Hicaz’ı savunacak kuvvetlerin
komutanlığına atandığını, fakat kabul etmediğini, ardından da Filistin’deki Yedinci Ordu'nun komutanlığını üstlenmesinin gündeme geldiğini ifade etmiştik.
Afet
İnan, mezkur kitabında şunu diyor:
“Bu
esnada diğer bir cephe olan güneyde ''Hicaz Kuvve-i Seferiyesi'' adı ile teşkil
edilmek istenilen kuvvetin
kumandanlığına, Mustafa Kemal Paşa tayin edilmiş (1917). Kendisi bu emri
alınca Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın da bulunduğu Şam'a gitmiştir.
Burada, Hicaz ve Suriye'nin askeri durumunu, özellikle cephelerdeki
genel durumun tehlikeli olduğu ve bunun için esaslı tedbirler alınması
gerektiğini delilleriyle anlatmıştır. Önerdiği esaslar şöyle idi: ''Derhal Hicaz'ın boşaltılması ve toplanabilecek kuvvetlerle Suriye
Cephesi'nin kuvvetlendirilmesi''. Bunu delilleriyle oradaki heyete
anlattığı için, kabul edilmiş ve böylece kendisine verilmek istenen vazifeye de
gerek olmadığı anlaşılmıştır.”
Görüldüğü
gibi, “Hicaz’ı (Mekke ve Medine’yi) İngilizler ile işbirlikçisi Şerif Hüseyin’e
bırakalım gitsin” diyor.
Fakat,
bu vatan sevmezliğine sahte bir vatanseverlik maskesi giydiriyor,
sanki Suriye’nin savunulmasını dert ediniyormuş da taktik icabı Hicaz’dan
vazgeçmeyi gerekli görüyormuş gibi numara yapıyor.
Şaşırtıcı değil, çünkü (günlüğünde itiraf ettiği gibi) gerçek
düşünce ve niyetlerini saklamak gibi bir meziyeti
vardı.
Hicaz’ı
umursamadığını, “Verelim gitsin” dediğini, Afet İnan’ın bu ifadelerinden öğrenmiş durumdayız..
Peki,
Hicaz’ı İngiliz’e altın tepsi içinde mirasyedi bonkörlüğüyle sunarken
“Höngüüürt de höngürt” diyerek Suriye için döktüğü gözyaşlarının yapmacık ve sahte olduğundan nasıl emin olabiliyoruz?
Kadir Mısıroğlu böyle söylüyor da onun değerlendirmelerini "bilirkişi" kanaati kabul ettiğimiz için mi?
Hayır,
bunu söyleyen de yine Afet İnan.. Zamparanın manevî kızı..
*
O
günlerde İngiltere’de Osmanlı Devleti'nin geleceğiyle ilgili planları, eski
Hindistan Valisi Lord Curzon yapıyordu.. Hükümette etkili bir konumdaydı.
Türkler'in
İslam dünyasındaki nüfuz ve itibarına son verilmesi için şu dört adımın atılması gerektiğini düşünüyordu:
Birincisi,
Müslümanlar’ın kutsal beldeleri, yani Hicaz (Mekke ile Medine) Türkler'in elinden
alınmalıydı.
İkincisi,
hilafet kurumu ortadan kaldırılmalı, böylece Türk devletinin İslam
dünyasındaki liderlik konumuna son verilmeliydi.
Üçüncüsü,
Osmanlı Devleti’nin varlığına son verilip Türkler’e Anadolu’da bir gecekondu
devlet hibe edilmeli ve böylece Türk milletine, imparatorluk
geçmişi ve tarihi, hatta bütün bir medeniyeti ve kültürü, o medeniyet ve
kültürü ayakta tutan kurumları unutturulmalıydı.
Türkler,
uygarlık ve çağdaşlık adına kendi medeniyetine, kültürüne, tarihine ve özüne
düşman "çılgın" (çıldırmış) ve şuursuz, ne yaptığından habersiz mankurtlar haline getirilmeliydi.
Dördüncüsü:
Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının payitahtı olması hasebiyle buram buram imparatorluk kokan İstanbul, artık
Türkler’in başkenti olmamalıydı. Osmanlı
Devleti’nin yerini alacak olan yeni devlet, başkenti Anadolu'da olan, (Lidya ve
Frigya gibi) devletler şampiyonasının ikinci ya da üçüncü liginde oynayan
"iddiasız" bir devlet olmalıydı.. Afrika'daki köksüz, tarihsiz ve
medeniyetsiz muz cumhuriyetlerini hatırlatmalıydı..
Altı asırlık muhteşem çınar Osmanlı İmparatorluğu’nu
değil.
*
Evet,
Selanikli Mustafa Atatürk de tıpkı İngilizler gibi düşünüyordu.. Osmanlı,
Hicaz’ı bırakmalıydı..
Hicaz’da
söz, Osmanlı Türkleri’nin değil, Atlas Okyanusu’ndaki sisli ve puslu adanın
sakinleri olan İngilizler’in (ve de onların uşaklığını kabul edenlerin) olmalıydı.
Zamparanın
Hicaz’ın İngilizler’e altın tepsi içinde sunulmasını savunurken ortaya sürdüğü
gerekçe, Suriye’nin savunulmasıydı.
Fakat,
yalan söylüyordu.. Samimi değildi..
Afet
İnan’ın sözlerinin devamı işte tam da bunu ortaya koyuyor:
“Suriye Cephesi tehlikeli durumu
muhafaza etmekte iken, Bağdat'ı geri almak için hazırlanan ''Yıldırım Orduları
Grubu'' Kumandanlığı'na Alman generali Falkenhayn
tayin edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da (5 Temmuz 1917) bu gruba bağlı
olan 7. Ordu'ya nakledilmiştir. Ancak kendisi Alman kumandasının
askeri planlarını uygun bulmadığı gibi, iç idareye karışmalarına da razı
olmuyor ve bu zihniyete karşı geliyordu. General Mustafa Kemal bu fikirlerini
delilleriyle raporlar halinde Osmanlı hükümetine, sadrazama, başkumandan vekili
ve Harbiye Nazırı'na bildirmiştir. Irak'ta yapılacak askeri hareketin de
hiçbir sonuç vermeyeceğini görüyordu. Hakikaten bu cephelerdeki durum
gittikçe tehlikeli bir hal almakta iken, Sina Cephesi'ndeki İngiliz ordusu ve
donanması Filistin ve Suriye'yi
tehdit eder durumda, hazırlık içinde idi. Buna karşı ''Yıldırım Orduları
Grubu'' Kumandanı Falkenhayn tarafından tertip edilen askeri planın başarı
sağlaması mümkün değildi. Mustafa Kemal Paşa, buradaki inceleme ve
izlenimlerinin sonucu, bu tertiplerin başarılı
olmayacağını ve memleketin genel zaafını, mülki idarenin artık
güvenilemeyecek bir hale geldiğini, ekonomik hayatın felce uğradığını belirten
ve bunlara çare olarak tavsiyelerde bulunan bir raporu hükümete vermiştir (2
Eylül 1917). Bu önerileri kabul edilmemiştir. Fakat O, yine rapora ek olarak,
yeni tekliflerde bulunmuştur (24 Eylül 1917). Madde madde açıkladığı
fikirlerinde I. maddenin sonundaki şu cümle dikkate değer: ''Savaş
devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan
çürüyen büyük saltanat binasının bir gün içten, birdenbire ve hep birlikte
çökmesi ihtimalidir.''
Selanikli
zampara vatan haini, Hicaz’ın hakkından gelmişti.. Sıra Suriye’deydi.
Suriye’de Osmanlı ordusunun başarılı olamayacağını öne sürüyordu.
Hatta, bir adım daha ileri gidiyor, kendi sorumluluk alanı içinde olmayan Irak hakkında da lüzumsuz gevezelik yapıyor, Afet İnan'ın “Irak'ta
yapılacak askeri hareketin de hiçbir sonuç vermeyeceğini görüyordu” şeklindeki cümlesinin ortaya koyduğu gibi, vakitsiz öten horoz şaşkınlığı sergiliyordu.
“Sağır
duymaz, uydurur” derler.. Selanikli kör de, görmediği halde Irak ufuklarından
haber veriyordu.
Üstelik, kendi sorumluluk alanı içinde olmadığı halde..
Kör
Kemal’in iddiasının aksine, Osmanlı ordusu Irak’ta başarılı oldu, Kûtu’l-Amare
(Amare Kalesi) Savaşı kazanıldı, binlerce İngiliz askeri
esir edildi. (İstiklal Harbi sürecinde de Cafer Tayyar Paşa Musul
ve Kerkük’ü ele geçirme imkânına sahip olmuş, bunu TBMM Hükümeti’ne teklif
etmiş, fakat bunu gerçekleştirmesine Selanikli İngiliz piyonu engel olmuştu.)
Adam
resmen İngiliz hesabına çalışıyordu.. Haindi..
Suriye
için yaptığı tahmin ise, sayesinde “kendini
doğrulayan kehanet” (self-fulfilling
prophecy) olarak
gerçekleşti.
*
Evet,
Selanikli zampara hain, Hicaz’ın ardından Suriye ile Irak’ın da İngilizler’e
tek mermi atılmadan altın tepsi üstünde hediye edilmesi için elinden geleni
yapmış, komutanların aklını çelmeye çalışmış, Osmanlı Genelkurmayı’nı aldatmak için rapor üstüne rapor yazmış, şaşkın geveze horoz gibi vakitsiz ve yersiz ötüp durmuştu.
Fakat, efendisi İngilizler açısından tam da vaktinde ve ihtiyaç zamanı ötüyordu.. Büyük hizmet sunuyordu.. Osmanlı ordusunun savaşma kararlılık ve azmini dumura uğratmak ve moralini bozmak için kendini paralamak az şey değildi.
Hicaz’ın
İngiliz’e hediye edilmesini isterken gösterdiği mazeret, Suriye’nin
savunulmasına ağırlık verilmesi bahanesiydi. Suriye ve Irak’ın elden
çıkarılması için ileriye sürdüğü sahte bahane ise “memleket” adını verdiği (neresi olduğu belirsiz) mevhum “vatan”dı.
Afet
İnan’ın sözlerinin devamı bunu ortaya koyuyor:
“Madde
madde açıkladığı fikirlerinde I. maddenin sonundaki şu cümle dikkate
değer: ''Savaş devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz
en büyük tehlike, her taraftan çürüyen büyük
saltanat binasının bir gün içten, birdenbire ve hep birlikte çökmesi ihtimalidir.''
“4.
maddede ise şu sonuca varıyor: …
''Askeri siyasetimiz, bir savunma siyaseti ve
elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek neferi dahi son ana kadar saklamak
siyaseti olmalıdır. Bu siyasetin memleket dışında bir tek Osmanlı neferinin
kalmasına tahammülü olamaz.''
Bu rapor uzundur.”
Tedbir
diye öne sürdüğü şeye bakınız, hiç çatışmadan, tek kurşun atmadan geri
çekiliyorsun, “memleket dışında” bir tek Osmanlı neferi
bırakmıyorsun..
Memleket
neresiydiyse?.. Memleketin neresi olduğundan bile habersiz bir "şaşkın ördek"..
Adam,
400 senedir Osmanlı egemenliği altında bulunan Hicaz’ı, Filistin’i, Suriye’yi,
Irak’ı memleketten (vatandan) saymıyor.. "Memleket" olduğunu anlayamamış..
Zampara "şaşkın ördeğin" kafasında net bir vatan kavramı
yok.. Nereyi memleket kabul ettiği belli değil.
*
Aslında, zihniyet olarak vatansız.. Memleket topraklarını düşmana beleşten bağışlamaya hazır bir sorumsuz mirasyedi.
Hırslı zamparanın gerçekten inandığı ve samimiyetle
bağlandığı bir değer ve kavram var mı derseniz, buna cevap verebilmek mümkün
değil.
Tek kutsalı var, kendi süflî nefsi.. Vatan, millet, namus, din, iman umurunda değil..
Misak-ı Millî karşısındaki tutumu bunu belgeliyor..
Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin
ardından Osmanlı Meclis-i Mebasan’ı (milletvekilleri meclisi, parlamento) ve ardından
da TBMM, vatanın “vazgeçilmez”
sınırlarını gösteren Misak-ı Millî’yi (ulusal ant’ı) kabul etmişti.
Selanikli zampara da istiklal mücadelesi boyunca Misak-ı Millî
edebiyatı yapıp durdu.. “Mevzubahis
vatansa…”nutukları attı, vatanın bir
karış toprağının bile kan dökülmeden terk edilmeyeceğini söyledi.. Fakat
Ekim 1921’de Fransa ile hemen Ankara Antlaşması’nı yaptı ve Misak sınırları
içindeki Halep gibi beldeleri Fransızlar’a cömertçe hediye etti.
Ne karşılığında?..
Fransa’nın TBMM’yi tanıması karşılığında..
Seni tanısa ne olur, tanımasa ne olur, sen
kendini tanıyor musun, önemli olan o..
İnsan şahsiyetsiz ve hain olunca, başkalarının aferinine bağımlı hale gelince böyle
oluyor.
Sonraki yıllarda TBMM’de Lozan
tartışmaları sırasında yapılan Misak hatırlatması, Ali Şükrü Bey’in bir cinayete kurban gitmesine de yol açacaktı.
Ve, sorumsuz haine hain demek suç sayılacaktı.
*
Hicaz’ın feda edilmesi için Suriye
kızılelmasından söz eden zamparanın, sıra Suriye’ye gelince bu sefer onu da
(nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan) mevhum bir “memleket” için feda etmeyi teklif ettiğini, Suriye'yi "memleket"ten saymadığını görüyoruz.
Hatta Irak’ı da gözden çıkarıyor.. Irak’ta
başarılı olunamayacağını “görüyormuş”.. Köre yol sor, sana uzuuun uzun anlatsın..
Evet, Suriye’den vazgeçilmesi zehirli
teklifini yutulacak hale getirmek için tabağa sahte “memleket” balı döküyor,
fakat hilesi bununla sınırlı değil..
Ayrıca
bir de devasa bir “saltanat” pastasını
sofraya getiriyor.. “Memleket” için en büyük tehlike olarak düşman (İngiliz,
Fransız) işgalini görmüyor da, saltanat binasının “bir gün içten, birdenbire
çökmesi” ihtimalinden söz ediyor.
Vay saltanatçı sahtekâr vay!..
Adam has halis, su katılmamış gerçek bir deccal
(çok yalancı)..
Samimiyetsizlikte zirve..
Aynı
sahtekâr zampara, çok değil iki yıl sonra, Erzurum Kongresi sırasında bir gece
hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e,
"zafer"den sonra saltanat binasının ocağına incir dikeceğini iftiharla
açıklayacaktır.
Tabiî
kimseye söylenmemesi kayıt ve şartıyla..
Çünkü, adam “komplo”cu..
Oxford sözlüğü “komplo”ya şu anlamı veriyor: “1. Birine ya da bir kuruluşa karşı topluca alınan, o kimseyi ya da kuruluşu
güç duruma sokacak gizli karar. 2. Topluca
ve gizlice yürütülen herhangi bir plan, iş.”
Evet, Selanikli zampara, Osmanlı
Devleti’ne İngilizler’in “karar”ı doğrultusunda “komplo” kurmuş durumdaydı.
Selanikli
komplocu zampara hain, hempalarına gizli planını kimseye söylenmemesi kaydıyla
açıklamakta, milletin önünde ise saltanat ve hilafetin kurtarılması ve
korunması davasının sahibiymiş gibi konuşmakta, yurt sathına şatafatlı yalancılık, gizli
gündem ve takiyye şatoları dikmekteydi.
Gerçekteyse
İngiliz’in “karar”ının basit bir taşeronuydu.. Piyondu.
Bu acı
gerçeği, Selanikli’nin sağ kolu, başbakanı, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı,
İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet İnönü,
1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği
demecinde şöyle açıklayacaktı:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
*
Selanikli zamparanın Hicaz, Suriye ve Irak
cephelerini içeriden çökertmek için çevirdiği dolap ve dalavereler için fazladan
şahit ve belge aramaya gerek yok, Afet
İnan’ın (Selanikli’nin günlüğündeki kayıtlara dayanarak) yazdıkları, kanıt
olarak yeterli.
Yukarıda, Falkenhayn komutasındaki Yıldırım
Orduları Grubu içinde yer alan 7. Ordu'ya komutan olarak atanan Selanikli’nin bu
görevde sadece üç ay kaldığını, 4
Ekim 1917 günü bu görevinden istifa ettiğini belirtmiştik.
Selanikli
zampara zor durumdaydı, çünkü
İngilizler’le bir çatışma içine girilmesi an meselesiydi.. Dostu İngilizler’le
savaşmamalıydı.
O yüzden görevinden istifa etti..
Ona göre, Suriye ve Irak için savaşmaya gerek
yoktu, “memleket” dışında bir tane bile Osmanlı neferi kalmamalıydı.
Hicaz, Irak ve Suriye “memleket” değildi..
İngiliz, “Bizim ne işimiz var Suriye’de, Irak’ta,
Hicaz’da, memleketimiz İngiltere neyimize yetmiyor?!” demiyordu, fakat
Selanikli hain zampara, 400 yıldır hakimiyetimiz altındaki (ve Türk aşiretlerinin de yaşadığı) Suriye için böyle
konuşuyordu.
Büyük haindi..
Vatanı savunmak istemediği için görevinden istifa
etmiş bulunuyordu.. Aldığı maaş külliyen haramdı.
*
Lutfedip istifa etmemesi için yapılması
gereken, ordumuzun hiç savaşmadan Suriye’yi terk etmesinden ibaretti.
Rapor diye hazırladığı paçavra ve zırvalarda
yaptığı teklif buydu.
İyi halt etmiş gibi, manevî kızı Afet İnan bunu
huzurlarımızda gururla sunuyor.
Evet, görevinden istifa eden hilekâr zampara hemen
İstanbul’a gidip Pera Palas Oteli’ne
yerleşti..
Birinci Cihan Harbi olanca dehşetiyle devam
ediyordu, bizimki ise, lüks otelde “Bir elinde sigara, bir elinde kahve,
umurunda mı dünya denen kahpe” formatında keyif çatıyordu.
Mevzubahis olan Selanikli’nin keyfi ve de İngiliz
dostlarının selameti idiyse, vatan teferruattı.
*
İstifasının üstünden iki ay geçmeden
şansı döndü, yıldızı parlamaya başladı.
Çünkü (yedi ay sonrasının padişahı)
veliaht Vahideddin’in 15 Aralık’ta
başlayan 20 günlük Almanya seyahatine
katılmasını, ne yapıp edip sağlamayı başardı.
Bu yolculuk sırasında dalkavukluk ve
yalakalık becerilerinin tümünü ustaca sergileyerek veliahtı kafaya almaya
muvaffak oldu.
Almanya’dan döndükten sonra, böbrek
rahatsızlığını bahane ederek (ve de “Beni Türk hekimlerine emanet etmeyin,
edemezsiniz” diyerek) kapağı tekrar Avrupa’ya attı.
Viyana ve Karlsbad’da,
yanında bir de emir eri olduğu halde devlet ve millet kesesinden zevk ü sefa
sürmeye başladı.
Takvimler 4 Temmuz 1918 gününü
gösterirken Selanikli’nin yıldızı parlaklıkta “level” atladı, çünkü o gün Sultan
Mehmed Reşad vefat etmiş ve yerine Vahideddin
geçmişti.
*
Bu haber, Selanikli’yi teessür ve teessüfe gark etmişti..
Üzülmüştü ve hayıflanıyordu.
Günlüğüne öyle yazacaktı.. Aktaran, (ister
inan, ister inanma) manevî kızı Afet İnan..
Teessür ve teessüfü, Padişah Mehmet
Reşat’ın ölmesinden ve yerine (ileride “hain,
aşağılık, soysuz” filan gibi sıfatlarla anacağı) Vahideddin’in geçmiş olmasından kaynaklanmıyordu.
Üzüntüsünün nedeni başkaydı, Almanya
seyahati sırasında “bir dereceye
kadar hususiyet ve samimiyet” kurmuş olduğu Vahideddin’le dostluk ve
ahbaplığı daha ileri boyuta taşımayı ihmal etmiş olduğunu düşünmesi, üzülmesine
neden olmuştu.
“Fırsatçı”
zampara dertliydi, çünkü “elindeki
fırsatı” zayi etmiş olduğu kanaatini taşıyordu.
Günlüğüne,
“Kendisiyle başlamış olan münasebeti azami derecede ilerletmek
fırsatı elimde iken, müstağni davrandım” diye yazacak, Afet İnan da
bunu aktaracaktı.
“Bir dereceye kadar”lık “hususiyet ve samimiyet” yeterli
değildi. “Azami derece” lazımdı.
Üzüntüsünün
diğer bir nedeni, tam da böyle “fırsat”lı bir günde yeni padişahın yanı başında
bitiverememiş olmasıydı.
O
yüzden, günlüğünü “Teessüf ettiğim (hayıflandığım)
cihet İstanbul'da bulunmayışımdı” şeklindeki cümleyle zenginleştirecekti.
*
Evet, günlüğünün “5 Temmuz 1918 Cuma”
tarihli bölümüne şunları yazmış durumda:
Bugün sabahleyin her vakitki gibi rahatsız olmadım. [Emir
erim] Şevki dün satın aldığımız termosları menbalardan doldurup getirdi, ben de
yatağımda içtim. Ufak bir tuvaletten sonra saat 7.30'da dünkü hatıratı
kaydetmek üzere bu masanın başına geçtim. Cemal Bey ve arkadaşı geldiler.
Bürodan çıktım. Onlara beyan-ı itizardan [özür beyanından] sonra pijamalı bir
kıyafetle salonda kabul ettim. Cemal Bey:
- Cümleye, yeni padişaha ömür versin dedi!
Birdenbire şaşırdım. Ne var, ne oldu, dedim.
- Malumatınız yok mu? Padişah
vefat etti!
- Teessür ve teessüf ederim, dedim.
Bu zevat bu sözlerimin medlulünü [ne anlama geldiğini]
anlayamadılar.
Hakları vardı. Çünkü ben, ne ölen padişaha acıdığımdan ve ne
de yeni padişahın ömrünün uzun veya kısa olacağından müteessir (teessürlü,
üzüntülü) değildim. Teessüf ettiğim (hayıflandığım)
cihet İstanbul'da bulunmayışımdı. Fakat bunun için de neden teessüf
ettiğimi kendim de takdir edemiyordum. Filhakika padişahın değişmesi bir
memleket ve millet için pek büyük bir hadisedir. Ben, veliaht hazretlerini Almanya
seyahati münasebeti ile pek iyi tanımıştım. Aramızda bir dereceye kadar hususiyet ve samimiyet de hasıl olmuştu.
Gönlüm onun tahta cülûs ettiğini müteakip bizzat tebrik etmek mi istiyordu? Acaba bunun için mi teessür ediyordum!
Hayır zannederim bu da değil! Kendisiyle başlamış olan münasebeti azami derecede ilerletmek fırsatı elimde iken, müstağni
davrandım. Bir defadan maada ziyaretine gitmedim. Hatta bu defa İstanbul'dan
ayrılırken veda dahi etmedim. İşte teessür
bundan ileri geliyor...
Cemal Bey ve
arkadaşına karşı da teessüratımı gizleyemedim. Fakat izah etmedim. Onlar
giderken Miralay Emin Bey girdi. Onunla da aynı zemin üzerinde görüştük. Hiç olmazsa telgrafla tebrik edeyim dedim,
mamafih alacağımız ilk gazete tafsilatına (ayrıntılarına) talik ettim
(bağladım).
Bugün Compresse [tedavi için vücuda çamur sürülmesi] zamanı
tam bu buhranlı havadisin alındığı sıraya tesadüf etti. Unuttum ve ilk defa
programın bir noktasından inhiraf etmiş (sapmış) oldum.
*
Selanikli’nin
yıldızı parlamaya başlamıştı, artık hastalık programından inhiraf edebilir ve
İstanbul’a dönüş hazırlıklarına başlayabilirdi.
Üzüntüsünü
hafifletmek için ilk yapması gereken, yeni padişaha acilen tebrik telgrafı göndermesi, böylece, fırsatçı yalakalık ve
dalkavukluk karnavalında sergileyeceği eşsiz performansın peşrev faslını aradan
çıkarmasıydı.
Aslında
Selanikli fırsatçının bu kadar üzülmesine gerek yoktu.. Fırsat kaçmamıştı..
Kaçmıştıysa bile, “kaza”sı mümkündü.
Selanikli’nin
namaz kılmak ve kılamadıklarını kaza etmek gibi bir hususiyet ve hassasiyeti
bulunmamakla birlikte, süflî nefsanî fırsatların
“kazası”nı ifa etmede üstüne yoktu.. En öz hakiki “fırsatçı”ydı..
Sonraki
aylarda acemi padişah Vahideddin’le samimiyeti “azami”
boyutlara taşıyacak, dalkavukluk ve yalakalık sanatlarının bütün imkânlarından
sonuna kadar yararlanacaktı.
Ve onu
sadık bir bendesi (kölece, ölesiye bağlısı) olduğuna inandıracaktı.
Öyle ki
Vahideddin, (Selanikli’yi olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya gönderme kararı
aldığında) kendisini vazgeçirmeye çalışan Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’ye, onu “âteşîn bir zekâ” diyerek övecek ve zampara
hakkındaki iddialarının suizan olduğunu söyleyecekti.
Selanikli
zampara ise, ocağına incir diktikten sonra Vahideddin’e "hain, devlet
başkanlığını kirleten, soysuz, alçak, menfaatçi, düşmanın elinde oyuncak, kirli
tahtta oturan, adi mahluk, alçak, aciz, pespaye, sefil, zavallı, acınacak,
tilki tabiatındaki entrikacı" gibi sözlerle teşekkür edecekti:
“ …hürriyet ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek
kadar adi bir mahluk….",
"Teşekküre değerdir ki, bu alçak, kendisine miras kalan
saltanat makamından millet tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını
tamamlamış bulunuyor."
"Aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk, kabul
eden herhangi bir yabancının himayesine girebilir."
"Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilce
sürükleyebilmek için her türlü aşağılığı mubah gören halifeler oyununu da
sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik.", "Mensup olduğu devlet
ve milletin zararına da olsa şahsi vaziyet ve hayatlarından başka bir şey
düşünemeyecek pespaye…."
"Zavallı, bedbaht, acınacak…."
"Tilki tabiatında her entrikacının her gün şahidi
olduğum yüzlerce örneklerinden biri karşısında bulunduğuma büyük üzüntüyle kani
oldum."
(Bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/hain-alcak-adi-soysuz-vahdettin-2148889)
*
Vahideddin bir aylık padişahken Ağustos
ayı başında İstanbul’a gelip acemi yeni padişahın eteğine yüz süren Selanikli, 10 ay
önce istifa edip bıraktığı Yedinci Ordu'ya artık komutan olarak dönebilirdi.
Çünkü
artık “dayı”sı padişahtı.. Sırtını sağlam yere dayamış durumdaydı.. Yedinci
Ordu Komutanı olarak İngilizler’e gereken hizmeti rahatlıkla sunabilirdi.
“Memleket”
dışı olan Suriye’de tek bir Osmanlı neferi bile kalmaması için harekete
geçebilir, İngilizler’in Suriye’yi piknik gezisi düzenler gibi sellemehüsselam
işgal etmesi için elinden geleni yapabilirdi.
Önceki
padişah Mehmet Reşat baştayken bunu yapamazdı.. Mehmet Reşat'ı bir kukla gibi elinde
oynatan Enver Paşa, Selanikli’nin yanlış bir hareketinde onun tepesine
binerdi.. Fakat artık, Enver’in adamı Mehmet Reşat değil, Selanikli’nin
(İttihatçılar’ı sevmeyen) “dayı”sı Vahideddin padişahtı..
Enver’in,
Padişah Vahideddin’e rağmen Selanikli zamparaya bir şey yapabilmesi mümkün
değildi..
Nitekim
Enver, zamparanın Filistin’deki ricatı üzerine onu asmaktan söz edecek, fakat
bir fiske bile vuramayacaktı.
*
Sultan Vahideddin’in başyaveri,
Selanikli zamparayı Samsun’a gönderen hükümetin Bahriye Nazırı (Denizcilik ve
Deniz Kuvvetleri Bakanı) Avni Paşa,
yakın zamanlarda yayınlanma imkânı bulmuş olan hatıratında (Osman Öndeş [haz.],
Vahdeddin’in
Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, İstanbul: Timaş, 2012) şunu söylüyor:
“Avni Paşa daha sonra Mustafa Kemal Paşa’nın Filistin’e Padişah Yaveri üniformasıyla gelişine
dair bir hatırasına yer veriyor. 7. Ordu
Komutanı olarak Filistin’e gönderilen M.Kemal’in şerefine Şam civarında, Başmenzil karargâhında
bir yemek verilmiştir. Mustafa Kemal, yemekteki konuşmasında Vahdettin’i övmüş
ve yüksek hoşgörüsünden onur duyduğunu anlatmıştır. M. Kemal’e göre Vahdettin
“feraset ve zekâ” sahibidir, olayları çok yerinde değerlendirmektedir ve tek taraflı barış yaparak ülkeyi
savaştan çıkarmaya çalışmaktadır. Zaten kendisi de Padişah’ın bu hedefini gerçekleştirmek üzere buradadır.”
(https://www.mustafaarmagan.com.tr/genel/tarihe-isik-tutan-avni-pasanin-hatirati-cikti/)
Padişah’ın hedefi dediği şey, gerçekte
kendi hedefi..
Selanikli zampara, casus Aubrey’le üç
yıl önce kararlaştırmış oldukları tek taraflı münferit (bireysel) barış için
eski görevine dönmüş durumda..
Çünkü, artık İngilizler’e karşı savaşma
tehlikesi kalmamış..
Ve de barış dediği şey, aslında
İngilizler’e teslim olmaktan ibaret..
Suriye’ye, bu hedefi gerçekleştirmek
için dönmüş durumda..
*
Bu noktada, Kâzım Karabekir Paşa’nın, Selanikli
zorba hainin ölümünden üç ay sonra, takvimler 13 Şubat 1939 Pazartesi’yi gösterirken
günlüğüne düştüğü notu tekrar hatırlamakta yarar var:
"Telefonla
yaver beyin [Cumhurbaşkanı İnönü’nün yaverinin] iş’ârı [bildirmesi] üzerine
General Cafer Tayyar’la İnönü ’ye [gittik]. Saat 5.45-7.00. M. Kemal'in Enver'e
kızarak İngilizlere teslim olmak teşebbüsünü Cevat Rıfat söyledi.
Bunu Cemal [Mersinli] Paşa, Ömer Lütfi ve Diyarbakırlı
Kâzım Paşa da bilirmiş. Cemal Paşa'ya –bugün bana gelmişti–
sordum, evet dedi. Bu maksatla bazı zabitler de (subaylar da)
İngilizler tarafına geçmiş."
[Kâzım
Karabekir, Günlükler (1906-1948), İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2009, s. 1083.]
Savaşın içinde
bulunmuş, olayları bizzat yaşamış dört önemli subayın, dört şahidin
haber verdiği bir cinayet.
İhanet..
Şahitlerden ikisi
paşa..
Diyarbakırlı Kâzım
Paşa (Kâzım İnanç), 12
Haziran 1917 tarihinden itibaren, bir buçuk yıl boyunca, (Dördüncü, Yedinci ve
Sekizinci Ordulardan oluşan) Yıldırım Ordular Grubu Kurmay
Başkanı olarak görev yapmış bir subay.. Selanikli zampara bu gruba
Yedinci Ordu Komutanı sıfatıyla katıldı.
Kâzım Paşa, Selanikli
zampara yüzünden Filistin cephesi çöküp Mondros Mütarekesi imzalandıktan
bir hafta sonra, 5 Kasım 1918 tarihinde, Genelkurmay İkinci Başkanı olarak
atanacaktı. Nitekim, Selanikli zamparanın Samsun'a gidiş işlemleri için
Genelkurmay'a başvurduğunda ilk muhatap olduğu kişi oydu.
Daha sonra İstiklal
Harbi'ne de katılan Kâzım Paşa, Batı Cephesi Komutanlığı bölgesinde emniyet, asayiş
ve asker alma işlerini yürütmekle görevlendirildi. 12 Kasım 1920 tarihinde
Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarı, 8 Ağustos 1921'de ise Başkomutanlık
Sekreteri oldu.
Mersinli Cemal Paşa (Mehmed Cemal Mersinli) ise, İngilizler'in
talebiyle İkinci Ordu Komutanlığından istifa ettirilmiş, sonra da tutuklanıp
Malta'ya sürülmüş, buradan kurtulunca gelip istiklal mücadelesine TBMM'de
destek vermiş bir isim.. Selanikli zampara gibi İngilizler'in “vize”li gözdesi
değil..
Cevat Rıfat Atilhan da yine Kâzım Paşa gibi Sina ve
Filistin cephelerinde bulunmuş bir subay.. İstiklal Harbi'ne de
katılmış, Zonguldak-Bartın ve Havalisi Cepheleri Kumandanı olarak görev
yapmış.
Ömer Lütfi Argeşo ise, Yıldırım Orduları Grubu
bünyesinde Filistin Cephesi'nde, 20. Kolordu 26. Tümen emrindeki 78. Alay'ın
kumandanı olarak bulunmuş.. 12 Mayıs 1918'de yarbay rütbesine yükseltilmiş..
Milli mücadeleye de destek vermiş, TBMM'de (Birinci Meclis'te) Karahisar-ı
Sâhip milletvekili olarak görev yapmış.
*
Bütün bunlardan çıkan “akılcı”
ve “mantıklı” sonuç şu:
Selanikli zampara, eski dostu (1913 yılında kendisini İngiltere’de evinde ağırlayan, onuruna yemek veren) casus Aubrey Herbert ile Çanakkale Savaşı sırasında tekrar temas kurunca, bundan böyle İngiliz emellerine hizmet etmek, İngiltere’ye zarar verecek hiçbir faaliyetin içinde yer almamak üzere bir “ajanlık” ilişkisi içine girmiş..
Ajanlığın belgesi olmaz.. O ancak karînelerle anlaşılır.. (Bazı şeylerin belgesi-makbuzu olmaz.. Selim Edes'i hatırlayalım, rüşvet verdiği Engin Civan'la tartışırken "Rüşvetin belgesi mi olur pezevenk?!" demişti.
İngiltere’ye hizmet
etmek, Osmanlı Devleti’nin İngiltere’ye teslim bayrağı
çekmesini sağlamak için hükümet darbesi yapma, fesat ve kargaşa çıkarma, kamu düzenini bozma çabası içine girmiş.. Destekçi
bulamamış..
Bunun üzerine,
Çanakkale cephesinden resmen kaçmış.. Kapağı Edirne'ye atmış..
Hicaz’da İngilizler’e
karşı savaşması istenince görevi reddetmiş.
Suriye’de ordu
komutanlığına getirilince, “Suriye’yi de, Irak’ı da savaşmadan terk etmeliyiz”
anlamında zırva raporlar yazıp Osmanlı Genelkurmayı’nın başını ağrıtmış, istifa
edip İstanbul’a kaçmış, Pera Palas Oteli’ne postu sermiş.
Veliaht Vahideddin ile
Almanya seyahati yapmak için fırıldak çevirmiş, o seyahat sırasında veliahta
dalkavukluk ve yalakalık yapmış.
Altı ay sonra veliaht, padişah olarak tahta çıkınca besili kurban görmüş vampir gibi ağzından
sular akıtarak Vahideddin’e yanaşmış ve Suriye ile Filistin'deki (istifa etmiş bulunduğu) görevine hızla ve hırsla dönmüş.
Suriye’ye gider gitmez
İngilizler’e teslim olmaktan, onlarla tek taraflı barış yapmaktan vs. söz etmeye
başlamış..
Ve de oyunun son sahnesinde İngilizler’in önünden yıldırım gibi kaçmış.. Yıldırım Ordular Grubu'nu "yıldırım gibi kaçanlar grubu" haline getirmiş..
İngiliz dostlarına kolay bir zafer, Türk milletine de utanç verici bir hezimet hediye etmiş.
*
Evet, Vahideddin
padişah olduktan sadece ve sadece iki buçuk ay, ve de Selanikli komutanlığı devraldıktan yalnızca bir buçuk ay sonra, Eylül 1918’de Filistin ve Suriye,
Selanikli hain zampara yüzünden İngilizler’in eline geçmiş durumdaydı.
Demek ki İngilizler, saldırmak için (kaçacağı kesin olan) Selanikli zamparanın gelmesini beklemişler.. Bekleyen derviş muradına erermiş.. Böylece, Çanakkale ve Kûtü'l-Amare gibi bir bozgun yaşamamayı garantiye almışlar.
Selanikli zampara, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkma, Türk milletini (İngiliz dostlarının katkılarıyla)"Osmanlı hanedanının zulmünden kurtarma" operasyonuna çok hızlı başlamıştı.
Böylece, Selanikli'nin muhteşem ricatından bir ay sonra, 30 Ekim günü, İngilizler'in Çanakkale'yi ("geçilmez" olmaktan çıkarıp) "barış" içinde geçmesine ve İstanbul'u işgal etmesine kapı aralayan Mondros Mütarekesi (ateşkesi) imzalandı..
Vahideddin henüz dört aylık
padişahtı.
*
Selanikli hain zampara, Mondros Mütarekesi'nin imzalanması için de elinden geleni yapmıştı.
Suriye ve Filistin’i tereyağından kıl çeker gibi İngilizler’e teslim
ettikten sonra, Padişah’a, (İngilizler’le “behemahal”
barış isteyen) şöyle bir telgraf çekmiş bulunuyordu:
Ser
Yaveri Hazreti Şehriyari Naci Bey Efendiye
Talat
Paşa kabinesinin (bakanlar kurulunun) mefluç (felç olmuş) bir halde, Tevfik
Paşa Hazretlerinin muayyen (belirli) bir kabine teşkilinde müşkülata maruz
bulunmakta (zorluklara uğramakta) olduğunu haber alıyorum. Ordular muharebe
(savaşma) kudretinden mahrum ve zaten kuva-yı mevcude (var olan kuvvetler)
müdafaadan aciz bir hale getirilmiştir. Düşman her gün daha müsait ve ezici
şurut (şartlar) ihraz etmektedir (kazanmaktadır). Müttefiken (Almanya ile
ittifak/birliktelik) olmadığı takdirde münferiden (tek başımıza) ve behemehal
(neye mal olursa olsun) sulhu (barışı) takarrür ettirmek (gerçekleştirmek)
lazımdır ve bunun için fevt olunacak (kaybedilecek) bir an dahi
kalmamıştır. Aksi takdirde memleketin kamilen (tamamen) elden çıkması ve
devletimizin gayrı kabili telafi (telafisi imkansız) mehalike (tehlikelere,
helake) maruz kalması baidü'l-ihtimal (uzak ihtimal) değildir. Muhterem
padişahımıza olan sadakat ve merbutiyetim (bağlılığım) ve vatanımın
temini selameti (selametinin sağlanması) itibariyle arzederim ki Tevfik Paşa
Hazretleri filhakika (gerçekten) müşkülata tesadüf etmişlerse sadaretin
(sadrazamlığın, başbakanlığın) derhal İzzet Paşa Hazretlerine tevcihi
(verilmesi) ve müşarunileyhin (adı geçenin) de esası Fethi, Tahsin, Rauf,
Canbulat, Azmi, Şeyhülislam Hayri ve acizlerinden (benden) mürekkep
(oluşan) bir kabine teşkil etmesi oluşturması zaruridir (zorunludur).
Zevat-ı mezkurenin (anılan şahısların) vücuda getireceği kabine vaziyete hakim
olabileceği zann u itikadındayım. Tevfik Paşa Hazretleri size isimlerini
söylediğim zevata (kişilere) müracaat ettiği takdirde mazhar-ı teshilat
(kolaylıklara mazhar) olabilir zamıederim. Münasip ise bu zevatın Şevketmeap
(Padişah) Efendimize arzını rica ederim.
Teşrinievvel
918
Fahri
Yaveri Hazreti Şehriyari (Padişah hazretlerinin fahrî yaveri) Mustafa Kemal
[Kaynak: E. Semih Yalçın, “Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Faaliyetleri (30 Ekim 1918-16 Mayıs 1919)”, Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 18, 1995, s. 178.]
Selanikli’nin bu
telgrafı göndermesinin üzerinden bir ay geçtikten sonra, istediği “behemahal”
barışın ilk adımı gerçekleşti: Mondros Mütarekesi.
Ve Selanikli zampara, mütarekenin imzalanmasından iki hafta sonra, 13 Kasım’da İstanbul’a geldi..
Tahmin edilebileceği gibi, Pera Palas’a yerleşti..
Acemi padişah Vahideddin henüz sadece dört ay 10 günlük padişahtı..
Dokuz ay 10 gün bile olmamıştı..
*
Selanikli zampara, yıkılması istenen Osmanlı İmparatorluğu'nun temellerine, elindeki İngiliz malı kazmayla yıkıcı darbeler indirmeyi başarmıştı.
Fakat misyonu bununla sınırlı değildi.. Sırada, Osmanlı Devleti'nin hukukî varlığına son verecek bir "yeni devlet kurma" operasyonu vardı.
İsmet İnönü'nün belirttiği gibi, Selanikli'nin İngiliz efendileri onun böyle bir hizmette bulunması yönünde "karar" almışlar ve müttefikleri Fransa ile İtalya'yı bu projeye onay verme mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmışlardı.
Plan, emin adımlarla işliyordu.. Vahideddin 10 ay 10 günlük padişah olunca Selanikli zampara Samsun'a gidecekti.
Ve, Vahideddin ile Osmanlı hükümetinin "İngiliz işbirlikçisi hain" gösterilmesi için İngiliz efendileriyle gayet inandırıcı bir "danışıklı döğüş" tiyatro gösterisi icra edecekti.
Rolünü, Oscar ödüllü oyuncuları kıskandıracak ustalıkta mükemmel oynuyordu.
Eğer bir "Nobel ihanet ödülü" olsaydı, Selanikli bu ödülü kesinlikle alnının akıyla hakederdi..
İngilizler'le ilgili gerçek düşüncelerini ise, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından Pera Palas'a yerleştiği sırada açıklamış bulunuyordu:
“Mustafa
Kemal Paşa İzzet Paşa ve ekibiyle iktidara gelebilmek için mebuslar arasında
sadece kulis yapmakla yetinmedi: O, Fethi (Okyar) Bey'in çıkarmakta
olduğu "Minber" gazetesine ortak olmuş
ve bu gazeteyi politik mücadelesinde bir propaganda vasıtası olarak
kullanmıştır. O, Minber gazetesinde bir taraftan Tevfik
Paşa aleyhinde şiddetli neşriyat yaptırırken, diğer taraftan kendisini
aynı gazete vasıtasiyle politik makamlara lanse ettirmeye çalışmıştır.
Mustafa Kemal Paşa bu gaye ile 17 Kasım 1918 tarihinde aynı gazetede biyografisi
ile birlikte orduya, siyasete ve İngilizlere ait düşüncelerini ihtiva
eden bir mülakatını da yayımlatmıştır. Bu mülakatta, "İngilizlerin, Osmanlı milletinin hürriyetine ve
devletimizin istiklaline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında
yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha
hayırhah (iyilik sever) bir dost olmayacağı kanaatiyle mütehassis
olmaları (duygulanmaları) pek tabiidir" şeklinde sözlerine
bakacak olursak, onun daha o zaman, zamana,
zemine ve şartlara uygun olarak hareket edebilen … bir kişiliğe sahip
olduğu kolayca anlaşılır. Ayrıca 18 Kasım 1918 tarihinde "Vakit" gazetesine
verdiği bir diğer mülakatında da o, bir taraftan “İngiltere'nin Osmanlılara
karşı iyi niyetinden şüphe etmediğini" söylerken, diğer taraftan mütareke
hükümlerinin uygulanması üzerinde endişelerini belirtmekten çekinmez. …”
[Yalçın, s. 183-184.]
Laflarının siyak ve
sibakı, mütareke hükümlerinin tam da İngiliz “dost”larının arzuları
doğrultusunda uygulanmasını istediğini ortaya koyuyor.
Selanikli, sadece
bunları yapmakla yetinmedi.. Ayrıca, İngiliz İstihbaratı'nın (gizli
servisinin) İstanbul şefi Robert Frew (Fro) ile (Rauf Orbay’ın
tabiriyle) “müteaddid” defalar görüştü.
En az üç defa görüşmüş
olduğu anlaşılıyor..
Zampara, 1926
yılında Falih Rıfkı Atay’a, (ajanlığından hiç bahsetmeksizin) Frew ile sadece
bir kez görüştüğünü söylemiş bulunuyor.. Bir yıl sonra TBMM’de okuduğu meşhur Nutuk’unda
ise kendisini yalanlayarak “bir iki defa” demiş durumda.
Yalancının iyi bir
hafızaya sahip olması gerekir demişler ama, adamın hayatı Selanikli zamparanınki gibi baştan sona yalan olursa buna hafıza mı dayanır?!
Deccal ("çok yalancı") Selanikli, İngiliz'in "karar"laştırdığı "zafer"in akabinde Vahideddin'den ve onun şahsında Osmanlı hanedanından kurtulduktan sonra tekrar İngiliz dostluğu faslına ani ve keskin bir manevrayla geçiş yapacak, hatta İngiltere kralı tarafından onların en çok değer verdikleri "dizbağı nişanı"na layık görülecekti.
Kral Edward'ı Dolmabahçe'de ağırlayacak, (Edward'ın hatıratında anlattığına göre), Türkiye'de İslam'a nasıl darbe vurduğunu iftiharla anlatacaktı.
*
Mondros Mütarekesi,
adı üstünde sadece bir mütareke idi, silah kullanımını terk idi.. Ayrıca bir de barış antlaşması imzalanması gerekiyordu.
İngilizler, kendileriyle “behemahal” barışı yapması için Selanikli zamparayı seçmişlerdi.
Zafer, İngilizler için, geç olmuştu, fakat Selanikli devreye girince güç olmaktan çıkmıştı.
Başlangıçta durum farklıydı.. Osmanlı, İngilizler’e
(müttefikleri Fransızlar ve İtalyanlar’la birlikte) Çanakkale’de mağlubiyeti
tattırmıştı.
Aynı şekilde Halil
Paşa da (Selanikli "şaşkın ördeğin" sözde “gördüğü” ve müjdelediği mutlu İngiliz zaferi serabının aksine) Kûtü’l-Amare’de
İngilizler’i perişan etmişti.
Ruslar da, komünist
Ekim İhtilali sayesinde sahadan çekilmişlerdi.. Osmanlı için herşey iyiye gidiyor gibi görünüyordu.
İşte tam o sırada, Selanikli hain zampara Filistin ve Suriye'de düşman İngiliz'in vatanın bağrına hançerini vahşice dayamasını sağladı.
Zaten, Filistin ve Suriye'yi "memleket"ten de saymıyordu.. "Vatan hainliği" alanında hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir keşif yapmıştı.
Şayet Selanikli’nin
Suriye ihaneti olmasaydı, Osmanlı badireyi atlatmış, petrol kokusuna bayılan emperyalist İngiliz avucunu yalıyor halde kalmış olacaktı.
Zamparanın ricatı, herşeyin bitmesine neden oldu.. Bir imparatorluğun çöküşünü sağlayan “altın vuruş”u Selanikli hain yapmıştı.
*
Selanikli'nin ihaneti, Vahideddin'in de gafleti, saflığı, kendisini pohpohlayan adama aldanması, dalkavukların suratına toprak saçılması gerektiğini idrak edememesi yüzünden İmparatorluk battı.
Vahideddin, bu saflığını "istişaresizlik" ile taçlandırdı..
Bu sayede İngilizler, saf padişahtan (Anadolu genel valiliği ve padişah vekilliği anlamına gelen) olağanüstü yetkiler koparmayı başaran Selanikli piyonlarını, eserini tamamlamak üzere “vize” ile Anadolu’ya geçirdiler.
Türk vatanının bağrına hançerlerini kanırta kanırta batırmalarını sağlayan zamparanın, milletin "bahtı kara maderini (anasını)" kurtaracak "beyaz atlı prens" gibi görünmesini sağladılar.
Vazifesi, Osmanlı
Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesini sağlamaktan ibaretti.
Bu hizmeti karşılığında "memleket"i babasından miras kalmış çiftliğe çevirme imkânına kavuşacak, gaza gelip kendisini "ata" Türk ilan edecek, bir bakıma millete "Hepinizin anasını, ninesini gördüm" mesajını verecekti.
İngilizler ona "Nobel ihanet ödülü" ayarlayamamışlar, "dizbağı nişanı"yla müteselli olmasını söylemek zorunda kalmışlardıysa da, Türkiye’de Türk milletine tanrılık taslaması ve boş bulduğu her
yere heykelini diktirmesi imtiyazını bağışlamışlardı.