“MOSSAD operasyonunda ayrıntılar ortaya çıktı: Casus
vaiz… Herkes kim olduğunu merak ediyordu”.
Odatv.com’un
haberinin başlığı böyleydi.
Haberin spotu ise şöyleydi:
“MİT ve Emniyet’in deşifre ettiği
Mossad casuslarının önceki gün yayınlanan görüntüleri “ajanlık”la
ilgili birçok ezberi bozdu. Suriye uyruklu S.T. geçen yıl Hatay
Kırıkhan’da camide namaz sonrası vaaz verdiği ortaya çıktı.”
Buradan anlaşılıyor ki, kendilerini çok akıllı, çok zeki,
çok bilgili zanneden, her konuda ahkâm kesen Odatv’ciler
casusluğun doğası hakkında hiçbir şey bilmiyorlarmış.
Yanlış ezberlerin peşinde kaybolup gitmişler.
Ya da bizim böyle düşünmemiz için numara yapıyorlar.
*
Ancak, yanlış ezberlere kapılıp gitme bakımından benim de
mazim pek parlak değil.
Mesela, sonradan (Türkler’in atası anlamında palavra
niteliğindeki) Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal’le
ilgili ilkokul ve ortaokul ezberlerimin birer hurafe olduğunu
anlamaya başlamam lisede oldu.
Nerden nasıl elime geçti hatırlamıyorum, fakat merhum Mustafa
Yazgan’ın Monark – Ütopia adlı kitabını okuduğumda,
Mustafa Kemal’in hikâyesine farklı bir açıdan bakmanın mümkün olduğunu fark
etmiştim.
Selanikli Mustafa ile ilgili düşüncelerimin değişiklik
göstermesine ve netleşmesine sebep olan ikinci yazar Uğur Mumcu’ydu.
Onun, 30 küsur sene önce okuduğum Kazım Karabekir
Anlatıyor adlı kitabı kafamı altüst etti, Selanikli ile ilgili
kanaatlerimin tamamen olumsuzlaşmasına yol açtı.
Yazgan’ın kitabı bir ütopyaydı, Mumcu’nun kitabı ise,
belgelere dayanan bir hatıratın özeti..
Karabekir, başından geçenleri, isim ve yer
vererek, şahit göstererek anlatıyordu.
*
Yazdıkları, ilk basıldığında, özellikle Selanikli’yi
rahatsız etmişti.
Çünkü onun balonunu patlatıyordu.
Ve Selanikli, ölümünün ardından TBMM’de Vahideddin’e karşı
“patlattığı” Nutuk’unun benzeri bir yeni nutuk yazarak
Karabekir’i rezil rüsvay etmek varken, onun kitabını toplatmış, tek bir nüshası
kalmayacak şekilde imha etmeye çalışmış, yeni baskısının yapılmasına engel
olmuştu.
Ortada henüz “Atatürk’ü koruma kanunu” gibisinden bir
ad taşıyan bir “tarih ambargosu, hakikat sansürü” yoktu, fakat
Selanikli, kendisi hakkında oluşturulmuş olan gerçek dışı efsane ve masalı
korumak için, o güne kadar seslendirdiği bütün “hürriyetçi, akılcı, bilimci”
lafları yalayıp yutmuştu.
Ortaçağ'ın Engizisyon zulmü hortlayıp Ankara'da vücut
bulmuş, Ortaçağ irticasının çarklarını döndürmeye başlamıştı.
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” Karabekir’in
sade fakat sahici mumu karşısında Selanikli'nin süslü püslü, boyalı cilalı,
yaldızlı mumu, elindeki bütün devlet gücüne, emri altındaki sürü sepet emir
kulu dalkavuğa rağmen, yatsıyı görmeden sönmüştü.
Selanikli'nin Karabekir karşısındaki duruşu, zorba bir
monark duruşuydu.
*
Selanikli hakkındaki kanaatlerimin tam anlamıyla vuzuha
kavuşup berraklaşmasına neden olan son yazar ise, onun has adamı, torpil
kontenjanının demirbaş millet(sel)vekili, sofra arkadaşı Falih Rıfkı
Atay.
Atay’ın onunla ilgili Çankaya kitabındaki,
dalkavukça makyaj ve süslemeler bir tarafa atıldığında geriye kalan Selanikli
profili, “Çıplak Kral” masalını akla getiren bir tablo ortaya koyuyordu.
Kralın mahir terzisinin elinden çıkmış, ancak zekî
insanların görebileceği yeni elbisenin ihtişam ve görkemi için koparılan
velvele ve bir türlü bitmeyen alkış fırtınasını sayfalarına taşıyan kitaptaki
somut bilgiler, anlayan için çok şey söylüyordu.
Selanikli, büyük bir hayal kırıklığıydı.
(Kurtuluş Savaşı'nın Sansürsüz Tarihi adlı
kitabımızın omurgasını Atay'ın yazdıkları oluşturuyor: https://archive.org/details/kurtulus-savasinin-sansursuz-tarihi)
*
Bu satırları yazmama vesile olan kişi, Yeni Şafak gazetesi
yazarı İsmail Kılıçarslan..
“Hilafet gelecek dertler bitecek” alaycı başlığını taşıyan
(6 Ocak 2024 tarihli) ve Kâzım Karabekir’in hatıratına atıfta bulunan yazısında
bir yığın hata var..
Bunu bilinçli mi yapıyor, bilinçsizce mi, kestirmek zor..
Fakat bilinçsizlik de bir meziyet değil.
Yazısına şöyle başlamış:
Zeki bir Osmanlı subayı olan Mustafa
Kemal, şimdiki ahmak Kamalistlerin aksine, “hilâfet” dediğimiz politik
makamın ne işe yarayacağını bildiği için halife olmak istemişti.
Bunun niçin mümkün olmadığını, o esnada memleketin ikinci adamı olan Kazım
Karabekir Paşa, hatıratında bütün detayıyla anlatıyor.
Bu mümkün olmadığında bile Mustafa
Kemal ve arkadaşları bir halife belirlemişler, hilafet bayrağının Türkiye bayrağı
olarak kalmasına özen göstermişlerdi. Lozan’a giden süreçte İngiltere,
tabii ki şeriatla yönetilen bir ülke olduğu için değil, hilafet
makamını kendisine istediğini açık açık belirtmiş; bu tehlikeli gelişme
karşısında Mustafa Kemal ve arkadaşları hilafeti ilga etmiş ama hilafet
makamının mana ve mefhum olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde mündemiç olduğunu bir
kanun maddesiyle kayda geçirmişlerdi. Böylelikle İngiltere dâhil
herhangi bir ülkenin hilafet makamını talep etmesinin önüne geçilmişti.
Ne yazık ki Kılıçarslan’ın bu sözlerinin iler tutar tarafı
yok.
“Lozan’a giden süreçte İngiltere hilafet makamını
kendisine istediğini açık açık belirtmiş”tirmiş.
Lozan’da bile değil, Lozan’a giden süreçte..
*
İmdi, İngiltere’nin hilafet makamını kendisine istemesi diye
birşey olabilir mi?! “İngiltere kralını halife olarak tanıyın” mı
diyecekler?
Olacak şey değil..
Çünkü o gün için 1921 Anayasası yürürlükte ve Anayasa’ya
göre devlet İslam devleti. Madde 2, “Türkiye
Devleti’nin dini, Din-i İslâm’dır” diyor.
Madde 7 ise Şeriat ahkâmından,
Fıkıh (İslam hukuku) hükümlerinden söz ediyor:
“Ahkâm-ı şer'iyenin
tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan
müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir.
Kavanin ve nizamat tanziminde muamelâtı nâsa erfak ve
ihtiyacatı zamana evfak ahkâm-ı Fıkhiye ve hukukiye
ile âdap ve muamelât esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilenin vazife ve
mesuliyeti kanunu mahsus ile tâyin edilir.”
Bu Anayasa çerçevesinde hilafetin İngilizler’e verilmesi mümkün
olabilir mi?!
İngiliz keferesi Selanikli’ye belki şöyle birşey
diyebilirdi:
“Bak Mustafacığım, Selanikli kardeş, bilirsin ki bizim
Selanikliler’e karşı özel bir sevgimiz var, seni de çok severiz, hatta
sana Dizbağı Nişanı vermeyi bile düşünüyoruz, bizim niyetimiz
Osmanlı’yı tümden tarihe gömmek, izini tozunu bırakmamak, bu yüzden, Osmanlı’yı
hatırlatan hilafetin Türkler’de kalmasına razı olamayız, hilafet
Araplar’a, Şerif Hüseyin’e geçmeli.. Üstelik Şerif, Peygamberinizin
soyundan, Kureyşli.. Evet sen de bir Selanikli olarak en az Şerif kadar bizim
nezdimizde kredi sahibisin, hatta seninle böyle perde arkasında dolap çevirip
işbirliği yapabiliyor, dinî kurumlarınızı beraberce kumar masasında pazarlık
konusu haline getirebiliyoruz, fakat Birinci Dünya Savaşı’nda Şerif bizim
safımızda yer aldı.. Sen de Nablus’ta hemen tabana kuvvet deyip
önümüzden kaçarak bize az hizmet etmedin ama sonuçta karşı cephede arz-ı endam
ediyordun. Dolayısıyla oyunu kuralına göre oynamaya devam etmeliyiz.
Osmanlı’nın postunu yüzdükten sonra Anadolu adlı etini budunu siz
alabilirsiniz, fakat hilafet derisi Şerif’e bırakılmalı.”
Evet, İngilizler’in işbirlikçi Araplar için
böyle bir plan yaptıkları söylense mantığa uyar, fakat “Hilafeti bize bırakın”
demiş olmaları mümkün değildir.
*
Araplar için bile böyle bir teklif yapamazlar..
Neden?
Şundan: O günün şartlarında Osmanlı bakiyesi bir topluluk,
hilafeti Şerif’e, hem de Osmanlı’yı savaşta arkadan vurmuşken, kendi elleriyle
teslim edip de onu halife olarak tanımaz.
Tanıyamaz.
Bu iş kanunla olan birşey.. Hilafetin kaldırılması bile “hile-i
şer’iyye” ile oldu, doğrudan “Kaldırdık” denilemedi, indimac
mündemic laga lugası, mugalata ve demagojisi ile işe bir kılıf
uydurulmaya çalışıldı.
“Artık halifemiz Şerif Hüseyin’dir” diye bir yasa
çıkarılabilir miydi?
İmkânsız.
Yeni Şafak’ın
İsmail’i resmî tarihçilikte yeni bir sayfa açacak şekilde güzel masal anlatıyor
fakat sonu mutlu bitmiyor.
*
İngilizler olsa olsa “Hilafeti yıkacak, ocağına incir
dikeceksiniz” diyebilirlerdi.
Ve dediler.
Selanikli de bu talimatın gereğini kuzu gibi yerine getirdi.
İşte, Selanikli’nin, bir ara halifelik hevesine kapılıp
camide vaaz vermişken, Balıkesir’de minbere çıkıp hutbe okumuşken sonradan ansızın keskin bir viraj alıp ters yönde yol almaya başlamasının nedeni buydu.
İngilizler halifeliğini veto edince arabayı derhal geri vitese taktı,
namus bayraktarlığının yerini namussuzluk güzellemesi aldı.
Kâzım Karabekir’e “Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar…. Onun
için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız” diyebildi.
*
Kanaatimce İngilizler Selanikli Mustafa Atatürk'ün halifeliğine dünden razı olurlardı, fakat bir şartla: Hiç yaşlanmaması ve ölmemesi, "ölümsüz halife" olarak kıyamete kadar Müslümanlar'ın başında kalması kaydıyla.
Fakat bunun mümkün olmadığını biliyorlardı.
Selanikli diyelim ki halife oldu, "dindar müslüman" numarası yapmaya, Balıkesir'de olduğu gibi cumaları camide hutbe okumaya devam edecekti.
Ömrünün ne kadar olduğu belli değil, bir görünmez kaza ya da devasız hastalık adamı genç yaşta da götürebilir.. Ya daha sonraki halifeler M. Kemal gibi "İngiliz dostu" olmazsa?..
İngiliz uzun vadeli düşünür ve hesabını "şahıs" eksenli yapmaz, istediği sistemi oturtmaya çalışır.
İşi şansa bırakmaz.
Selanikli'nin halifelik rüyalarının suya düşmesinin nedeni bu.
*
Hilafetin İngilizler’in talimatıyla kaldırıldığını ben
demiyorum, bu devletin en tepesinde görev yapmış, hem başbakanlık hem
de cumhurbaşkanlığı makamlarını uhdesine almış, devlet
sırlarına doğrudan erişme imkânına kavuşmuş biri diyor: Turgut
Özal.
Bizim gibiler ancak eldeki veriler doğrultusunda puzzle
(bulmaca) çözmeye çalışabilir.
Resmin görünen kısmına bakarak üstü örtülüp görünmez hale
getirilen kısmı hakkında tahmin yürütebiliriz.
Bu tahminler bazen isabetli olur, bazen isabetsiz..
Doğruluğundan bazen emin olunur, bazen şüphe duyulur.
Mesela bir dağ resminin yarısını gördüğünüzde, diğer tarafta
bir uzantısının bulunduğunu kesin olarak söyleyebilirsiniz, dağ, bıçakla
kesilmiş gibi son buluyor olamaz.
Bulut yığını resmi gördüğünüzde de aynı durum söz konusudur.
Fakat ekilip biçilen bir tarla resmi gördüğünüzde, onun devamının
olup olmadığı hakkında kesin birşey söylemek mümkün olmaz.
O yüzden, Turgut Özal gibi örtünün altına bakma
imkânına sahip olmuş kişilerin sözlerine itibar etmek gerekiyor.
*
Merhum Özal, vefatına yakın şunları demişti:
Turgut
Özal: 'Türkiye ve Hilafete ihanet ettiler'
Özal’ın
merhum gazeteci Yalçın Özer ile 25 yıl önce yaptığı mülakatın hiç yayınlanmamış
bölümleri ortaya çıktı. Özal, Osmanlı’nın ihanetle nasıl yıkıldığı, hainlerin
İngilizlerle işbirliğine ilişkin, bugüne de ışık tutan çarpıcı
bilgiler aktardı. …
Özal,
1991’de dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkenti Moskova’ya
resmi ziyarete giderken, programı takip eden gazeteciler arasında Türkiye
Gazetesi adına dönemin başyazarı Yalçın Özer de vardı.
Ziyaretin Moskova’dan sonraki ayağı, o dönem Sovyetler’den kopmamış olan
Ukrayna’nın Kiev şehriydi. Özal, bu gezi sırasında beraberindeki
gazetecilere, bir bölümünü yayınlamamak üzere, çok önemli
açıklamalar yaptı. Röportajda, yapılan tespitler, günümüze de ayna tuttu.
… Özal şunları anlattı:
“Bizim
sıkıntılarımızdan birisi de ülkemizin sıcak kuşakta bulunmasıdır. Bu
ülkelerde satılık insan bulmak çok kolay. Bir Almanı, İngilizi,
Fransızı, Japonu ve bir Rusu satın alamazsınız. Osmanlı’yı yıkmadan önce
içerden bazı kimseleri İngilizler satın almışlar. (...) İngilizlerden
maaş alan Osmanlı Güney Cephesi Başkomutanı Cemal Paşa’ya (Hasan
Cemal’in dedesi) talimat vererek, Şam’daki İslam alimlerinin
(ki Şam o zaman İslami ilim merkeziymiş) genç kızlarını konağına
getirmesi, onlara alkollü içki içmeye zorlaması ve tacizde bulunarak
geri bırakılmaları istenmiştir. Bu emri alan (Cemal) Paşa, derhal bu
işlemi yapmıştır. Bu yüz kızartıcı olaylar süratle Arap alemine
yayılmış ve ‘Osmanlı artık bozulmuş ve İslami
yoldan çıkmıştır’ propagandası yapılarak , Araplar Osmanlıya
düşman yapılmıştır. Özellikle Hicaz’da hazır bekleyen Şerif
Hüseyin de işin esasını bilmeden ve duyduklarına inanarak
Arapların Osmanlı aleyhine İngilizler ile birlikte kıyama geçmesine
sebep olmuştur. ….”
Özal,
röportajında, “Avrupalıların satın aldıkları adamlarla
Osmanlıyı içten yıktığına dikkat çekerek, böylece Türkiye’nin hem
Arap dünyasından, hem de Hindistan’daki Müslüman aleminden
koparıldığını" anlattı:
“İngilizler,
bu yolla iki şeye kavuştu: Ortadoğu’daki petrol sahasını kontrol altına aldılar
ve İslam Halifesi’nin etki alanındaki bir türlü hakim olamadıkları Hindistan’a
hilafeti kaldırarak hakim oldular” dedi. …
Özal,
Osmanlı’nın çöküşüne neden olan İttihat ve Terakki ile bugünkü CHP
yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekti:
“CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar... Halifeye saygıyı dini bir vecibe sayan Hint Müslümanlarını bir türlü kontrol edemeyen İngilizler, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devlete bir şartla izin verdiler: 5 yıl içerisinde hilafeti kaldırmak... Ve 1924 yılında hilafet kalktı, Müslümanlar başsız kaldı. …, halife Vahdettin Han’ın dünya Müslümanlarından son isteği Anadolu’da başlattığı direniş için dua istemek oldu. Hindistan Müslümanlarından dua dışında bir şey istenmediği halde bu direnişe destek için tonlarca altın gönderildi. Ancak bu altınlara CHP’liler el koydu ve bir kısmıyla da malum İş Bankası’nı kurdu."
(https://www.sabah.com.tr/aktuel/2016/04/19/yalcin-ozer-turkiye-ve-hilafete-ihanet-ettiler)
*
Mesele İngilizler’e verilen “gizli” sözler olunca Selanikli
Atatürk’ün has adamı, gözde destekçisi ve de son başbakanı (sonradan Özal gibi
cumhurbaşkanı olan) Celal Bayar’a söz hakkı tanımazsak ayıp olur.
Onun sözlerini nakleden, Süleyman Arif Emre..
Arif Emre, beş dönem milletvekilliği yapmış,
Milli Selamet Partisi Genel Başkanlığı makamında da bulunmuş hukukçu
bir siyasetçi..
O, hem cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Celal
Bayar’ın itirafına, hem de Ankara Hukuk Fakültesi’nden hocası (ve de
Lozan’daki hukuk müşaviri) Prof. Nusret Metya’dan duyduklarına
dayanarak, Lozan’da İngilizler’e bazı sözler verildiğini açıklamış durumda..
Açıklamalarını TBMM’nin görevlendirdiği bir heyete yapmış
bulunuyor.
TBMM zabıtlarından okuyalım:
TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı
Komisyon: DARBE
Giriş : 12.00, Tarih: 26/6/2012, Grup:
Uyan
Süleyman
Arif Emre:
Şimdi,
şu şekilde bir hatıramı anlatacağım, kısa
kesmek için, çok teferruatlı olaylar var da: 1965 senesinde Meclise ilk defa girdiğim zaman, İkinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı Meclise getirilmişti, Yeni Türkiye Partisi milletvekili
ya da grup başkan vekili olarak, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planına bir ek
yapılmasını önergeyle teklif ettim. Dedim ki: “Yalnız maddi hedeflere
yönelik bir planlama yetersiz kalır. Osmanlı devrinden beri sükûta başlayan
ahlakımızı yeni nesilleri eğiterek bir de manevi kalkınma, ahlaki reform yapmamız
lazım gelir" diye bir önerge verdim.
Bu
önergeden sonra, İsmet Sezgin çıktı, dedi ki: “Sarahaten böyle bir
hükmü yok ama planı zımnen vardır, önergenin, teklifin reddine…”
O
sırada da Ali İhsan Çelikkan diye bizim
Yeni Türkiye Partisi’nin bir milletvekili vardı, Gümüşhane Milletvekili, Ekrem
Alican Bey’in de akrabası. Ali İhsan Çelikkan dedi ki: “Arif
Ağabey, ben senin önergene oy verdim, haberin olsun.”
“Ya,
İhsan aynı partideniz.” dedim.
“Ondan
dolayı değil de içtenlikle oy verdim. Şimdi bir hatıramı size
anlatacağım.” dedi….
Şimdi,
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’na verdiğim önergesinden sonra Ali İhsan Çelikkan “Ben bu konuyla ilgili tarihî bir
hatıramı size anlatmak isterim.” dedi ve şöyle anlattı:
...
[Bunlar] 40- 50 tane solcu genç, Türk Millî Talebe Federasyonu
solcu bir teşekküldü o zaman…. Celal Bayar’a gidiyorlar,
Tevfik İleri’yi şikâyet ediyorlar, diyorlar ki: “Tevfik
İleri, Milliyetçiler Derneğine para yardımı yaptı. İlerici, Atatürkçü olan
Yalman’ı Hüseyin Üzmez ondan dolayı vurdu.” …
Ali
İhsan Çelikkan …, o solcu gençlerle beraber kendisi de
talebeymiş o zaman, Ekrem Alican Bey’in tesiriyle düzeltmiş
fikirlerini.
Celal
Bayar … “Söyleyin bakalım gençler, laikliğin bizdeki
esas hedefi nedir?”
Gençler
demiş ki: “Efendim, din işi ayrı olacak, devlet işi ayrı
olacak.”
“Hayır
oğlum, sadece o değil.”
"Kanunlar
yapılacağı zaman dinî kurallara hiç müracaat edilmeyecek.”
“O
da değil, şu da değil.”
“Peki
efendim nedir?” demişler,
Celal
Bayar aynen şöyle söylüyor, “Biz zor anda, gizli celsede
Batılılara söz verdik, belli bir zaman süreci içerisinde bu millete bu
dini unutturacağız. Bizdeki laikliğin gayesi budur” diyor
Bayar.
Ali
İhsan Çelikkan bunu duymuş.
O
esnada solcu olmayan gençlerden birisi de Celal Bayar’ın bu sözüne şahit olmuş.
Bizim eskiden “Hulusi Özkul” diye bir Adana milletvekili vardı, şimdi sağdır,
mevcuttur…. Hulusi Özkul da orada, aynen Celal Bayar’ın bu
ikrarını dinlemiş.
Şimdi
yani esas maksat zamanla bu milleti, şehitleri şehit, gazileri gazi
yapan ruh ve imandan ve karakterden uzaklaştırmak, gaye bu yani
“maneviyatını öldürmek” desek de aynı manaya geliyor. Şimdi böyle olduğu için…
Celal Bayar şunu da ilave ediyor:
“Bu
Batılılara verilen gizli sözün bekçiliğini bizde devlet başkanları yapar.
Başka? Ordu yapar, devlet başkanları yapar ve ondan sonra mahkemeler yapar.
Benden sonraki devlet başkanları da aynı görevi yapacaklardır. Batılılara biz
böyle söz verdik, hadi bakalım inkılapçı gençler, böyle bilesiniz, böyle
hareket edesiniz.”
Bu
zihniyet ve bu iş birliği ortada olduğu için, sık sık bu sebebe dayalı olarak, laiklik de doğru dürüst tarif edilmediği
için, bu yüzden partiler kapatılıyor, darbeler yapılıyor, “İrtica geliyor,
geldi, gelecek, öyleyse bu partiyi kapatalım.” (…)
Bizim
bu konuda, yalnız, Celal Bayar’dan edindiğimiz o itirafa ilaveten bir de şunu
hatırladım: Hukuk fakültesinde 1944 senesinde Lozan
seçmeli ders olarak bize okutulmuştu. Nusret Mete isminde bir profesörümüz, o
da aynı şekilde söylemiştir, “Bizdeki laikliğin gayesi budur”
demiştir. [Bant/kaset kaydı çözülürken Metya şeklindeki
soyadının yanlışlıkla Mete olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Nusret
Metya, Lozan‘da, Dışişleri Bakanlığı İkinci Hukuk Müşaviri sıfatıyla görev yapmıştır.] (…)
(https://www.scribd.com/document/113336745/Suleyman-Arif-Emre)
*
İsmet İnönü’nün neyi eksik, o da cumhurbaşkanlığı
yaptı.
Dolayısıyla bu yazıda onu da anmadan geçmeyelim.
Selanikli’nin okul arkadaşı ve İsmet İnönü’nün yakın
dostu Ohrili Kemal’in, dostu İnönü’ye yazdığı bir mektup ve yaptığı
teklif, bu hilafet konulu “İngiliz dümeni” hakkında ilave bilgi veriyor.
7 Ağustos 2018 tarihinde Yeni Şafak gazetesi
şöyle bir haber yayınlamıştı:
“İngiltere
ile Lozan'dan önce gizli hilafet anlaşması yapıldı”
Mustafa
Kemal Atatürk’ün Harbiye’den arkadaşı olan Ohrili Kemal Bey’in İsviçre’den
Ankara’ya (Cumhurbaşkanı İnönü’ye) gönderdiği 1946 ve 1947 tarihli mektuplar
yakın tarihin en merak edilen mevzularından birine ışık tutuyor. Ohrili Kemal
Bey’in İnönü’ye sunduğu teklifler ve tavsiyelerin satır araları Lozan
Antlaşması öncesinde Ankara ile Londra arasındaki hilafet pazarlığını ifşa
ediyor. Kemal Ohri, Lozan Antlaşması öncesi hilafet ve saltanatı kaldıran,
ayrıca din eğitimini yasaklayan Türk-İngiliz Gizli Antlaşması’nın hâlâ
yürürlükte olduğunu İsmet İnönü’ye hatırlatmakta, anlaşmaya imza atan kişi
olarak kendisine bu anlaşmanın İngiltere ile anlaşarak yine kendisi tarafından
feshedilmesini teklif etmektedir.
(https://www.yenisafak.com/hayat/ingiltere-ile-lozandan-once-gizli-hilafet-anlasmasi-yapildi-3388486)
*
Aklınıza şöyle bir soru takılabilir:
Niye böyle oldu, nasıl oldu da Selanikli Mustafa Atatürk İngilizler ne dediyse
onu yaptı, bağımsız hareket edemedi?
Cevabı, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ
kolu, başbakanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral
İsmet İnönü’nün 1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü
vesilesiyle verdiği demecinde var:
"İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Herşeye İngilizler karar verdi, olayın
özeti bundan ibaret.
İnönü’nün sadece şu cümlesini
biliyorsanız, Kurtuluş Savaşı’nın içyüzünü ve Selanikli’nin bütün macerasını
çözmüşsünüz demektir.
Fakat bu cümle sizin kafanızda bir yere
oturmuyorsa, bir yere oturtamıyorsanız, resmî ideolojinin yoğun propaganda
bombardımanı ve kesintisiz algı operasyonu zihninizi tamir edilemez ve
düzeltilemez şekilde dumura uğratmış demektir.
Bizim elimizden “Geçmiş olsun!” demek
dışında ne gelir ki!..